Gürcistan'dan yola çıkıp Ermenistan sınırından geçiyoruz. Ben Almanya Pasaportu ile girdiğim için işlemimde sıkıntı yoktu. Avrupa vatandaşlarına 180 gün koşulsuz vize veriyor. Sadece gerekli olan 6 aylık süreli pasaport ama Eyüp’ün vize işlemleri hayli uzun sürdü. Türkiye Vatandaşı Bordo pasaportlulardan 21 günlük vize için, 6 ay geçerli Pasaport ve 3000 Dram (AMD) istiyorlar. Eğer daha uzun süreli vize isterseniz tek seçenek 180 günlük vize. O da 10.000 Dram karşılığında veriliyor. Bu arada sınırda bir tek Dram kabul ediliyor. Gitmeden hazırlıklı olun. Çünkü simsarlar, her yerde. Sınırın dibinde Araratbank’ın küçük bir şubesinden para çevirebilirsiniz.
Tabii Eyüp uzun süre Azerbaycan’da yaşadığı için soru yağmuruna tutulmuş ama sorun yok. Neyse o kapıda da arama yapmadılar, biz böylece sınırı geçmiş olduk. Çok mutluyduk diğer yandan sınırdan sonra hiçbir şey olmadığını öğrendik, ne otel ne de başka bir şey, devam eden çöl gibi araziler. Sırılsıklamdık, üşüyorduk ve deli gibi rüzgar esmeye devam ediyordu. Yani saçma sapan bir sınırdan geçmek aslında fazla bir şey değiştirmiyordu, doğa aynı devam etmekteydi.
Sınırı geçtikten sonra yol kenarındaki evlerden anlaşılıyor ki derin bir yoksulluk var bu ülkede. Bütün komşularıyla yaşadığı sıkıntılardan dolayı her şey çok pahalı. İran ve Gürcistan dışında başka alışveriş yapabildiği bir ülke olmadığından buradaki yaşam kendi halkı için epey zalimce.
Tek çare otostop
Biraz ilerledik ama gidemez olduk. Çadır kursak, çırılçıplak bir arazi var. Kuru hiçbir şeyimiz yok. Her şey ıslanmış, çadır dahil. Çok üşümüştük, ocağı yakıp ısınsak benzinimiz çok çok azdı. Buradan gitmeliydik, başka yolu çıkar bir yol gözükmüyordu. Yine otostopa durduk. Yağmurdan ve rüzgardan gözlerimizi açamıyorduk. Halimiz perişandı ama uzun süre kimsenin bize acıdığı söylenemez. Üzülüyor insan böyle durumlarda. Sonra eski bir kamyonet durdu. İçinde işçiler, gittim yanlarına dedik mojna mı dediler mojna, yani mümkün :) Çok sevindik. Aslında araba çok müsait değildi. Arkası makinelerle doluydu ama yine de el ele verdiler bir şekilde sığdırdılar, bisikletleri de bizi de. Yoldaki bir sohbette Eyüp, Türkiye ile hala bir sorunları olup olmadığını sordu. Cevapsa ‘Zihniyet hala aynı, Türkiye hala aynı Türkiye’ oldu.
Onlarla 20 kilometre gidebildik. Sonra bir kasabada indirdiler bizi. Yine kaldık ortada, kalacak bir yer yok. Dedik otostopa devam. Bir tıra el kaldırdık, aslında biliyoruz ki tırlar durmaz. Çünkü arkadaki yüklerini ancak teslim yerinde açıyorlar.
