Çarlıktan Kalan Hazine: St. Petersburg

Sabah 09.30’daki uçağımıza yetişmek üzere 05.30’da kalkıp hazırlandıktan odamızı boşaltıyoruz. Planımız Kievskaya metro istasyonuna gitmek oradan da Aeroexpress ile Vnukova Havaalanı’na geçmek. Kievskaya istasyonunda indiğimizde yanımıza yaşlıca bir Rus yanaştı, çok da iyi İngilizce konuşamasa da elinde bir gazete kupürü ile bizi Vnukovo Havalimanı’na araba ile götürebileceğini, 2 kişi zaten 840 ruble ödeyeceğimizi, kendisinin de bizi 1000 ruble’ye götürebileceğini söyledi. Güvenli olur mu acaba diye düşünürken adamından da samimi ısrarları karşısında arabayla götürmesini kabul ettik.

Metro istasyonunun çıkışında gelip bizi arabasıyla aldı. Yolda çat pat İngilizcesiyle emekli bir buz hokeyi oyuncusu olduğunu, şimdilerde ise geçimini özel arabasıyla taksicilik yaparak (Rusya’da bu son derece normal) kazanmaya çalıştığını ve cüzdanından çıkarıp resmini gösterdiği 10 yaşında bir erkek çocuğu olduğunu ve onun için çalışıp para kazanmaya çalıştığını anlattı.

Havalimanına taksi ile geldiğimiz için bayağı bir vaktimiz vardı uçağın kalkmasına. Öncelikle havalimanının içerisindeki bir pastanede kahvaltımızı yaptık ve uçağın kalkış saatini beklemeye başladık. Moskova notlarımda söylediğim gibi Aeroflot’un nasıl olduğuna dair kafamda bir takım soru işaretleri olsa da uçağa bindikten sonra bu soru işaretleri tamamen ortadan kalktı.

Vnukovo Havalimanı’ndan yaklaşık 1,5 saatlik rahat bir uçuştan sonra St. Petersburg’daki Pulkovo Havalimanı’na iniş yaptık. Şehre ulaşım için çeşitli alternatifler olsa da biz 39 numaralı halk otobüsü ile kişi başı 28 ruble’ye (Valiz için de ayrıca 28 ruble ödedik) Moskovskaya metro istasyonuna gittik. Oradan kişi başı 31 ruble ödeyerek 2 numaralı Mavi Hat ile Nevsky Prospekt istasyonuna gelip otelimizin bulunduğu Mayakovskaya istasyonuna ulaşmak için 3 numaralı yeşil hatta geçiş yaptık. Yaklaşık 1 saatlik bir yolculuktan sonra otelimize ulaşmıştık.

Otelimiz, St. Petersburg’un merkezinde ve ana caddesi olan Nevsky Prospekt üzerindeki bir ara sokaktaydı, bu yüzden ulaşım ve gezmek için hiç zorluk çekmedik.

Eşyalarımızı otele yerleştirdikten sonra daha fazla geç olmadan Nevsky Caddesi’ni keşfetmek ve bir şeyler atıştırmak üzere kendimizi dışarı attık.

Nevsky Caddesi St. Petersburg’un en hareketli caddesi. Yaklaşık 5 kilometre uzunluğundaki bu cadde üzerinde ve ara sokaklarında hiç sıkılmadan dolaşabilirsiniz. Cadde üzerinde restoranlar, kafeler, alışveriş yapacağınız mağazalar ve birçok tarihî yapı da bulunuyor.

Yürümeye başladıktan sonra ilk karşımıza çıkan tarihî yapı Anichkov Köprüsü oluyor. Vahşi atları ve onların terbiyecilerinin tasvir edildiği 4 heykel ile süslenmiş köprü Peter Clodt tarafından tasarlanmış.

Köprüyü geçtikten sonra yürümeye devam ediyoruz. Yolun sol tarafında önünde ressamların resim yaptığı bir park dikkatimizi çekiyor. Resim dediysem daha çok turistik karikatürler, vb. şeyler. Burası Ostrovskiy Meydanı olarak biliniyor. Parkın ortasında ise ÇariceEkaterina’nın bütün haşmetiyle devlet adamlarını eteğinin altına topladığı bir heykeli var. Parkın yan tarafında ise Anichkov Sarayı var.

