Bisikletle Kırım'a seyahatimiz başlıyor. Artık vapura binme zamanı gelmişti. Vapur soğuktu. İçi klimalı ve dışarıdan daha bir soğuktu ama Ruslara etki eder mi hiç? Klimanın dış ünitesinden çıkan sıcak havaya sığındık. Ah Ruslar ah…
Bu soğuğa rağmen karşıdan gözüken Kırım, güzelliğini belli ediyordu; az ışık, çok koy, yıldızların dansıyla yepyeni bir gezi bizi bekliyordu. Yaklaşık 10 dakikalık vapur yolculuğundan sonra Kerch şehrine vardık. Oradan otobüsle saat sabah 6.30'da günümüzdeki özerk bölgenin başkenti olan Simferopol’e, bizim söylemimizle Akmescit’e, vardığımızda derin bir soğuk ve ince bir yağmur bizi selamladı.
İlk Durak: Simferopol / Akmescit
Kırım gezisini henüz planlamadığımızdan şaşkın ördek yavrusu gibiydik. Yağmuru ve kışı hiç beklemiyorduk, yağmurluklarımızı ve kışlıklarımızı ilk defa çantadan çıkarıp üstümüze geçirdik. Kahvaltı için bir fırına uğradık ancak her şeyin tatlı olduğunu öğrenince bir şey almadık. Sabah 8-9’a kadar şehirde bisikletle dolaşıp wi-fi olan ya da sonradan wi-fi'den de vazgeçip sadece kahvaltı yapabileceğimiz bir yer aradık.
Şehir, sessizdi ve biz yorgunduk. Derken bir parka gittik, Eyüp’ün dizlerine yatıp derin bir uykuya dalmışım. O parkta en az iki saat oturduk, yattık, üşüdük, sarıldık… İnsan bilmediği bir şehrin ortasında, bankta şala sarılmış dururken kendini çok kimsesiz hissedebiliyor.
Çevredeki insanlar şehrin aynası gibiydi, parkın en uç bankında oturan beş sarhoş, belli ki dün geceden beri içiyorlardı. Bu bölgede neredeyse her yerde sokakta içen ve sinyalle geçinen binlerce insan var. İçmekten elleri, yüzleri şişmiş. Onun bir yan bankında oturan üniversiteli kadın, kulaklıklarını takıp ders notlarının peşinde, karşı bankında yalnız ve çekingen genç çocuk sadece telefonuyla oynuyor, onun yanında da dört-beş tane öğrenci grubu kendi aralarında geyik yapıyor. Yanımıza yanaşan parkın temizlikçi ablası çöpleri süpürürken yeni nesil gençleri "üniversiteliler ama şu pisliğe bak, kültür yok" diye bize şikayet ediyordu.
Couchshurfing’den iletişime geçtiğimiz Marina, bizi akşam misafir edebileceğini söyledikten sonra biraz daha rahat nefes alıp Simferopol’un tadını çıkarmaya karar verdik. Şehirlerde genel olarak çadır kuramayacağımız için kalma konusu hep çok daha stres yaratıyor.
Simferopol’un sokaklarını dolaşıp şehri keşfettikten sonra biraz daha şehir dışına doğru gitmeye karar verdik.
Neopolis Kalesi
Neopoliskalesi yokuşun tepesinde kente hakim konumda. Yol, gittikçe yokuşa ve taşlığa dönünce son çare elimize bisikletleri alıp itekleye itekleye dağın tepesine ulaştık. Artık şehir ayaklarımızın altındaydı. Şehrin kalabalık stresinden kurtulup kargalarla selamlaştık. Kale ufacıktı. Giriş için para istediler. Bence bisikletlerle o kadar yolu geldiğimiz için bizi takdir edip içeri almalılardı ama tabii ki, dünya hayal ettiğimiz gibi bir yer değil :) ama yine de paramız yok sohbetinin ardından müze dışında olan kısımları dolaşıp kalenin üstüne çıkmamıza izin verdiler.
Teşekkür edip oradan ayrıldıktan sonra çayırların üstüne oturup şehri uzaktan seyrettik. Kırım’da da çarpık kentleşme, çirkin yapılar, bozuk yollar…
Ev konusunda umudumuzu kaybetmeye başlamıştık ki o sırada Coucsurfing'ten Marina "artık gelebilirsiniz" diye mesaj atınca yola düştük yeniden.
Tipik Sovyet Evleri
Kaldığı yer Sovyet döneminden kalma kocaman bir toplu konuttu veya kocaman bir yurt… Okul bahcesi, öğrenciler… Yurdun bir kısmı ise yurt çalışanlarının konaklaması için ayrılmıştı. Evlerin garip bir yapısı var. Bir katta dört aile oturuyor. Ortak banyo ve mutfaklar var. Herkesin paspasından bardağına kadar ayrı. Kombiler bile farklı farklı. Ana holden dört aile evlerine giriyor. Kilitli bir kapı olayı falan yok, herkes çok rahat zaten. Farklı evlerden ziyade farklı odalar gibi… Marinaların iki odası var; birinde babası diğerinde Marina ve 8 yaşındaki kardeşi Anton kalıyor. Biz de ufacık odaya yerleştik. Akşam babasıyla sohbetleştik mutfakta. Zulaladığı özel bir şarabından ikram etti bize. Türkiye’den konuşup bir de Türk Kahvesi patlattık. Türkiye'den de delilerin çıkmasını şaşkınlıkla karşıladı. Çocuk ranzasının altında Marina, üstünde biz, yan koltukta Anton uyuduk. Yani minnacık bir odada 4 kişiyiz ama derin bir uykuydu. Gece hayli horlamışız. Utandık fakat yapacak bir şey yok o kadar yol geldik.
