Zanzibar Adası’nda, turkuaz renkli denizin şekillendirdiği bembeyaz kumsallarda geçirdiğimiz dört muhteşem günün ardından, Dar es Salaam’dan bindiğimiz uçak 2 saatlik yolculuktan sonra Arusha’ya indirecek bizi.
Arusha, Tanzanya’nın kuzeyinde, Kenya sınırında bir şehir. Tanzanya’nın en güzel, en temiz şehirlerinden birisi. Romanlara, filmlere konu olmuş Kilimanjaro Dağı da bu şehirde. Otelimiz Kilimanjaro Havaalanı’nın çok yakınında. Zirvesinde bulutların olmadığı 15-20 dakikalık zaman diliminde Kilimanjaro’yu izlemek ve fotoğraflamak için sabah 05.30’da uyandık. Bir gün önce Zanzibar Adası’nda sıcaktan bunalırken burada üşüyoruz! Masai’lere göre kutsal sayılan Kilimanjaro Dağı’na saygımızı sunup ciplerle yola koyuluyoruz. Yolumuz çok ama çok uzun, 10 gün boyunca Serengeti düzlüklerinde 2.000 kilometreden fazla yol kat edeceğiz. Son durağımız Kenya’nın Nairobi şehri!
Arusha şehri, Serengeti / Masai Mara safari parkurunun da başlangıç noktası. Şoförümüz Amani aynı zamanda da rehberimiz . Yola koyulduk… Kilometrelerce kahve tarlaları… İngilizler zamanında ekilmiş hemen hepsi. İlk durağımız olan Malawi Gölü’ne vardığımızda öğlen olmuştu. Parkın girişinde yemeğimizi yerken gölgesinde serinlediğimiz ağacın üzerindeki hareketlilik dikkatimizi çekti. Aman Allah’ım onlarca babun saldıracak gibi bize bakıyor! Amani yemeğimizi yemede acele etmemizi babunların gerçekten de bize saldırabileceğini söylüyor!
Sık ağaçlarla kaplı ormanın içerisinde Malawi Gölü’ne doğru ilerliyoruz. Göl çok uzaktan görünüyor ancak. Doğal yaşama zarar vermemek için belirli bir mesafede safari parkuru sonlandırılmış. Tanzanyalılar doğal yaşamı korumaya gerçekten çok önem veriyor. Babunlardan sonra ilk gördüğümüz hayvan olanca sakinliği ile geviş getirirken ve bizi izleyen bir zürafa. Bir hayvan bu kadar mı asil ve güzel olabilir? Hemen ardından bir fil ailesi yaklaşıyor arabamıza doğru. Rehberimiz Amani, insanlara araçlarındayken saldıran tek hayvanın fil olduğunu anlatıyor bize. İri cüsseleri ile fillerin doğduktan sonra hemen hiç oturmadığını ve ayakta, bir ağaca yaslanarak uyuduklarını öğreniyoruz. Bu da bize etrafımızdaki birçok kırılmış ağacın nedenini izah ediyor. Malawi Gölü’nde geçirdiğimiz birkaç saatin ardından tekrar yola koyuluyoruz. Nil Nehri’nin kaynağı olan ve Uganda , Tanzanya , Kenya topraklarının sınır olduğu Victoria Gölü sadece birkaç kilometre uzağımızda . Orayı da görmek istedik ama rehberimiz karanlık basmak üzere olduğundan gitmemizin bir anlamı olmayacağını söyledi. Kalacağımız lodge otelimize gidiyoruz. Güneş, “Bizim Afrikamız”a veda ederken ufukta, karanlığa direniyor. Kahverengi, kızıl toprakta ilerliyor aracımız… Ardımız toz-duman… Masai köylerinden geçiyoruz. Ottan, çalıdan bozma evler... Kırmızı kıyafetleri ve ellerinden eksik olmayan değnekleri ile bizleri selamlıyor çocuklar; kara tenleri, kara gözleri ve bembeyaz umutları ile…
Safari parkurlarındaki otellere lodge deniliyor. Tamamı 5 yıldızlı otelleri aratmıyor. Hepsi doğa ile uyumlu yapılmış, tek katlı yapılar. Biz otelimize vardığımızda karanlık çoktan bastırmıştı. Ellerinde fenerleri ile valizlerimizi almak için gelen görevliler Masai halkından. Upuzun boyları, parlayan beyaz dişleri ile “welcome my friend” diyorlar. Sigara içmek için aracımızdan birkaç metre uzaklaştığımda Masailerden birisi kolumdan tutup çekiyor beni! Uzaklaşmanın çok tehlikeli olduğunu söylüyor ve karanlıkta benim fark etmediğim, birkaç metre ötemizde yatan geyik sürüsünü gösteriyor! Safari otellerinin tamamında saat 22.00’den sonra, hayvanların ürkmemesi için, ışıklar kapatılıyor, gitmek istediğiniz yere fener yardımı ile ve “ranger” denilen silahlı korumalarla gitmeniz gerekiyor. Saat 22.00 gibi uyumaya hazırlanırken dışarıdan gelen bir kükreme sesi ile irkildik. Emine ile birlikte balkona çıktık ve bir erkek aslanın yelelerini sallayarak bize baktığını gördüğümüzde odamıza nasıl kaçacağımızı şaşırdık! Kaldığımız otel tüm safari parkurlarının içinde en ünlüsü olan Ngorongoro Krateri’nin çok yakınında.