Yolun karşı tarafında ise Yeliseyev var. 1900’lü yılların başında inşa edilmiş binanın dışını vitraylı pencereler, bronz süslemeler ve kahramanlık temalı heykeller süslüyor. Alt katında gezmenizi tavsiye ettiğim çeşitli gıda ürünleri, içki ve hediyelik eşyaların satıldığı bir şarküteri bulunuyor.

Anichkov Sarayı’nı geçtikten sonra ileride solda Gostiny Dvor adlı alışveriş merkezi var. Dünyaca ünlü markaların yer aldığı alışveriş merkezi 1700’lü yıllardan beri faaliyet göstermekte. Ahşap yapısı Dünya Savaşı sırasındaki görülmeye değer yerlerden birisi.

Yürümeye devam ediyoruz ve yaklaşık 500 metre sonra bizi Kazan Katedrali karşılıyor. Bu katedral, Feldmareşal Kutuzov'un askeri başarılarının anıtı olarak 1801-1811 yılları arasında mimar Voronihin tarafından yapılmış. 80 metre uzunluğundaki kubbesi zamanının en yüksek kubbelerinden birisiymiş. Katedralin girişinde Kutuzov’un bir heykeli bulunmakta. Katedralin hemen karşısında ise şimdilerde kafe ve kitapçı olan Singer’in binası var.

Bu noktadan sonra geri dönüyoruz. Yolumuzun üzerinde “Yeniden Diriliş Kilisesi” olarak da bilinen “Dökülen Kan Kilisesi” (The Church of the Savior on the Spilled Blood) var. Griboyedov Kanalı’nın hemen kenarında yer alan kilise oldukça renkli bir görünüme sahip. Çar II. Alexander’ın 1881’de suikaste kurban gittiği yerde inşa edilmiş. Saatini kaçırdığımız için kilisenin içerisine giremiyoruz. Kişi başı 450 ruble giriş ücreti var.

Kilisenin etrafında bir süre dolandıktan sonra hem sabah için alışverişimizi yapmak hem de akşam yemeği için Nevsky Mall’a gidiyoruz. Alışveriş merkezinin 5. katında ObedBufet adlı bir self servis açık büfe-kafeterya tarzında bir yer keşfediyoruz. Yer oldukça hoşumuza gidiyor. Sebzeli noodle ve salata sipariş ediyoruz. Görevliler 5 dakikada pişirip önümüze koyuyorlar. Yemeklerimiz yedikten sonra otelimize dönüyoruz.

Ertesi günkü programımız Peterhof Sarayı’na gitmek.

Bunun için çeşitli alternatifler olsa da bize en uygunu ve ucuzu Avtovo metro istasyonuna gidip oradan Peterhof minibüslerine binmek, diğer bir alternatif ise Hermitage Sarayı’nın rıhtımından kalkan meteor adlı hızlı tekneler, gidiş-dönüş 1.100 ruble. Minibüsler adam başı 70 ruble. Metro istasyonundan sonra biz de herkes gibi durakta sıraya giriyoruz. Minibüsler sürekli bir şekilde çalışıyorlar ve dolan kalkıyor. Sarayın kapısına geldiğimizde minibüsten iniyor ve saraya giriyoruz. Oldukça büyük bir saray ve mutlaka dinlenmiş bir biçimde ve rahat ayakkabılarla gitmenizi tavsiye ediyorum. Gün sonunda muhtemelen yürümekten adım atacak haliniz kalmayacak.