Plansız Yerevan’a
Adam Yerevan’a gidiyormuş, davay dedik. Bisikletleri tır ve kasa arasına koyduk. Bir de köpeğimiz var ya, onu da sakladık önce ama yol uzun, gülümsedi, kızmadı bize. Biz de rahatlamış olduk. Açtı sıcacık kaloriferi, tır çok rahat, kuruduk bir güzel. İliklerimize kadar ısındık. Oh be… Yeniden yeniden teşekkür ettik Gürcistanlı ağabeyimize. Onun sayesinde kurtulduk o kötü havadan ve o çıplak araziden. Aklımızda Yerevan’a bu kadar hızlı gitmek yoktu ama evrenin bize getirdiğini kabul etmek lazım. Kıpırdayacak halimiz yoktu, fazlasıyla yorgun ve ıslaktık. 150 kilometre yolu çok güzel geldik. Yolda giderken doğru bir karar verdiğimizi daha da iyi anladık. Yol boyu hiç bir şey yoktu, sadece düz boş araziler, ağaç yine yok, ara ara küçük köyler ama su istesen bulamazsın. Yoldan gözüken Ermenistan’da üretim olmadığı, sadece hayvancılık yapılıyor. Halk genel olarak yoksul. Yol boyu tel örgülerle çevrilmiş sınırdan yolculuk yaptık ve Rusça bir kelime öğrendik ki burada en çok kullanılan kelime: Granitsa yani sınır…
Armavir’e yakın yol kenarında bir yerde durduk. Şoför indi sonra bizi çağırdı. Hava çoktan kararmıştı, yol kenarında kavun karpuz satan bir manav vardı. Yağmur yağıyordu hafiften. Loş ışığın altı kalabalıktı. Bizi yerde bir tahta masaya oturttular. Herkes sanki turistlere bakıyordu :) Sürekli kavun kesip ikram ediyorlar, biz yedikçe yenileri kesiliyordu. Sürekli “ye ye ye” bir yandan da şeker gibi kavun ama bu kadarı da çok fazla. Tipsiz de bayıldı kavuna. Harbiden ilginç köpek. Önceden içilmiş kahveler masada, uzaktan da derin kokular. Herkes gülüyordu, anlaşılan herkesin kafası güzeldi :) “Kayf kayf” diyorlardı. Bir keyif hali hakim ortama, kavunlar birbirinden tatlı. Sohbet sürdü gitti. Vakit gelince şoför ile ayağa kalktık, şoför koltuğunun altına güzel bir karpuz aldı ve yeniden yol. Ermenistan’da güzel bir karşılama olmuştu bizim için. Türkiye’den olduğumuzu söylediğimizde herkes sıcakkanlı davrandı. Bakalım şimdilik tepkiler iyi.
Yereven veya Erivan
Yol devam etti. Gece on gibi Erivan’a ulaştık. Şoför bizi merkeze yakın yol kenarında bir yerde indirdi. Vedalaşıp ayrıldık. Kurumuş ayakkabılarımız ıslak zeminle yeniden ıslandı. Eyüp, ben ve Tipsiz yol kenarında bisikletlerle ne yapacağını bilmez halde kaldık. Yine şehir yine problem. İnternet yok, telefonlar sıkıntılı, ucuz bir otel bulmalı... Eyüp, marketteki kızlara sordu. Hepsi çok sıcakkanlı, bildikleri kadar otel anlatmaya koyuldular. Düştük yola, dedik yol kenarı buluruz bir yer belki. Büyük AVM’nin karşısında bir motel, tam soralım dedik ki ortalık kadın pazarı. Ermenistan’da da erkeklerin aç vahşiliği pek Türkiye’den farklı değilmiş. Uzaklaştık oradan. Bir yere vardık; fiyat pahalı, neyse dedik katlanacağız ama köpek olmaz dediler. Ah Tipsiz deyip yeniden düştük yola. Karnımız aç, yorgunuz, biraz da ıslak. Bir yer daha bulduk bu saatte alamayız dediler. Karşısında başka bir otel bulduk. 15.000 Dram istedi. 12.000'e (~25 Dolar) anlaştık ama bu sefer köpeği riske atmadık. Eyüp adamla anlaştı ben hastayım diyerek köpeği yağmurluğun altında odaya getirdim.
O gün Erivan’da Bülent ağabeyin bir tanıdığı İstanbul Ermenisi bir arkadaşta kalacaktık. Saat 13.00 gibi müsait olurum haber veririm demişti. Biz de düştük Erivan sokaklarına. Köpeğe bir sahip bulamamıştık artık onu bir parka bırakmaktan başka çare görünmüyordu, şimdi misafir gideceğimiz eve de götüremezdik. İçimiz acıyordu ama tatlılığıyla birini kandırır sahip edinir diye düşündük. En azından artık enerjisi yerine gelmiş hayli canlanmıştı. Bulduğumuzda yürüyemiyordu bile. Yolda insanlara soruyoruz falan ama nafile, bir sahip bulamadık.