Ngorongoro, milyonlarca yıl önce devasa bir patlama ile oluşmuş, etrafını 600 metre yüksekliğinde dik dağların çevirdiği, içinde 2 minik göl ve bir bataklığın bulunduğu, doğal yaşam cenneti. Televizyonlarda izlediğimiz belgesellerin birçoğu 50 km2’lik bu alanda çekiliyormuş. Sabah güneş doğmak üzereyken koyulduk yola ve yaklaşık yarım saat sonra 600 metre yüksekten Ngorongoro’yu seyrediyorduk… Çizgileri siyah mı, beyaz mı tartışmaları devam ede dursun; zebralar ve öküz başlı antiloplar en kalabalık hayvan grubu burada. O kadar çoklar ki sanki binlerceler! Zebraların, eşek gibi anırdığını öğrendiğimde ve ilk duyduğumda inanılmaz bir hayal kırıklığına uğradım, bilgisizliğimden dolayı da bir o kadar kızdım kendime. Ngorongoro’da 6 aslan ailesi yaşıyormuş. Biz birçoğunu görme şansına sahip olduk. Sırtlanlar o kadar utanmaz, arsız ve saldırgan ki rehberimiz bizi dikkatli olmamız konusunda sürekli uyarıyor. Araçlardan çıkmak kesinlikle yasak!
Suyun içinden sadece gözleri, burun delikleri ve minicik kulakları görünen hipopotamların, açıldı mı neredeyse 2 metreye varan ağızlarını görünce bu hayvanların savananın neden en tehlikeli birkaç hayvanından birisi olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Öğlen yemeğinde sandviç ve meyve suyu var. Yemeğimizi yemek için, “ranger”ların bulunduğu göl kenarındaki dinlenme yerine gidiyoruz. Gölün hemen kenarındaki ağacın altına oturduğumuzda Amani uzaktan bağırıyor ve suyun içindeki hipopotamları gösteriyor. Uzaklaşmak için ayağa kalktığımda tepemdeki ağaçta bulunan oraya özgü, devasa kargalardan birisi çoktan sorti yapmaya başlamıştı. Kafamı kaldırmamla karganın elimdeki sandviçi kapması bir oldu! Ağzım açık karganın arkasından bakakaldım. Bizde soyları neredeyse tükenmiş olan ve halk arasında manda, camış, camız, dombay denilen buffalolardan yüzlerce var. Bizlerin ciplerden inmesi kesinlikle yasakken uzaktan gelen bir toz bulutu dikkatimizi çekti. Yaklaşık 50 sığırı ile 9-10 yaşlarındaki bir çocuk tek başına bütün Ngorongoro Krateri’ni baştanbaşa geçiyordu! Bu çocuğun korkusuzluğuna hayran olmamak elde değil. Etrafındaki dik dağlardan dolayı güneş Ngorongoro’da erken batıyor. Saat 15.00 gibi ayrılıyoruz Ngorongoro’dan, birkaç saate sığdırdığımız onlarca anımızla… Önümüzde sonsuz düzlükleri ile gerçek Serengeti bizi bekliyor.