Biletlerimizi aldıktan sonra dış bahçeden iç bahçeye içeri giriyoruz, eşime üniversite kimliğini göstererek yarı fiyata bilet alıyoruz (Bu arada aklınızda bulunsun öğrenci kimlikleri Türkçe de olsa müzelerde kabul ediyor ve indirimli bilet veriyorlar) ancak sonradan öğrendiğimize göre aldığımız biletler sadece iç bahçeye girişi kapsıyormuş, sarayın binasının içine girmek için ayrı bilet almamız gerekiyormuş. Binanın kapısında uzunca bir süre kuyrukta bekledikten sonra bunu öğrenmiş olmanın moral bozukluğu ile vazgeçiyoruz bina içini dolaşmaktan. Zaten bu halde bile günümüzün büyük kısmını dışarıyı gezmek için harcıyoruz.

1709 yılında Petro; İsveçlilerle yaptığı savaşı kazandıktan sonra kendisine yakışır yazlık bir saray yapmak ister. 1714’te başlayan inşaat 1721 yılında saray tamamlanır. Saray 2. Dünya Savaşı’nda büyük yıkıma uğrasa da savaştan sonra büyük özveri ile aslına uygun olarak tekrar inşa edilir.

Sarayın dış bahçesinden içeri girdiğinizde sırasıyla 3 havuz karşılıyor bizleri. Bunları geçtikten sonra sarayın iç bahçesine girmek için bilet alıyoruz. İçerisi gerçekten fotoğraflarda göründüğü gibi muhteşem.

İç bahçeye girince bizi saray ve Samson Çeşmesi karşılıyor. 37 yaldızlı bronz heykel, 64 çeşme ve 142 fıskiye var. Çeşme denizci kanalı ile saraydan Baltık Deniz’e kadar uzanmakta ve bu kanal sayesinde çarlar gemi ile denizden saraya kadar gelirlermiş. Çeşmede bulunan aslanın ağzını (İsveç’i simgeliyor) yırtan Samson (Petro’yu simgeliyor) heykeli ise İsveç’e karşı kazanılan başarıyı simgelemekte.

Çeşmelerden Baltık Denizi’ne doğru yürüyoruz. Vakit öğlen olduğu için bayağı bir acıkmıştık. Sahilde çok şirin bir fast food tarzında bir kafe var. Burada bir miktar atıştırmalıklarla karnımızı doyurduktan sonra gezmeye devam ediyoruz.

Bahçede Mersin balığı yemek isteyenler için restoran yönünü oklarla işaret eden tabelalar gözümüze çarpıyor. İlginç olur düşüncesi ile hem bahçeyi geziyoruz hem de tabelaları takip ediyoruz ama bir türlü o bahsedilen restorana ulaşamıyoruz. Bahçenin sonuna geldiğimizde bir havuzun içerisinde yer alan balıkları isteyenlere para karşılığında tutturulduğunu görüp bir de fahiş fiyatlarla karşılaşınca hayal kırıklığına uğrayıp geri dönmeye başlıyoruz ancak yorgunluktan yol gözümüze o kadar büyüyor ki dönüş tam bir işkenceye dönüyor bizim için, Doruk ise pusetinde keyifli. Bu arada koca bahçeyi de gezmiş olduk.

Sonunda sarayın dışına çıkıp minibüse bineceğimiz yere kadar geliyoruz, kendimizi boş bir minibüse atıp şehre doğru yola çıkıyoruz.

Akşam yemeğini yine Nevsky Caddesi üzerinde bulunan Две палочки (Dve Palocky) adlı Japon restoranında yemeye karar veriyoruz. Japon-İtalyan-Amerikan tarzı (Yani kısaca damak tadımıza uygun bir yemek bulabileceğimiz) yemeklerin olduğu bir restoran, fiyatları da uygun. Japon restoranı olduğu için kendimize suşi tabağı söylüyoruz, oldukça lezzetli geliyor bize. Yemeklerimizi yedikten sonra yine yorulmuş bir şekilde otelimizin yolunu tutuyoruz.

Sabah uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra dışarı çıkıyoruz. Bugün artık son günümüz Bugünkü düşüncemiz kanal turu yapmak. Yaklaşık 1 saat civarında sürüyormuş. Oturarak gezdiğimiz için tekne turu bayağı hoşumuza gidiyor. Kanallarda dolaşırken rehber sürekli bir şeyler anlatıyor ancak Rusça olduğu için pek bir şey anlamıyoruz.