Simferepol Botanik Parkı
Botanik Parkı gerçekten doğal bir park. Zaten Kırım, genel olarak yeşil desek yalan söylemiş olmayız. Daha önce gördüğüm parklara nazaran yapaylığını çok az hissettiğin bir park. İnsanlar çocuklarıyla, sevgilileriyle, dostlarıyla, köpekleriyle parkta keyifle vakit geçiriyorlar. Bir şehirde gerçekten yeşil olmazsa olmaz. Gezi parkını düşündüm, İstanbul’un az yeşilini korumaktı ilk amaç.
Sovyet, her şehirde yeşili korumayı başarmış; ağaçlı yollar, şehirde devasa parklar vb... Daha çok nefes alıp daha çok doğayla ilişkide kalmak için. Parktan çıkıp göle yürüdük, gölün kıyısında oturup biraz da su sesi dinledik.
Puşkin sokağı
Şehrin tam merkezinde, trafiğe kapalı güzel bir sokak. Her yerde yine sanat binaları, taş işlemeleri. Sokak sanatçılarının her biri profesyonel düzeyde.
Simferepol Eski Şehir
Eski binalar, iç içe geçmiş labirent sokaklar, eski cami ve kiliseler. Kırım kozmopolit bir yer, yolda çokça Kırım Türkü'ne rastlayabilirsiniz (kendilerine Tatar denmesinden pek hoşlanmıyorlar).
Eve dönüş yolunda Marina’yla karşılaştık. Güzel tesadüf oldu. Beraber döndük eve. Eyüp de ben de hasta gibiydik. Sanırım mikrop kapmıştık. Pis yaşama evresine vücut daha adapte olamadı herhalde Eyüp erkenden uyuyuverdi.
Akşam eve bir misafir daha geldi, Couchsurfing’ten. Marina küçücük evine dünyaları sığdırabilen genç bir kadın… O gece Anton babasının yanına uyumaya gönderildi. Biz aynı düzen uyuduk yine. Gelen yeni konak Sasha, Moskova’dan tatile gelmiş Kırım’a. Kırım, Rusya’ya geçtiğinden bu yana çok fazla Rus turist Kırım’ı dolaşmaya geliyor.
Ukrayna’dan Rusya’ya…
Marina ve babasıyla uzun uzun Kırım meselelerini de konuştuk. Ukrayna’dan Rusya’ya geçişte neler değişti? Şimdi nasıl? İnsanların tutumu ne? Geçişten yani oylamadan önce sahte bir gündem yaratılmış. Kırım halkına savaş çıkacağı söylenmiş, aynı zamanda onlara Tatarların terörist eylemler yapacakları da işlenmiş. Ve tabii ki büyük güç Rusya, onları koruyacak tek devlet! Hal öyle olunca Rusya’yı ‘kurtarıcı’ olarak görmüş çoğu insan. Rusyalılar da aynı düşüncede, Kırım Rusya’ya geçmeseydi Kırım’da savaş olacaktı. "Kırım Türkleri ise bizi oyuna getirmeye çalıştılar ama gelmedik" diyorlar. Ortada bir düşmanlık yok. Zaten yıllardır iç içe yaşamışlar sorunsuz ama Putin’in Rus olmayanlara karşı pek tahammülü yok. Uluslararası Af Örgütü'nün verilerine göre de çok sayıda Tatar lider ortadan kaybedilmiş geçiş döneminde. Ukrayna ile daha rahatmış aslında herkes ama zengin ve güçlü ülkeye geçiş, Ruslarda ego yükselmesine ve daha çok milliyetçiliğe yol açmış. Her yerde Rus bayrakları asılı. ‘Bir gecede bir ülke nasıl değişir?’ diye çok düşündüm. Uyuyup uyanıyorsunuz ve artık başka bir ülkedesiniz ve paranız değişiyor, plakanız, pasaportunuz ve kimliğiniz. Kırım, şu an tuhaf bir halde. Ukrayna da Rusya da Kırımlıları kendi vatandaşı sayıyor. Çift pasaportları var ama iki tarafta diğer pasaportu kabul etmiyor. Kırımlılar hem Rusya’ya hem de Ukrayna’ya gidebiliyor ama Kırım’dan başka bir ülkeye hiç bir vasıta yok! Tüm ucuşlar ve gemiler iptal olmuş. Yani küçük bir hapishane yapmışlar Kırım’ı!
Bizim planımız da Kırım üzerinden Ukrayna’ya geçmekti. Bu konuda fazla bilgi bulamasak da sınır kapısını açtıkları ve geçişlerin sorunsuz olduğu yönünde birkaç okuma yapmıştık. Marina, bize oradan Ukrayna’ya geçemeyeceğimizi söyledi. Eğer Kırım’a Rusya’dan girilirse Rusya’dan çıkılmalıymış. Sinirlerimiz çok bozuldu. Konsolosluklara mesaj attık ama cevap alamadık. Ne yapacağımızı şaşırmıştık ama yola devam etmek istiyorduk.