Biz bu köpeği çok daha kötü bir ortamdan aldık diye düşünüp parka bırakmaya karar verdik. Tam parka yaklaşmıştık ki bir adam yanaştı, ne tatlı bir köpek diye sevmeye başlamaz mı, “Onun eve ihtiyacı var ister misin?” diye sorduk. “Tabii ki” diye cevap verince bir kez daha şaşırdık :) Defalarca köpeği sevenlere daha önce aynı soruyu sormuştuk ama kimse istememişti. Şimdi onu bırakmaya dakikalar kala sahip bulmak sevindirmişti. Evren… Adam bankta oturan arkadaşının yanına götürdü bizi. İki yaşlı Ermeni okumuş, yüksek tahsilli adamlar sabah sabah içmişler votkayı sonra da parka dolaşmaya çıkmışlar. Adamın (Stefan) evde dört köpeği daha varmış.
Sonra dediler ama önce gidip birer bardak votka içeceğiz. Arkadaşının evi hemen oradaymış. Biz de kabul ettik, eve doğru gittik, köpeği garaja bıraktık. Bizimki bırakılmaya alışık değil tabii ağladı biraz. Tarihi bir ev, çok az eşya var ama düzenli. Evin dört tarafı kitaplarla dolu. Bir de yağlı boya tablolar asılı, annesi babası vb. Geçtik mutfağa oturduk, kahve istediler. Türk kahvesi ve Ermeni kahvesi hemen hemen aynı. Herkese cezvede kahve yapıp servis ettim. Sonra yeni şişe votka geldi. Hanımlara özel el yapımı likör varmış, benim bardağıma önce o dolduruldu. Sonra sohbet sohbet… Evine misafir olduğumuz adam ekonomi mühendisi, köpeği sahiplenen Stefan mimarmış. İkisi de yaşlarını hayli almışlar.
Ev sahibinin aslı Muş’tan. 1915’te Ermenistan’a gelmişler. Soykırım konuları açıldı. Genel politika, bol bol Almanlar üzerine vb. Ev sahibi bize akordeon çalmak istedi. Eski bir kutudan güzel bir akordeon çıktı ama hem adamın bir eli tutmuyor hem de sarhoşluk, çalamadı. Biz yine de çok teşekkür ettik. Baktık muhabbet tam sarhoş muhabbetine dönüyor teşekkür ederek çıktık. Tipsiz’e iyi bakmasını rica ettik, kapıdan çıkarken “Köpek sudan başka bir şey içiyor mu?” diye sordu Stefan. Biz şaşkın şaşkın baktık, “Benim köpek votka içiyor da” deyişi biraz biz de endişe yarattı :) Ama neyse biz onun iyi olduğunu umut ediyoruz. Evren son anda yine bir şans tanıdı. O artık yeni bir diyarda yeni hayatına devam edecek. Biz de kaldığımız yerden yolculuğumuza devam edeceğiz.
Biraz dolaştık, baktık bizi misafir edecek ev sahibinden hala haber yok. Soykırım Müzesi'ne doğru yola çıkmaya karar verdik. Havanın da kararmasına az kalmıştı, önümüze dik bir yokui çıkınca çıkışı ertelemeye karar verdik. Nehri ve etrafı izliyorduk. Yaşlı bir adam elinde bir dosya bir şeyler çiziyordu az ileride. Biraz onu seyrettik, fotoğrafını çekip yanına gittik. O da çaktırmadan bizim resmimizi karalamış. O da ayrı bir deli, dosyada resim kağıtları, eskizler çıkartıyor. Biraz sohbet ettik, ressammış. Eyüp, Destan da resim yapıyor deyince 'Çiz bir şeyler' dedi. Bir şeyler karaladım bende sonra o da benim portremi karaladı biraz. Ayak üstü birer şat votka içtik, Eyüp röportaj isteyince ‘Yok’ dedi. ‘Artık gitmek istiyorum’ deyip gitti. Kendiyle konuşa konuşa gülümseyerek ayrıldı oradan.