“Serengeti”, yerli halk olan Masai’lerin dili Shawali’de “sonsuz düzlük” demek. Sonsuz düzlüğe doğru ilerlerken onlarca köyden geçiyoruz. Kilometrelerce yol gitmemize rağmen tek bir araca dahi rastlamıyoruz. İlerlediğimiz toprak yolun kenarında bir yerlere yürüyen bir sürü insan. Olimpiyat koşularında neden hep Afrikalı atletlerin birinci olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Birden yağmur yağmaya başladı. Kızıl toprak yolda ilerleyen cipimiz bir sağa bir sola savruluyor. Neşemizin yerini endişe aldı. Hava karardı karacak. Amani endişe edecek bir şey olmadığını söylüyor. Bir müddet sonra yağmur ve çamurdan dolayı yoldan çıkmış ve turistleri taşıyan bir cipe rastladık. Çobanlık yapan çocuklar çevirdi etrafımızı birden. Yanımızda bulunan çikolata ve şekerlerden ikram etmek için yanlarına gittiğimde önce çok sevindiler, fakat, gülümseyen yüzüme bakan bir çocuk çığlıklar atarak kendi dillerinde bir şeyler söyleyerek kaçmaya başladı. Diğer çocuklar da onun ardından... Bunun nedenini anlamaya çalışırken çocuklar birkaç metre ileride durdular. Kendilerine doğru ilerlediğimde tekrar çığlık çığlığa koşmaya başladılar. Çocuklardan birisi ağzımı işaret edince korkularının nedeninin ağzımdaki ortodonti tellerinden olduğunu anladık ve kahkahalara boğulduk. Birden Masaili çocukların canavarı olmuştum.
Köyleri ardımızda bıraktık. Ağaçlar önce seyrekleşmeye ve sonra tamamen kaybolmaya başladı. Sonsuz düzlükteyiz artık... Artık Serengeti’deyiz. Ardımızda bir toz bulutu ile ilerlerken Amani bize en meşhur şarkılarını öğretiyor ki sizlere okunduğu hali ile yazıyorum:
Jambo, jambo vanaHaberigani suri sana
Vagani, Vakari vişva
Kenya yetu
HAKUNA MATATA…
Hakuna Matata sözcüğü tüm Afrikalıların ortak mirası olmuş. Gittiğim tüm Afrika ülkelerinde dillerinden düşürmüyorlar. “Kafana takma, sıkıntı yok” anlamındaymış! Kafalarına bir şey takmadıkları hallerinden belli. Bir de Shawali dilinde “pole pole” sözcüğü var. “Yavaş yavaş” anlamına geliyor. Sinirleri alınmış gibi yavaş hareket eden Afrikalılar aceleciliği hiç mi hiç sevmiyorlar.
Düzlük o kadar sonsuz ki adeta yalancı bir gölün üzerinde ilerliyoruz. Serengeti düzlüklerinde kaldığımız ilk otel oldukça lüks. Etrafta birkaç gündür görmediğimiz babunlar burada yine karşımıza çıkıyor. Otelin havuzunda serinlerken arkamı döndüğümde sarı, sivri dişleri ile bir babunun havuzun suyundan içtiğimi gördüm, kaçmaya çalışırken neredeyse şortumu havuzda bırakacaktım. Sabah kalktığımızda tüm uyarılara rağmen odanın havalanması için pencereleri açtım ve yüzümü yıkamak için lavaboya gittim. Birkaç saniye sonra Emine’nin çığlıkları ile odaya koştuğumda 4-5 tane babun odanın içinde cirit atıyordu. İşin en kötü tarafı sırtında yavrusu olan dişi bir babun Emine’nin çantasını almıştı ve pencereden çıkmak üzereydi! Aman Allah’ım, aman Allah’ım... Pasaportlarımız, paramız hepsi çantanın içinde! Tanzanya’da, Serengeti’de medeniyetten binlerce kilometre uzakta, sonsuz düzlükteyiz ve bir maymun pasaportlarımız ile paramızı çalmak üzere! Ömrümde kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim ve sonra bir mucize yaşadık; tam pencereden çıkmak üzereyken babun çantayı bıraktı. Son hamlemi pencereyi kapatmak için yaptım ve babun ile göz göze geldik. Kızgın hali ile sivri dişlerini göstererek uzaklaştı. Çıplak poposuna bakakaldım. Nedir bu babunlardan çektiğimiz! Tam o an, o da ne! Penceremizin dibinde sivri boynuzları ile iki gergedan. Gergedanların kör denecek kadar az gördüğünü okumuştum. Ama bu kadar iri cüsseli olduklarını tahmin etmiyordum. Her günümüz, her saatimiz macera ve heyecanla geçiyordu.