İkinci Durak: Tatarlar'ın yoğun yaşadığı bölge Bahçesaray
Kırım, Karadeniz bölgesinde olduğu için bir hayli dağlık. Bu yüzden yol konusunda biraz endişeliydik ama herhalde şimdiye kadarki en rahat ve hızlı yolculuğumuzu yaptık. Çünkü tamamen yokuş aşağı gittik Bahçesaray’a girdiğimizde hayli şaşkındık. Gerçekten şehre girişte güzelliğini belli ediyor ve epey Rus turist vardı.
Osmanlı havasını hissediyorsun. Bahçesaray, önceleri Kırım’ın başkentiymiş. Şehirden hızla çıkıp ilk hedef kamp yeri bulmaktı.
İnternette rastgele bulduğumuz bir kampingi, navigasyonda işaretleyip ona doğru yol almaya başladık. Gittikçe dağlara doğru tırmanış başladı. Artık yol gitmez, bisiklet sürülmez insan geçmez bir yer oldu. Tabii vazgeçmedik ama kamp falan yoktu. Güneş batıyordu. Bir dağın tepesinde bir yan orman, bir yan sarp kayalıklar ve ortada biz kalmıştık. Uygun bir yer bulup çadır attık. Yemek için gün aydınlığını kaçırmıştık. Kafa lambasıyla yemeğimizi pişirdik. Gece de ateş yakıp başında oturup biraz ateşi biraz yıldızları izledik. Derin orman sessizliği her çıtırtıyı bize yansıtıyordu. Çadırımıza yatıp insansızlığın tadını çıkardık. Çadırda tepe lambası açık uyuduk.
Kamp yerinde yaban domuzları!
Gece bir ara uyandığımda domuz seslerini duydum, hızla kalkıp ışığı kapattım ve hızla geri yattım. Çadırın dibine kadar gelmişlerdi. Eyüp, hafif uykudan uyanıp ne olduğunu sordu "bir şey yok" dedim. Ama düşünsenize en az 200 kiloluk yabani domuzlar yanınızda! Uyudu neyse ki. Benim inancım hayvanlara bir zarar vermeye kalkmadıktan sonra onlardan zarar gelmeyeceği yönünde. Önemli olan onların yaşam alanına saygı duyman ve onları sevebilmen. Çadır kurduğumuz yerde kızılcık ağacı vardı, onu onlarla paylaşmalıydık tabii. Onlar bizi, biz konuşmadan hissedebiliyorlar.
En büyük korkum her zaman insanlardan yana oldu çünkü en acımasız ve zararlı tür biziz… Maalesef bu böyle… Yine de onların arasına karışabilmek onur sebebi.
Dağdan aşağıya doğru sallandık. Yukarı Şehir kısmında gezmeye başladık. Yanımıza "Yardımcı olabilir miyim?" diyerek biri yaklaştı. Yakında bir lokanta varmış. Aslında pek dışarıda yemek yemeyi ekonomik olarak tercih etmiyoruz ama Tatar yemeği de yemeden olmaz elbet. Ucuz bir yerdi. Bisikletlerimizi de onlara bırakabilecektik gezmek için. Ucuz bir hostel sorduk, ‘burası’ dedi. Pazarlıkla 500 Ruble (7 dolar civarı, iki kişi için uygun) bir fiyata kalmayı kabul ettik. Hem şarj sorununu hem internet sorununu halletmeliydik.
Bahçesaray'da Ermeni Manastırı
Tepelerde bir Ermeni manastırına çıktık. Kayaları oyarak içine oturtmuşlar. İnziva için güzel yer. Kalelere de çıkabilirdik ama tercih etmedik.
Kırım Han Sarayı
Biraz daha şehrin aşağılarına indik. Osmanlı külliyesine, Kırım Han Sarayı’na yine para vermeden ricayla girdik. 10 dakika dolaşmamıza izin verdiler. Osmanlı’nın gerçekten sade işlemeli, gösterişten uzak bir külliyesi. Boyamalar güzel, mat ve sadeydi.
İsmail Gaspıralı Müze Evi
Osmanlı döneminin fikir insanı İsmail Gaspıralı’nın müzeye çevrilmiş olan evine gittik. Ama evin içinde ona dair hemen hemen hiç bir şey yoktu. İlginç tarafı, halen hem Rusça hem de Türkçe yazılmış yazıların saklanıyor olabilmesiydi. Parasız olması da ayrı bir güzellik tabii…
Şehirde biraz daha dolaşıp hostelin yolunu tutacaktık, kaldırıma oturup otobüs beklediğimiz sırada yanımıza bir adam geldi: Alig. Alig, dolaşıp kiliselere etrafındaki insanlara haç, kitap falan satan biri. Uzun uzun sohbet ettik. Tabii o daha çok konuştu. Biz genelde kafa salladık. Otobüse de beraber bindik. Bize tembih etti "yol parasını vermeyin, çok kalabalık" diye ama inerken yakalanınca göz atıp gitti. Deliler güzeldir…
Üçüncü Durak: Sivastopol