Ararat’ın O Muhteşem Manzarası
Biz de geriye doğru yola düştük. Köprünün üstüne vardığımızda Ağrı Dağı'nın görkemiyle karşılaştık. Ermenilerin deyimiyle belki eski kadim adıyla “Ararat”. İtiraf etmeliyim ki ben dağı daha önce Ağrı’dan da görmüş biri olarak, hiç bu kadar görkemli gözükmemişti gözüme. Köprüde durup fotoğraf çekecektik ki ortalık bir karıştı. Polisler, ‘Yok efendim, duramazsınız. Devam edin’ falan dedi. Biz köprünün sonuna gidip bisikletleri bırakıp tekrar köprünün ortasına geldik. Biraz Ararat’ın görkemini izledik. Sonra yol kesildi, “önemli” adamlar geldi. Onlarda köprünün ortasına geçip fotoğraf çektiler. Bizde bu “büyük” adamlardan birine fotoğrafımızı çekmesini rica ettik. Güler yüzle kabul edip çekti :) Neyse sonra onlar yeniden lüks arabalarına bindiler ve gittiler, sonra yol yeniden açıldı, biz de sakince oradan da ayrıldık.
Opera binası şehri başlatıyor müziğiyle. Çevresindeki parkta eğer sol tarafa giderseniz lüks kafeler, sağ tarafa giderseniz de gerçek Erivan’ı görebiliyorsunuz ama yine de o parkta binayı izlemek gerek sanki…
Artık hava kararıyordu iyice, bizi misafir edecek Nişan’a yazdık, ‘Ev müsait gelebilirsiniz’ dedi. Sonunda. Evin yolunu tuttuk. Nişan’la buluştuk. Nişan İstanbul’da yetişmiş bir Ermeni. Erivan’a tarih okumak için gelmiş. Bir göz evi var ama Ararat manzaralı :) sanırım Ermenistan’da evlerin değeri dağ manzarasına göre :) Nişan ile biraz sohbet edip günü kapattık.
Kahvaltının ardından merkeze indik. Erivan’ın 2793. doğum günüymüş. Her yerde etkinlikler var. Bir parka gelince baktık resim sergisi var. Daldık içine ki sanırım şehirdeki bütün ressamlar oradaydı, o derece kalabalık.
Baktım ressamlar oturmuş, sofra kurmuşlar bir bankta hem yiyorlar hem votka içiyorlar, onları videoya alıyordum gizlice ki fark edildim. Çağırdılar, gittim. Hemen oturttular beni masaya. İlk soru her zamanki gibi “Nerelisin?”. Bu soruya değişik yerlerde değişik cevaplar verdim Ermenistan’da. Çünkü biliyorum, bir düşmanlık hala var. Türkiyeliyim dedim bu sefer. Biri oradan ”Oo Batı Ermenistan yani” dedi, “Belki Ermenisin’dir” dedi diğeri, güldüm. "Kim bilir?” dedim, “Çok karışmışız birbirimize” deyip güldüler. Bardaklara votkalar doldu, problem yok diyenler masada kaldı. Sanırım masada bulunan dört kişi 1915’ten ve yakınlarını yitirmiş insanlar. Güzel insanlar. Elleriyle bana ekmek üstüne bir şeyler hazırlayıp ''Ye ye'' diyorlar durmadan. Eyüp de bir süre uzaktan izleyip katıldı aramıza. Beraber yedik içtik. Bardaklar boşaldıkça yeniden doldu. Şişe bitince Eyüp ile Karin (Ressamlardan biri) yeni şişe ve meyve alıp geldiler. Sonra bir kadın geldi (Mariam) o da tiyatroda çalışıyormuş. Karin, Mariam ve biz uzunca sohbet ettik. Mariam evde oğlu ile kalıyormuş, bizi davet etti. Ertesi gün onda kalmak üzere anlaştık, sevindirici bir davetti.
Sonra oradan ayrıldık, sarhoş olduğumuzu masadayken anlamamıştık ama kalkınca daha da anlamış olduk. Eyüp ile sarılıp yürümeye başladık, bu sırada fark etmemişiz, Nişan bizi aramış. Onunla buluştuk, bizi yemek yemeye götürdü. Ermenistan’da ki yemeklerin çoğu bizim bildiğimiz yemekler; lahmacun, kebap vb. Güzelce yemek yedik. Şehirde eğlence devam ediyordu ama hava kararmıştı. Bir yandan da soğuk ve bizde yorgun düşmüştük içkiden. Ufaktan evin yolunu tutup temiz bir uykuya daldık.