Şoförümüz ve rehberimiz olan Amani’nin söylediğine göre savanada görülmesi en zor hayvanlardan birisi de leoparmış. Yıllardır bu işi yapmasına rağmen sadece birkaç kez leopar gördüğünü söylüyor. Bu vahşi ve asil kediyi ilk gördüğümüzde bir ağacın tepesindeydi. Meraklı bakışlarla cipimizin yanına kadar geldi. Adeta podyumda gösteri yapıyor. Onlarca kare fotoğraf çekme imkânımız oldu. “Sonsuz Düzlük”te ilerlerken bir sürü fil ailesi, aslanlar, zürafalar, sırtlanlar kesiyor yolumuzu. Masai Nehri’nin ya sağındayız ya da solunda. Serengeti düzlükleri boyunca akıp giden Masai Nehri’nin etrafı boğulmuş hayvan leşleri ile dolu. Timsahlar bayram yapıyor. Boğulmuş zebralar, öküz başlı antiloplar… Hayvanların göç zamanında Masai Nehri’nde adeta toplu katliam yaşanıyormuş. Lider olan hayvan sürüyü yanlış bir yerden geçirdiğinde binlerce hayvanın boğulduğu olmuş defalarca. Zebralarla öküz başlı antilopların birlikte göç ettiklerini, zebraların yön bulma, öküz başlı antilopların ise su bulma konusunda içgüdülerinin son derece gelişmiş olduğunu anlatıyor bize Amani.
Tanzanya’da, düzlükte, sonsuzluğa yol alırken 1 metre yüksekliğinde bir taşın yanında durduk. Burası Tanzanya-Kenya arasındaki sınır taşlarından birisiymiş. En yakın şehrin binlerce kilometre uzaklıkta olduğu bir yere sınır taşının konulmuş olması hayvanların hiç umurunda değil. Sınırda tel örgü falan yok.
Tanzanya’da son kaldığımız otel en güzel oteldi. Bir tepeciğin üzerine kurulmuş olan otel adeta “Şirinler”in evlerini andırıyor. Otelin önünde yanan ateşin eşliğinde “Jambo” şarkısını koro halinde ezbere söylediğimizde diğer turistlerin alkışlarını hak etmiştik.
8 gündür sonsuz düzlükte ilerliyoruz. Tanzanya’da kurak mevsim… Aylardır yağmur yağmamış. Savanada sıcağın altında bunalırken birden gökyüzünü kapkara bulutlar kapladı ve ardından bardaktan boşalırcasına bir yağmur! Cipimizin silecekleri yetişmiyor, çaresiz durduk. Yağmurun dinmesini bekliyoruz. Aracımızın önüne henüz yeni doğmuş minicik yavrusu ile devasa bir fil yaklaştı. Yavru adeta yağmurun altında dans ediyor. Bir aşağı bir yukarı olanca hızıyla koşuşuyor. Birden ayağı kaydı ve çamurun içinde birkaç metre yuvarlandı. Annesinin ayaklarına çarpınca durdu ancak. Bu müthiş anı arkadaşımız Özlem Köse kamerası ile çoktan kaydetmişti.
9 gün sonra sonsuz düzlüğe veda ettik. Önümüzde dağlar, tepeler… Kenya’ya gidiyoruz. Sınıra doğru ilerlerken önce köylerin, sonra kasabaların içinden geçtik. Cipin penceresini açtım, deklanşöre basıp duruyorum. Sınıra geldiğimizi fark etmedim bile. Fotoğrafını çektiğimi anlayan bir genç hızla cipe doğru koşmaya başladı. Sınırlar, Afrika’da en tehlikeli yerler… Arkamızdan gelmeyi bıraktı ve bir sorun yaşamadık.