Yine genel olarak yokuş aşağı olan bir yolculuk yaptık, keyifliydi ama Bahçesaray’dan biraz geç çıktığımız için yine akşama kalmıştık. Kamp yeri çok uzakta görünüyordu. Yine şehir problemiyle yüz yüze kalmıştık. Sivastopol’a girmeden bir yol ayrımına geldik. Baktık ki navigasyon (OsmAnd, hem ücretsiz hem de çevrimdışı kullanılabiliyor) bize dik bir yokuşu gösteriyor ‘Çıkın’ diye. Dedik "kolaysa sen çık Osman". Diğer yolu deneyelim o da bir şekilde denize çıkıyordu. Sivastopal’a gitmese de. Ana caddelerden ayrılıp küçük yollara girince çok daha rahatlamış hissediyorum. Arabaların o insanın beyninde iz bırakan uğultularından uzak insan çok daha rahat bisiklet sürüyor. Bir süre sonra deniz kenarında tatilcilerin olduğu bir kasabaya çıktık. Deniz kenarından Sivastopol’a doğru bisiklet sürmeye devam ettik. Yolun yukarıya doğru tırmanışa geçtiği bir köşede duran bir adamın yanına yanaştık. Eyüp, buralarda kamping olup olmadığını sordu. Adam hemen arka tarafta dedi. Şaşırdık tabii. Şans yüzümüze güldü bu sefer. Kampingi bulduk, "Günlüğüne kişi başı 100 Ruble" dedi, yani 2 dolar civarı. Bizim için süperdi. Hatta kampın tatlı yaşlı kadınları bize bedavadan bir gece daha verdiler. Eğer bir gün giderseniz; Sivastopol-Luminovka’da Luminovya Camping'de kalın derim Banyo, wc, wi-fi, elektrik var bir de denizin dibi. Biz oraya yerleştik gözüküyor şimdilik :)
Öğleye doğru yükümüzü kampinge bırakıp Sivastopol’a doğru yol çıktık. Önce minibüsle iskele, oradan da karşıya vapurla geçtik. Vapurda gitarıyla şarkı söyleyen bir genç yolcuları karşılıyor, ne güzel be… Rusya’da trende vapurda karşılaşabileceğiniz bir durum bu. Sanat yanları hala güçlü Rusya’da ama Sovyet vaktine göre çok zayıf tabii ki.
Sivastopol’da bir aşağı bir yukarı anıtlar kapılar sokaklar insanlar dolaştık durduk. Tarihi Liman Kapısı'ndan gemilerin seyrine daldık. Romantik bir liman şehri…Ne de olsa Ahmet Kaya’nın, Ruhi Su‘yun mekanı burası.
Tarihi Kent Herakles
Girişte bedava girme ihtimalimiz yoktu. Öğrenciyiz dedik, kadın kimlik isteyince "anlamıyoruz, Rusça bilmiyoruz" dedik o da bizimle uğraşmadı, öğrenci biletlerimizi kesti Belli ki büyük bir antik kent ama pek çalışma yapmamışlar. Hemen hemen her şey gömülü vaziyette. Kocaman bir kiliseyi de orta yere oturtmuşlar sonradan. Antik kentten aşağıya indiğimizde denizin görkemiyle karşılaştık. Gün batıyordu ve her şey kızıla boyanırken daha da güzeldi. İnsanlar antik kentin bir ucundan denize giriyor, bir ucunda balık tutuyor, bir yanında ibadet ediyor, bir yanda ise Rus turistler fotoğraf çekiyordu. Gezimiz boyunca Rus turist dışında hemen hemen hiç turist görmedik Kırım’da. Güneş batarken oradan ayrılıp geri dönüş yoluna koyulduk. Ara ara şehirlerde yolumuzu kaybediyoruz ama onun da güzel yanı oluyor. Sızlanmıyoruz çok. Tekrar vapura binip kampa döndük.
O günü dinlenme ve “ev işleri”ne ayırdık. Çamaşır yıkama, internet işlerini yapma, yıkanma vb. Arada bir kaçamakla denize de girdim ben. Karadeniz eylülün 13’ünde beklediğimden sıcak çıktı ama çok takılmadım. Akşam sahilden müzik sesleri geliyordu. Normalde geceleri sahili kapatıyorlardı ama cumartesi akşamı eğlencesini Ruslar kaçırmıyor. Üzerine tulumu geçirmis bir adam kontrabas çalıyor, biri batari çalıyor, biri söylüyor ve insanlar deli gibi içip dans ediyordu. Ruslar içince daha sevecen insanlar oluyor gerçekten. Denizin kenarındaki şöleni biraz uzağından bir kayanın üzerinden izledik.
Dördüncü Durak: Yalta
Tam Karadeniz’e, Yalta’ya yolculuk bugün. İkinci Dünya Savaşı'nın tarihinin belirlendiği şehir. Yani, ‘Dünyanın Paylaşıldığı Şehir’ Bir araya gelemez dediğimiz insanların oturup dünyanın kaderini belirlediği şehir Yalta.
Kampımızın olduğu şehirden ilk başta Sivastopol şehirlerarası terminaline oradan da 2 saatlik otobüs yolculuğuyla Yalta’ya gittik. Sivastopol-Yalta yolu harikaydı. Dağlardan inip inip çıkıyoruz. Nazlı bir kadın gibi Karadeniz kendini gösterip saklıyor :)
Saat 14.00 gibi Yalta’ya varıp 1 numaralı troleybüsle merkeze gittik. Yalta, ilk başlarda 13 küçük evden oluşan bir balıkçı barınağıymış ama şimdi bakıldığında Kırım’da turizmin merkezi halinde. Bu turizmin ilk defa rahatsız etmediğini gördüm. Çünkü şehrin eski yapıları da yeni yapıları da bir arada ve birbirine saygılı.
Kocaman bir sahil şeriti var. İlk başta orayı boydan boya geçtik. Burada alışveriş falan yapılabilir ama bize göre değil!