Ertesi gün hazırlanıp Nişan ile vedalaşıp evden çıktık. Saat 12.00’da Karin ile parkta buluşup Mariam’ın evine geçecektik. Parka gittiğimizde Karin oradaydı. Aslında orada olmasını niyeyse çok beklemiyorduk. Mariam’dan henüz ses yoktu. Karin, birkaç kez aradı ve sonunda saat 15.00'da buluşmak üzere ayrıldık.
Soykırım Müzesi
Bisikletlerle bu sefer kaçış yok. Soykırım Müzesi'ne gidecektik. Yol boyu çoğu billboardda 1915 afişleri asılıydı. O önemli maçın yapıldığı stadyumun önünden de geçtik. Müzenin yoluna girince II. Dünya Savaşı ile ilgili soykırıma da dair afişler de belirmeye başladı. Müze, iki gün bayramdan bir gün de pazartesiden dolayı kapalı olduğu için orada olduğumuz müddetçe ziyaret edemedik. İçerideki belgelerin hepsi Ermenice olduğu için bizim için pek önemli değildi. Anıt ve yanan bir ateşin olduğu bölgeyi (Tsitsernakaberd) ziyaret edip ayrıldık. Çiçek (Beyaz) almadan gitmek saygısızlık olarak kabul ediliyor ama biz daha önce konulmuş çiçekleri kullandık.
Soykırım Anıtı
Yeniden şehri gezdik. Şehrin neredeyse her sokağında harika heykeller var. Bu konuda çok başarılılar. Devlet meydanında Sovyet ve Ermeni mimarisi birbirine karışmış ve her yapının girişinde resim çalışmaları görüyor insan. Bu da şehre güzel bir hava veriyor.
Stalinka evlerinin girişi
The Cascade denilen bölgede dünyadan heykeltraşların olağanüstü çalışmalarını izlemek ve piano heykelinin (Alexander Tamanyan Statue) müziğinde o dev ellerinin arasından merdivenle çıkan insanları izlemek harikaydı.
The Cascade
Katolik (Katoghike) Kilisesi'nin bahçesinin duvarına bisikletlerimizi dayayıp içeriye daldık. Aynı avluda iki tane kilise var. Biri yeni yapı, diğeriyse 13. yüzyıldan; gerçekten huzur veriyor ama adamlar buraya yeni kiliseyi yapıp bütün atmosferi bozmuşlar. Ermeniler tarihteki ilk Hristiyan olduğunu iddia eden topluluk. Tam içerideki duvar resimlerini izlemeye dalacak ki rahibe ablamızın canı sıkılmış olacak ki bize bağırmaya başladı. Vay efendim bisikletleri çekecekmişiz. Araba mı bu? Kafayı yedirtir bunlar insana!
Katolik (Katoghike) Kilisesi
‘Senin Allah’ın var? Hrant’ın ne günahı vardı?’
Neyse yürümeye başladık ki, kilisenin duvarından Sarı Gelin türküsü çıkıyor kavaldan. Oturup tüylerimin dikelmesini izledim. Gözlerim bağımsızlığını ilan etmişti. Yanaştım yanına, Rusça konuşurken nereli olduğumu sordu. Sonra benim için bir türkü daha çaldı. Ardından Reshid Behbudov’dan Küçelere Su Serpmişem… Bunun üzerine bir şey diyemiyorum. Gözlerime o kadar güzel baktık ki... ”Sen benim, ben senin hemşehrinim” deyiverdi yarım yamalak Türkçesiyle. 1915’te yakınlarını kaybedip babasıyla bir başa buraya gelmişler ve kilise müzisyenliği yapıyorlarmış. Birkaç tane daha Türkçe parça çaldı bana. İnsanlar da Türkçe olduğunu anlayacaklar ki gülümseyerek geçtiler yanımızdan. Sonra bana ”Senin Allah’ın var? Hrant’ın ne günahı vardı?” diye sordu…..
Böyle.