Pasaport işlemlerimiz devam ederken Kenya’dan bizi almaya gelecek cipi bekliyoruz. Bu arada rehberimiz Tuğçe öğlen yemeğini yiyebileceğimizi söyledi. Hazır paketlerde bulunan yemeğimizi yemek için bir bara girdik. İçerde birkaç kadın ve erkek bira içiyor. Sıcaklık neredeyse 40 derece. Hepsi sarhoş. Bar, bizim eski köy kahvehaneleri gibi! Boyası dökülmüş, duvarlar örümcek ağı içinde...
Bir masada arkadaşlarla yemeğimizi yerken içeriye 50 yaşlarında, upuzun boyu ile sarhoşluktan ayakta zor duran bir adam girdi ve tam karşıma oturdu. Cebinden, bizim hastanelerde kullanılan plastik serum torbalarının aynısından çıkardı ve içti. Gözlerime inanamadım, adam ya serum ya da saf alkol içiyordu. Birlikte bira içen kadın ve erkekler de dik gözlerle bize bakmaya başladılar. İyice tedirgin olmuştuk. Uzun boylu adam plastik torbayı bir kez daha çıkardı ve o anda üzerindeki yazıyı okudum: “Kanyaki” . Adam 40 derece sıcakta, plastik bir torbadan kanyak içiyordu ve plastik torba ile içki satıldığını ilk kez Afrika’da görüyorduk. Adam birden ayağa kalktı ve bize Shawali dilinde bir şeyler söylemeye hatta bağırmaya başladı. Eliyle çıkmamızı ister hareketler yapıyordu. Söylediği kelimelerden sadece “Muzungu”yu anlamıştık. Muzungu, Shawali dilinde “kısa pantalonlu beyaz adam” demekti. Bunu, Zanzibar’da öğrenmiştik. İstenmediğimiz belliydi. Barın sahibi müşterilerin hareketlerinden tedirgin olmuş olacak ki kötü bir şey olmaması için, özür diler bir halde çıkmamızı istedi. Bardan dışarı çıktığımızda Türk rehberimiz Tuğçe vize işlemlerimizi halletmişti. Hemen kontrol noktasına geçtik ve ardından Kenya’daydık. Bir an önce bu sınır şehrinden ayrılmak istiyorduk. 9 gün içinde ailemizden birisi gibi olan Amani’den sonra Kenyalı şoförümüz buzdolabı gibi soğuk. Kenya, Tanzanya’ya göre daha zengin ve gelişmiş bir ülke. Sınırdan geçtikten sonra yaklaşık 3 saatlik yolculuğun ardından günlerden sonra ilk kez aracımız asfalt yoldaydı. Yol üzeri tam bir alışveriş cenneti. Nairobi’ye doğru ilerliyoruz. Akşamüzeri Nairobi’ye vardığımızda kendimizi sanki Afrika’da değil, bir Avrupa başkentinde hissettik. Son derece modern bir şehir. Burada dikkatimizi çeken en önemli şey; her yerde Hintlilerin olmasıydı. Buradaki Hintliler 150 yıl kadar önce İngilizler tarafından, demiryolu inşaatında çalıştırılmak üzere aileleri ile birlikte getirilmişler ve bir daha da Hindistan’a dönmemişler. Afrika’da yaşayan ve atadan Nairobili olan “Hintli Zenci”ler onlar! Rehberimiz Tuğçe, akşam yemeği için bizi Nairobi’nin en ünlü “et lokantası”na götürdü. Menüye baktığımızda timsah, buffalo gibi safaride gördüğümüz hayvanların da bulunduğunu gördük. Nairobi’de timsahların et lokantaları için yetiştirildiği besi çiftlikleri varmış. Biz sadece tadına bakmayı tercih ettik. Esasen tadı tavuk eti lezzetinde ve hiç de fena değil. Fakat alışkın olmadığımız bir yemek olduğundan tavuk ve buffalo etini tercih ettik. Yemeğin ardından aracımızla Nairobi sokaklarını turladık, Türkiye’ye dönüş uçağımız sabah 05.00’te.
Gece yarısına doğru Kenyalı rehberimiz bizi dinlenmemiz için tarihi Norfolk Oteli’ne bıraktı. Tarih kokan bu otelin lobisinde yorgun argın uçağımızın kalkış saatini beklerken sehpada bulunan safari dergilerinden birini aldım elime ve ilk açtığım sayfada “yeter artık” diyerek bir çığlık attım!
Sivri-sarı dişleri ile bir babun, bana gülümsüyordu.
Yılmaz EFE / Zonguldak-Ereğli