Yalta Teleferik ve Darsan Tepesi
Daha önce belgeselde izleyipte "Ulen bir gün şuna biner miyim acaba?" diye kendime sorduğum teleferiği görmem mi? Koşa koşa gittik. Hafif de yağmur yağıyor ama kimin umrunda… Girişi biraz tuzlu geldi ama hayalimizi gerçekleştireceğiz. Sanırım 300 Rubleydi. Teleferiğe iki kişi biniliyor ve binişi de inişi de sakat. Çok hızlı olmalısınız! Hiç durmuyor yani. Neyse sonunda teleferiğin içindeyiz. Manzara harika ötesi. Yağmurda bastırıyor romantizmi. Destan’la gerçekten hoş vakit geçirdik. Yavaş yavaş çıkıyor böyle ve hat üzerinde tarihi binaları ve gerçek Yalta yaşamını uzaktan da olsa görebiliyorsunuz. Yalta’yı ve etrafını, denizi, dağları yaklaşık 45 dakika seyrettikten sonra tepeye çıkılıyor ama bu güzellikten sonra Darsan Tepesi tamamen bir hayal kırıklığı; hiçbir şey yok. Amcamın biri güzel bir bina yaptırmış tepeye ama güvenlikler durmanıza bile izin vermiyorlar. Ha bu arada inerken bileti saklayın çünkü aynı biletle biniyorsunuz.
Merkez denilebilecek bir bölge var sahil şeridinde ve McDonald’s laneti, resmen ironi yapmış: tam Lenin heykelinin parmakla gösterdiği yere açmışlar tezgahı…
Livadia Sarayı
Oradan meşhur Yalta Konferansı’nın yapıldığı Livadia Sarayı’nı görelim dedik. İngiltere, ABD ve Sovyet başkanları bir araya geliyor. Üç büyük diyorlar: Churchill, Roosevelt ve Stalin… Araştırdık ki turlar var ama binanın içi kapalıymış, ancak dışarıdan görebilirmişiz. E bir de çok uzak ve bizim de vaktimiz yok. Hal böyle olunca gitmedik ama hala bir burukluk var içimde…
O zaman Anton Çehov ağabeyimizin evi var. Oraya koştur! Saatte 6 ama şans… Yol boyu hep ara sokaklardan gittik. Çok romantik bir şehir. İnsan burada rahat yazar olur. Koşar adımlarla yürümemiz gerekiyor ama biz gayet yavaşız. Romantizm tavan yapmış. Her binada tarihin kökleri var. Geldik ki Çehov’un evine, kapalı. Hayda. Bahçeden atlayalım dedik ama Ruslar şaka yapmazlar. Bahçesini seyrettik. Mütevazi ve huzurlu görünüyor. Kesinlikle bir daha Yalta’ya gitmek lazım diyerek döndük.
Yol boyu şansımız yaver gitti ve hep en son otobüs, en son troyleybüs, en son vapur ve en son dolmuş….
Aynı yerde en uzun kamp süremizi geçirdik. Aslında bizim için bir düşünme süresiydi çünkü ne yapacağımızı bilmiyorduk. Söyletiye göre Ukrayna’ya Kırım’dan geçiş mümkün değildi ama elimizde net bir şey de yoktu. Oturup her gün yeni rota çiziyor, değerlendiriyorduk. Eğer vize sıkıntımız olmasaydı, Rusya’da daha uzun süre kalıp başka bir sınır kapısı bulabilirdik ama yeterince vakit yoktu. En yakın kapı Rostov şehrindendi fakat orada da iç savaş sürüyordu. Belgrad sınır kapısına ise 2000 km vardı. Kış yaklaşıyordu. Oturup saatlerce uçak bileti baktık. Direkt Hindistan’a geçmeyi düşündük ama Hindistan için daha çok tecrübe lazımdı, biz daha çok acemiydik ve her şeyi yine kabul edip kendimizi Hindistan konusunda gaza getirmemize rağmen önümüzde Hindistan vize problemi duruyordu. Hindistan Konsolosluğu Moskova’daydı ve biz vize konusunda da çok bilgisizdik, çözemedik. Üstelik uçağa binmek bisikleti sökmek paketlemek ve ekstra dünyanın parası, bagaj ödemekti. Tayland’ı da düşündük ama aynı uçak sohbeti ve para sıkıntısı önümüzde duruyordu. Sonra tren garındaki görevli kadının “elbetteki Kırım’dan Ukrayna’ya girebilirsiniz” sözünü kendimize bir armağan sayarak ne olursa olsun o kapıyı denemeye karar verdik. Bu kadar çabayı o kapıdan geçmek için vermiştik. "En azından yaptık olmadı deriz " dedik. Öyle olunca Aryamski’ye doğru yola çıktık. Sınır oradaydı. Gitmesi günler alacaktı ama denemeye değerdi, en azından "geldiğimiz yoldan dönmemiş olur Kırım’ı çepeçevre dolaşmış oluruz" dedik.
Kamp alanından sabah erken ayrılıp yola düştük, yol genel olarak sakindi ama o gün üzerimizde bir bezmişlik vardı. Sınır meselesi canımızı sıkıyordu. İnsanın ruh hali pedal çevirmesinde çok etkili oluyor, eğer moralliysek kuş gibi uçuyor, hiçbir ağırlık hissetmiyoruz ama eğer moralsizsek o çantalar giderek ağırlaşıyor ve sanki o zincir bir yerlere takılıp ve dönmüyor lanet! O gün tatsız başlamıştık.