Saat 15.00'i geçtiğinde haber yoktu buluşma 17.00’e ertelendi. Bisikletçi dükkanına gittik sonra uzaktaki Mariam’ın evine doğru yola düştük. Bir hayli uzaktı ev. Tam vardık derken Karin’den telefon geldi. Mariam’in işi çıkmış, hastaneye gitmiş falan. Merkeze gelin yanıma dedi. Artık sinirlerimiz bozulmuştu. Alkollüyken verilen sözler boşmuş özellikle Ermenistan’da onu anladık. Karin de bir daha aramadı bizi. Neden aldattılar bizi? Problem neydi bilemedik ama üzüldük. Bizim içinde kolay değildi akşamüstü sokakta kalmak. Bir marketin yanına oturduk, ne yapacağız diye düşünmeye başladık. Hava kararıyordu ve şehirde kalakalmıştık orta yerde. Yorgun ve açtık, Eyüp hastaydı ve çok halsizleşmişti. İnternetten en ucuz hosteli bulup 7 kilometre haydi pedalla yine. Bu hostel daha aile havasında bir yerdi. Eyüp hemen yattı, sayıklaya sayıklaya uyudu bütün gece.
Neyse ki Eyüp sabah kalktığında iyileşmişti. Çantaları hazırlayıp, dışarı çıktığımızda şakır şakır yağmur yağıyordu. Hostel sahibinin annesi bize içeride oturup yağmurun dinmesini beklememizi söyledi ama hava durumunu kontrol ettiğimizde iki gün yağmurlu gözüküyordu. Dedik yağmurluklarımızı test zamanı, giydik takımları düştük yola.
Gittik gittik, nihayetinde şehirden çıkmış olmanın mutluluğunu yaşadık. Şehirler hep stres dolu, kalacak yer hep sıkıntı ve sürekli para harcatıyor. Yol düz ve boştu, alışveriş için bir köye sapmamız gerekti. Sonra az gittik uz gittik, akşam oluyordu. Baktık kara bulutlar üstümüzde dolanmakta dedik yine yağmur geliyor. Alelacele bir yer aradık, bir tarla yoluna sapıp sona kadar gittik. Köylüler bir tarlada çalışıyordu yan tarafta uygun bir yoncalık vardı. Çadırı kurduk hızla, yan tarladan yaşlı bir amca gelip hasat ettikleri bir kova üzümü getirdi bize ve gitti. Tam çadırı kurup eşyaları içeri aldık ki deli gibi bir yağmur başladı. Hemen içeri kaçtık. Çadırda peynir ekmek bir şeyler hazırlayıp akşam yemeğini sonlandırdık ve yağmurun sesiyle tekrar doğaya kavuşmanın huzuruyla uyuduk.
Sabah toparlanıp yola çıktık. Tarla bölgesi hayli kalabalıktı. Askeri giyimli bir çiftçi gelip iyi ki daha ileri kurmamışsınız çadırı, yoksa FSB (Rus özel harekatçıları) vururdu sizi deyip sınırı gösterdi bize. Hemen Türkiye sınırının dibindeymişiz. Akşam sisli olduğundan farkedememişiz. Sınırı ve gözetleme kulelerini izledik bir süre sessizce, sınırlar ne kadar anlamsızdı, insanları ne çok bir oyana bir bu yana ayırıyorlardı. Rus askerinin Ermenistan sınırını koruması ayrı bir konu zaten.
Neyse sınır boyu bisiklet sürmeye devam ettik, bir yan Türkiye bir yan Azerbaycan biz ortada iki yaşamışlığımız olduğu ülkenin arasından bisiklet süre süre ilerledik. Yol kenarında, tarlada kahve molası vermiş ablalar durdurdu bizi, gelin dedi kahve içelim. Düştük yanlarına, ikisi Ermeni biri Ezidi. Üzüm hasat ediyorlar. Cezvede kahve pişti, anlaşabildiğimiz kadar konuştuk, sonra bize en güzellerinden üzümler kopartıp hepsi ayrı ayrı bize sundu. Üzüm şöleni gibiydi, kocaman bir poşetle yine düştük yola.
