Yine bi gün yolda... Pakistanlı abilerimiz arkamdan el sallıyor, hepinize selamları var. Kapı açma-kapatma törenlerinde kullanılan boş tribunlerin arasından Hint sınırına ulaştım, duty koymamış vicdansızlar. Bu sefer kafalardaki sarık düz değil çapraz sarılmış, bıyıklar dudakları kapatacak kadar uzun, ingiliççe Pakistanilere nispeten biraz daha anlaşılır.
Pasaportu teslim ettim siviller yanaştı hemen; gel bi çay iç, nerede kalacaksın, planın nedir, kaç gününü alır, İstanbul'da ne iş yaparsın... Her sınır memurunda olan o sahte samimiyeti aynı değerdeki tebessümlerle atlattıktan sonra pasaportu da teslim alıp şöyle bi dışarı çıktım. Hindistan'dayım lan, tamam buraya kadar planlamıştım ama hiç bu kadar ciddi bi plan yapmamıştım ki.
Kafası bi oda boyutunda Tata kamyonlar karşıladı hemen. Önlerinde aracı bi metre uzatan süsler, tanrı tipli hobitler, aynı belgesellerde gördüğümüz gibi. Aracın içi de bizdeki tır kafaları gibi değil. Öyle arkada sünger yatak, ranza falan yok, dümdüz tahta üstüne halı sermişler ama ne yakıyolarsa artık bi pis kokuyo araçlar, ıyyy.
Hemen dövizciler yanımda bitiyo tabi. Bu anı en az zararla atlatmak için 6-7 dolar bişe bozduruyorum, şehir merkezine kadar idare etsin. Anayola vardım ama Pakistan'da otostop yapmama izin verilmediği için trafiğin bize göre ters aktığı yolda hangi başparmağı kaldırmam gerekiyo bilemedim. Sol mu sağ mı derken durdu bi kamyonet. Yollardaki kasada gitme kaderim devam ediyor.
Amritsar'ın girişine bıraktı; “burdan rikşayla gidersin”. Ne rikşası! Ota boka harcarsam para mı dayanır. Biri beni öldürse de artık çöp yemek zorunda kalmasam bakışlı, 0 beden sığırlar yollarda kuyruk sallıyor ama o hiç susmayan korna sesleri o inekler için çalmıyor. Ara sokaklardan şehrin içine doğru devam ederken uzun zamandır beklenen muson yağmuru başladı, yılın ilk muson yağmuru olduğundan olsa gerek, millet önce mutluluğunu ıslattı ondan sonra kaçışmaya başladı sağa sola.
Daha yarım saat olmadan geçitler su ağzına kadar su doldu. Köprünün altı belki boyumdan daha derin, kenardaki yüksek kaldırımda evsizlerin üzerinden atlayarak kaçmaya çalışırken baktım az ilerde bi adam sağ dirseğinin üzerine uzanmış, kafasını avcuna yaslamış, sol diz yukarda, pantolonu hafif aşağı sıyırmış, Arşimet'e tepki gösterircesine yağmurun kaldırdığı çöpleri suluyor. Böyle bi deneyime gerçekten ihtiyacım var mıydı bilmiyorum ama cidden gördüm yani, yatarak işeyen insan.
Az ilerde bi başkası yağmurluğu beline kadar çekmiş koca alt geçiti alaturka tuvalet olarak kullanıyor. Naturalizmi hiç bu kadar canlı yaşamamıştım, montla tuvaletini yapan adamı da görmüş oldum. Tabi bu durum saatler ilerledikçe her yerde ortalığa tuvaletini yapan insanları gördükçe katlanılabilir hale geliyor. Domuzlarla aynı bataklıkta oynayan çocukları hala anlatasım yok!
İnsan geçmişe ümit eder mi? İnsallah Ortaçağ Avrupası dedikleri dönem bundan daha kötü değildir diyorum içimden. 15 kg çanta, musonu yiyince kaç kilo oldu Allah bilir.
Couchsurfing üzerinden bağlantı kurduğum bi eleman demişti; Golden Temple varmış burada. Madem yürüycem gitmişken uğrayayım bi, hem yemek beleş falan demişti yanlış anlamadıysam. Girişte hacı dayının biri durdurdu: “siz Müslümanlar çok sigara içiyonuz, içeride sigara yasak bırakın buraya” “he dayı he haklısın, bi çekil de içerde ne varmış bakalım. Sigarayı da gelince isterim, piç etme sakın”.
Büyük bi meydan var mermerden. Kenardan kenardan yürüyüp ayakkabıları karşı köşedeki emanetçiye teslim ediyorum, yalınayak olarak büyük bi kapıdan girdikten sonra kafamdaki Hindistan'a girdiğimi hissettim. Kocaman bi havuz içinde çatısı altın rengi kaplı bi oda. Etrafında bi tur atıp, bi köşede taslarla dağıtılan suyu içiyorum. Sonra elleri Yaratıcı'ya açıp günün anlam ve önemini belirten bir nacizane dua...
Ee yeter bu kadar turist kafası, beleş yemek nerede onu gösterin bana. Tapınağın arka tarafında büyük bir salon var, önünde hiç durmayan bir sıra. Nasıl Mekke'de iftar vakti insanlar yere serilen bezin etrafında tek sıra olur burada da yerde sıra sıra dizildik ama ellerimizde metal tabldot tabaklar. Genç delikanlılar bi ellerinde kova bi ellerinde kepçe sırayla geliyolar. Hızlı olcak diye kovaya daldırdığı kepçeyi tabağa bi metre yukardan döküyo. Baktım etrafıma kimse yemeğin üstüne sıçramasını problem etmiyor o zaman ben de etmem. Ne olduğunu hala bilmiyorum ama içinde et olmadığına kendimi inandırdıktan sonra yanında verilen pideyle birlikte üç kase yedim. Tatlı da vardı sütlaç gibi ama tadı hoşuma gitmedi benim.
Dışarı çıkarken, iki tarafta da yüzlerce insan sürekli gelen kaseleri tabldot tabakları yıkıyorlar bi tarafta da yeni yemekler pişiyor. Meğer bu Sikhism tapınağındaki olay şuymuş; içerideki su dağıtanlardan, bulaşıkçılardan, ayakkabı emanetçilerine kadar bütün işler gönüllüler tarafından yapılıyor ve bu gönüllüler sadece yerliler değil, her inançtan, inançsızlıktan, renkten insan istediği zaman gelip burada insanlığın bir parçasına hizmet ediyor. Bugün de doyduk, Elhamdülillah. Gidiyim de sigaramı alıyım bizim hacı dayıdan...