Beşinci Durak: Vinili
Akşamüstü saat 3 gibi Vinili diye bir kasabaya girdik. Camiyi görünce Tatar kasabası olduğunu anladık. Antik kent tabelası vardı ama uzak kilometreler ve tatsız hava bizi oraya götürmedi. Şehrin orta göbeğinin yanına düşen birkaç lokanta ve kafe vardı. En salaşına girip kahve içelim dedik. Girdiğimiz yer bir sokağa ve kapalı pazara çıktı. Kahvelerimizi alıp içerken bir adam yanaştı, Rıdvan. Kırım Türklerinden ama Türkçe bilmiyordu. Eyüp’ü alıp bir yere götürdü, kasapmış et satmaya çalışmış. "Para yok" deyince hediye etmek istemiş Eyüp de "vejetaryanız" deyip teşekkür etmiş. Onunla biraz sohbet edince, Aryamski otobüslerini öğrenmek için kardeşini aradı, Nuri…
Nuri, ömrümüz boyunca unutamayacağımız bir karakter olarak hayatımıza o noktada girdi. Türkiye’de 2 buçuk yıl yaşamış, iyi Türkçesiyle bizi evine davet etti telefonda. "Kötü insanlar değiliz, gelin" dedi. O cümlesi bize yetti. Rıdvan bizi eve bıraktı eski bisikletiyle önden yol göstererek. Aynı avluda kalıyorlar. Güzel bahçeli bir evleri var.
Nuri, bizi dostça karşıladı, "rahatınıza bakın, burası sizin eviniz" dedi. Mis gibi bahçedeki divana kurulduk. Bir çay, bir kahve getirdi. Bizi tüm akşam besledi. Yemekler, çaylar yeniden kahveler yeniden çaylar. Ekmek bitti, hamur getirip ekmek yaptı. Bahçeden meyve sebze… Bir ara keşke maydanoz olsaydı dedim, gidip bahçeden kopardı. Keşke marul, keşke biber, manav gibi… Ha bir de durmadan et kesiyor. Bir et sote yaptı -ayıptır söylemesi- ben öyle bir tat daha tatmadım. Adam kasap, evinde ekmek yok ama etin en güzeli var. E bizde de vejetaryanlık falan kalmadı. Sonuçta misafirsin ve önüne bu koyulmuş. Geri çevirmek, şımarıklıktan başka bir şey olmaz bence. İneklerin gözlerine bakıp vicdan azabıyla yedik…
İneklerin yanına bahçeye gittik. O kadar çok şey yaptık ki, zaman kavramını kaybettik. Bana o köyde ne kadar kaldığımızı sorarsanız aslında bilmiyorum ama tarih ve saatler 24 saat diyor. Gerçekten misafirperverliği karşısında ancak Nuri’nin ve abisinin önünde eğilinilir. "Herkes içiyor, herkes eğleniyor, içtiklerimiz hep doğal" diyor Nuri. Çok gülüyoruz. Planımız, ertesi gün gitmek ama Nuri ise bizi hiç bırakmak istemiyor. "Gitmeyin" diyor habire, "sanki başınıza bir şey gelecek…"
Sabah erken kalkıyoruz, aslında bir an önce Aryamski’ye gitmek ve de şu lanet kapıdan geçmek istiyoruz, aklımızdaki soru işaretlerini yok etmek! Otobüs saat 10’da ama alırdı-almazdı falan filan mevzusunun üstüne "Aaa arkadaşlar geldi, haydi içelim de…" eklenince otobüs yalan oldu, en iyisi pedalla gitsin dedik, son 230 km. Biz kalkalım dedikçe Nuri "acele etmeyin, ben aceleden hoşlanmıyorum!" diyordu sürekli! "Daha denizi göstereceğiz!" O kasabada denizin olabileceğini düşünmemiştik hiç. Bindik arkadaşlarının arabaya. Geldik mi deniz kıyısına.. Biz içmişiz sabah biraz sarhoşuz Ruslara ayak uyduruyoruz. "Buraları hep çekin, anlatın" diyor Nuri. Ben Nuri’yi anlatmaktan pek kasabayı anlatamadım ama mutlaka gidin Vinilli’ye ve eğer Nuri oradaysa sizi bekliyor…
Sabah erken çıkmayı planlarken saat 15.00 gibi ayrılabildik. Hiç bırakmak istemediler bizi ama yollar bizi beklerdi. Nuri, "acele etmeyin, acele iyi bir şey değil" deyip deyip durdu. Aslında stres; bir şehir hastalığı, biz de koşmak istemiyoruz fakat bir yandan eski alışkanlıklar, bir yandan ise yalnızlığın çekiciliğinden ayrıldık oradan.
Çıktığımız ilk vakit, sudan çıkmış balıklar gibiydik. Kendimizi Hansel & Gratel masalında çikolata-şeker evini bulmuş çocuklar gibi hissetmiştim. 30 km yol gidip bir yol kenarında ağaçların arkasına çadır attık. Hala üzerimizde hafif bir sarhoşluk vardı.
Yemek yiyip yatmak istiyorduk. Öyle de yaptık. Akşam güneşi etrafı kızıla boyarken biz de yenilendik.
Aryamski’ye Yolculuk
Eyüp’le boş yolda şakalaşarak gitmeye başladık. Yanıma bisikletle yanaştı. Şakalaşırken bisikletler birbirine çarptı ve dengemi kaybedip düştüm. Eyüp’te benim düştüğümü görünce bisikletten atlayıp düştü. İş arasında oynaş olmaz tabii, cezalandırıldık. Neyse ki birkaç sıyrık dışında bir şey yoktu. Arabanın da o sırada gelmemesi şanstı. Toparlanıp yola devam ettik. Akşam yine yolun kenarında ağaçların arkasına çadır attık.