Yolda biber tarlası sonrasında domates tarlası gördük, oralardan da göz hakkı olan payımızı toplayıp geçtik. Yolda sıra sıra tezgahlar açılmış herkes meyve sebze satıyordu. Yaşlı bir dayı gelin diye el etti, hemen karpuz kesildi. Biraz azerice biliyordu dayı, 1919’da İran’dan gelen Ermenilerdenmiş. Çok canlar yandı diyerek yine 1915′ten konuşuldu. Sonra damadı geldi. Ermenistan milliyetçisi, ‘Şimdi çok küçüldü Ermenistan ama yine büyüyecek’ dedi. Nedir bu büyüme sevdası arkadaş? Toprak büyüklüğü değil ki sana huzuru getiren. Bak ufacık ülkesin, başında 20 yıldır aynı politika sadece kendi karnını doyuruyor. İnsanlar aç, yoksul ve işsiz. Ne olacak kocaman toprakların olsa? Neyse kalktık oradan da, bozuk bir matımız vardı. Onu onlara verdik, en azından altlarına sererler diye; sevindiler, mısır getirip verdiler, közleyip yiyin diye de bolca nasihat ettiler.
İlerleyip akşama doğru bir köye girdik, çok acıkmıştık, ayak üstü bir şeyler yiyelim derken Batum’da karşılaştığımız İsviçreli bisikletçi geldi. Adam Karabağ’ı dolaşmış geri dönüyor. Yine başladı yollar şöyle dağlık böyle dağlık, şuralarda mayınlar var falan filan. Bizim moralimizi bozdu gitti. Dedik yine otostopa döneceğiz çare yok. Biz süper bisikletçiler değiliz, ciğerlerimiz de çok temiz sayılmaz, yeniyiz bir de... Acemilikten hep zor yolları da seçtik ama elimizden geldiğince yavaş yavaş da olsa gidiyoruz. Bizim için mesele ülke geçmek değil, biz etrafımıza dokuna dokuna gitmek istiyoruz. Neyse az ileride bir şeftali bahçesi bulduk, girdik içeri çadırımızı kurup yemeğimizi yaptık, adamın dediğine göre 5 km daha düzlük varmış sonrası dağlar. Dedik hele gün doğsun bakalım…
Ertesi gün yola çıkıp az ileride otostopa durduk. Bir araç bulmamız hayli zaman aldı. Tekerimiz de patlamıştı. Aracı bulduk ara şehir Yekheknatzor’un yakınına kadar onunla gittik. Bir şarap kasabasında inmiştik, ufak el yapımı bir şarap aldık. Eyüp, bisikleti tamir ederken ben de sandviç hazırladım sonra yine yola devam. Yollar, bisiklet arızaları gittikçe bizi daha çok zorlar hale gelmişti, moral olmayınca pedal da bir türlü dönmüyor. Yine otostopa durduk.
Goris’e yani Karabağ sınıra gitmek istiyorduk. Yine bir bekleyişin ardından bir araç bulduk. Her duran araç bizden önce para istiyor sonra paramızın olmadığını söyleyince yine de bizi alıyor. Neyse David de para isteyince ona cüzdanımızı gösterdik, "4000 Dram paramız var, verelim yarısını" dedik, güldü tamam dedi, bindik bisikletlerle minibüse. Tereyağı dağıtımı yapıyormuş minibüsle şehirlere. Yolda güzel sohbet ettik, çocuğumuzun olmadığına üzülüp bize Azize Barbara’nın resmini verdi yardim eder diye. Goris’te de ucuza bir otelde kalabileceğimizi söyleyip orayı da ayarladı. Karabağ, için de bir yer bulacağını söyledi. Hava kararmış ve geç olmuştu ki Goris’e vardık. Otel sahibi adam ve kadın oldukça huysuz tiplerdi. Lüks bir yer yapmışlar ama insanın burnundan getiriyorlar. Yok çantaları odaya koymayın yok şunu yapmayın falan filan. Goris aşırı milliyetçi bir şehir, Türkiye’ den geldiğimizi duyan tüm insanlar aşırı tepkili, sert bakışlı.
Eyüp bakkala gitti. İlk başta iyi davranmışlar ki Türkiyeli olduğunu öğrenince etrafını çevirmişler. David, olaya müdahale edince sorun olmamış. Ulen saftirikler, ne gereksiz duygular bunlar yahu…
Amaç Karabağ'a gitmek… Sabır ki sabah olsun, uzun zamandan sonra çok sıcak olmasa da yine de temiz bir duş.