Kanal turu bittikten sonra Nevsky üzerinde hala gitmediğimiz önemli yerleri ziyaret etme düşüncesindeyiz, tabii yetiştirebilirsek. Bu arada öğle yemeği için gözümüze Il Patio adlı İtalyan restoranını gözümüze kestirip giriyoruz. Pek umduğumuz gibi çıkmasa da makarna ve bizim için Petersburg klasiği olan suşi sipariş ediyoruz.

Yemeklerimizi yedikten sonra dolaşmaya devam ediyoruz ancak hava yavaş yavaş bulutlanmaya başlıyor. Öncelikle caddenin sonuna kadar yürüyoruz. Buradan St. Isaac’s Katedrali’ne doğru dönüyoruz. Amirallik binasının önünden geçip katedrale doğru ilerliyoruz.

St. Isaac’s Katedrali oldukça yüksek ve heybetli bir bina ve altın kaplamalı kubbesine doğru insanların çıktıklarını görüyoruz. Her yerde olduğu gibi burada da yine sıra var ve tabii ki bizim pek de fazla bekleyecek zamanımız olmadığı için sadece etrafında gezmekle yetiniyoruz.

Buradan sonra yönümüzü kışlık sarayın ve müzenin olduğu Dvortsovaya (Saray) Meydanı’na doğru yürümeye başlıyoruz. Meydana girdiğimiz anda yavaş yavaş yağmur atıştırmaya başlıyor. Yağmur yağmasa bir şeyler eski at arabalarından tutun da ginger’lara kadar binilebilecek, Katerina kostümü giymiş bayanlarla fotoğraf çektirebileceğiniz, müzisyenleri dinleyebileceğiniz gerçekten çok büyük bir meydan. Ancak yağmurdan dolayı onlar da kaçışıyorlar. Biz de kışlık sarayın bahçesine sığınmaya çalışıyoruz ama o kadar kalabalık ki bilet alınabilecek halde bile değil. Biz de dışarıdaki bahçenin kenarında bir sundurmanın altına sığınıyoruz.

Yağmur etkisini azalttığında ise koştura koştura Nevsky Caddesi’ne doğru gidiyoruz. Otelimize kadar kâh ıslanarak kâh sundurma altlarına sığınarak yürüyoruz. Otele girip ıslanan kıyafetlerimizi değiştiriyor ve yağmurun dinmesini bekliyoruz. Bu arada karnımız da acıktığı için Foursquare’dan girip hamburger-biftek tarzı bir et restoranı ararken gözümüze otelin çok yakınında City Grill adlı bir burger dükkânı çarpıyor. Otelden çıkıp dükkâna doğru ilerliyoruz.

City Grill’e geldiğimizde resmen şimdiye kadar başka yerlerde ne yapmışım diye beynimden vurulmuşa döndüm. Aradığımız mutluluğu ve lezzeti City Grill’de buluyoruz. Son günümüz ve artık çok geç. Kısmet bir dahaki sefere, bir daha gelir miyiz artık bilemiyorum.

Hamburgerlerimizi yiyip Nevsky Caddesi’nin daha önce gitmediğimiz diğer tarafına doğru yürüyoruz. İleride Galeria adlı başka bir alışveriş merkezi keşfediyoruz. İçerisinde büyük de bir süper market var. Süpermarkete girip beğendiğimiz ve fiyatı da oldukça uygun olan bir Rus vodkası alıp çıkıyoruz ve otelimize doğru yola koyuluyoruz. Artık son gecemiz St. Petersburg’da.

3 gün oldukça çabuk geçti ve yetmedi Petersburg için. Daha yapacak oldukça fazla şeyler bulabilir, şehrin çevresini de keşfetmek isterdik ama olmadı.

Ertesi sabah uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra havaalanına doğru metro + otobüs ile yola koyuluyoruz. Oldukça keyifli bir yolculuk bizi bekliyor olacak, çünkü millerle aldığım Business Class bir yolculuk bizi bekliyor Türkiye’ye doğru.