Önceki gün gibi düz yolda bisiklet sürmeye devam ettik. Yalnız rüzgar önden esiyordu ve sürüşü güçlendiriyordu yine. Sanki biz hangi yöne sürsek o yönün tersine esiyor, işimizi zorlaştırıyordu. Yolda benzinlik bile yoktu. Tamirhane tarzı bir eski ev gördük. Bahçe kapısına yanaştık. Adam geldi. "Ukraynalıyım" dedi. Kolunda orak-çekiç dövmesi vardı. Su istedik, "tabii ki" dedi. Çeşmenin başına gittik. Tüm şişeleri doldurduk. Şimdi biraz daha rahattı yol. Dizim dün hiç ağrımıyordu ama bugün ağrımaya başladı. Umarım geçer dedim.
Yolda bir market bulduk, wi-fi’si vardı. En ucuz biradan bir tane alıp bölüştük. Ukraynada’ki Türk Konsolosluğu'na günler önce kapının durumuyla ilgili yazdığımız maile cevap almıştık. “Geçmeniz imkansız!” Moralimiz çok bozuldu. Onlara yeniden mail attık. Durumumuzu anlatıp kapıdan geçmeyi denemek istediğimizi belirttik. Akşam yine yol kenarında ağaçların arkasına tarlaya kurduk çadırımızı.
Sabah kalktığımızda tarlanın çok uzak köşesinde traktörler çalışmaya başlamıştı. Dizim sızlıyordu. Yola çıktık. Çok ilerlemeden bir tır parkı gördük, oraya doğru girdik. Ayağım da ağrıyordu. Her pedal vuruşumda biraz daha ağrı artıyordu sanki… Tır parkında bir umut belki sınıra giden bir tır buluruz diye düşündük. Marketten biraz alışveriş yaptık. Kafeye oturduk, elektronik cihazlarımızı sarj da etmeliydik. Sürekli tarlalarda olduğumuz için sarjlarımız sona dayanmıştı. Eyüp, tırcıların yanına gidip konuştu ama kabaca "hayır" diyerek geri gönderdiler. Birer kahve içip biraz elektrikten faydalandık. Kahvenin sahibi Tatardı. Onunla konuştuk biraz ama o da pek sallamadı bizi. Çekti gitti.
Yola devam ettik. Öğlen molasında oturduğumuzda telefon geldi. Ukrayna Türkiye Konsolosluğu'ndan arıyorlardı. Bir kadın çok hırçın şekilde kesinlikle sınırı geçmememiz gerektiğini anlatıyordu. Eğer geçersek iki sınır arasında kalırmışız ve bizi kurtarmaları zormuş, falan filan. Dedik "vizemiz de bitecek". "Çabuk geri dönün" dedi. E ablacım altımızda motor yok ya, bisikletle yol yapıyoruz. E biz sana 10 gün önce mail attık kardeşim!
Neyse, artık sınırdan geçmemeye karar verdik ama artık sınıra da çok yakındık. Kırım’ı baştan sona dolaşmıştık.
Şimdi ne yapmalıydık? Akşam yine tarlalara çadır attık. Ayağım gittikçe ağırlaşıyordu.
Aryamski’den Geri Dönüş
Sabah yine yola düştüğümüzde dizimin ağrısı katlanılmaz gibiydi. İlk 5 kilometreden sonra kendi kendimizi gaza getire getire (dayan rocky dayan) yol gitmeye çalışıyordum. Her pedal çevirme hareketinde dizime korkunç ağrılar giriyordu. Öğleye kadar sürebildim. Eyüp’üm, güzel bir öğle yemeği pişirdi. Yemekten sonra otostop şansımızı denemek istedik. Bir süre sonra bir araç durdu. Hedef noktasına gitmiyordu ama en azından 30 km yol gidecekti bizim için yeterdi. İndikten sonra verdik gazı kendimize ve Aryamski’den önceki büyük şehre ulaşmayı başardık. Krasnayapalya’ya vardık.
Altıncı Durak: Krasnayapalya
Şehirde herkes bisiklet kullanıyordu. Çok ilginçti. Herkes pazar alışverişine mutlaka bisikletle gidiyordu. Bisikletler hep kasalıydı. Kadınlar, adamlar, çocuklarıyla bisiklet biniyordu. Tam bir bisiklet şehriydi. Şehrin içinde biraz dolaştık. Bankanın önünde mola verdiğimizde tesadüfen orada bedava internet olduğunu keşfettik ve bir süre takıldık banka önünde. Sonra sarjları takalım, bir şeyler yiyelim diye bir yere girdik. Şarj için priz sordum, garson yok dedi. Nasıl olmaz dedim, koskoca yer! Ama yok! Bazen insanları anlamak çok zor, yabancı düşmanlığını anlamak daha da zor.
Artık Aryamski’ye gitmek için bir neden kalmamıştı. Bir şekilde Rusya tarafına gitmeliydik ve oradan da çıkmalıydık. Bisikletle çıkmak için çok geçti. Kırım’da vizemizi de uzatamıyorduk. Otogara gittik ama bisikletleri otobüse alamayacaklarını söylediler. Ne yapalım derken akşam oluyordu. Kalacak yer bulmalıydık. Çadır ve şehir ikilemi yine önümüzdeydi. Yol kenarında bir hostel görmüştük oraya gittik. Söylediği 1500 Ruble bizim için çoktu. Sonra bize vagonu gösterdi. Eski bir tankı oda yapmışlar. Orası 600 Ruble olur dedi. Kabul edip yerleştik. Tren olabileceğini öğrendik. İstasyona gitti Eyüp. Evet, sonunda olumlu bir şey; Kerch yani Kırım çıkışına kadar tren varmış. Tabii, yine bisikletler sorun olmuş. Eyüp, şişman ve huysuz kadına tüm cazibesini kullanarak üç bilet karşılığında zor bela ikna etmiş. Biletleri sabah almak lazımmış. Tren akşam 21.50’deymiş. Biz de hostel vagonumuza geçip tatlı temiz bir uyku çektik. Uzun aradan sonra banyo da etmiştik.
Sabah kalktığımda Eyüp, vagonun içinde güzel bir kahvaltı hazırlamıştı. Öğleye kadar keyif yapıp eşya topladık. Sonra otel sahibinden bisikletleri akşama kadar bırakmayı rica ettik, kabul etti. Dışarı çıktık. Önce istasyona gidip biletlerimizi aldık.
O gün hastane günüydü. Ayağımın ağrısı yürümeyi bile güçleştirmişti. Hastaneyi bulduk. Korkum, kırık veya çatlaktı. Hastaneye gittik. Sanki 80 döneminden kalmış, eski loş bir hastaneydi. Üstelik pazar günüydü. Birkaç sarhoş yaralı dışında pek kimse yoktu. Acile gittik. Giriş kapısında genç bir doktor yanında hemşirelerle oturuyordu. "Bekleyin" dediler. Rusça dert anlatmak da zor olacaktı. Özbek bir kadın hemşire biraz Türkçe konusunda yardımcı oldu. Röntgene gönderdiler. Eski cihazlarin olduğu eski bir odada tatlı bir kadın röntgenimi çekti. "Bekle" dedi. Hemen içeride küçük bir bölmeye geçti. İçeride süpürgeyi görüyordum. Depo gibi ufacık bir yerdi. İçeriden su sesleri geldi. Duvara kadının gölgesi yansıyordu. İçeride filmi yıkıyormuş meğer. Şak şak yıkadı. Islak ıslak röntgenimi getirdi. Ucundan tutmamı istedi. Islak, yeni banyodan çıkmış röntgen filmimi alıp doktorun yanına gittim. Eski hastanede işlerin bu kadar hızlı gidiyor oluşunu takdir ettim. Aslında işlevini gördükten sonra her şey kullanılmaya devam edebilirdi. Doktor, biraz sonra koridorda oturduğum yere geldi. Biraz filmleri inceledi, biraz ayağımı sağa sola büktü. Özbek hemşire "kırık veya çatlak yok" müjdesini verdi. Muhtemelen kas zedelenmisti. Merhem ve ilaç yazdı. "Bir hafta bisiklet binme" dedi ama bu biraz olasılık dışı gözüküyordu bu şartlar altında. Hastane için hiçbir ücret talep etmediler. Saşırtıcıydı, sevindik. Sovyet’ten kalma bedava sağlık hizmeti devam ediyor olmalı diye düşündük. Merhemler çok pahalıydı. Birini aldık diğeri tanıdığımız bir merhemdi. Gerek duymadık.
Bankanın orada biraz daha internete baktık. Ufak bir şeyler yedik. Akşamı nasıl etsek diye bakarken Nuri aradı. Aryamski’ye gidiyormuş, "gelin" dedi. Aslında vakit dardı. Riskli bir durumdu ama yine de hem gidip Aryamski’yi görelim dedik hem de Nuri’yi. Otobüse binip Aryamski’ye gittik. İndiğimizde son otobüse bir saat vardı. Biraz etrafa göz gezdirdik. Nuri yarım saat geç geldi. Yanında kız arkadası vardı. Parkta oturup biraz sohbet ettik. Otobüsün vakti gelmişti. Binip geri döndük. Otogardan otele gidip eşyaları alıp istasyona geçtik. İstasyon karanlık ve terkedilmiş gibiydi. Dedik yine eşyaları sıkıntı yapacaklar. O yüzden bisiklet çantalarını büyük çöp poşetlerine koyup birleştirdik. En azından daha az görünüyordu Sonra istasyona soframızı kurduk. Kendimize sandviçler hazırlayıp afiyetle mideye indirdik. Tren geldiğinde hazır bekliyorduk. Yine tren görevlileriyle tartışacağız psikolojisindeydik ama bu sefer aksine son derece güleç ve yardımsever erkek bir tren görevlisi denk gelmişti. Bize bisikletleri trene çıkarmamıza bile yardımcı oldu. Rahat uyuyun dedi. Kompartmanlar yoktu ama sıra sıra yataklar vardı. Bisikletin birini bir yatağa yatırdık diğerini de koridora yerleştirdik. Sonra biz de uzanıp mis gibi uyku çektik. Trende uyumak kadar tatlısı yok. Neden bilmiyorum belki beşik gibi sallandığındandır, o yol hiç bitmesin istedim.
İndiğimizde de trende hala Ukrayna Cumhuriyeti yazıyordu. Bir şeyler hala değişmemiş sanki…
Yedinci Durak: Kerch
Kerch şehrine vardığımızda sabahtı. İstasyonda inip silkelendik. İstasyonun kapısız tuvaletlerinden faydalandık. Elimizi yüzümüzü yıkayıp güne başladık. İstikamet vapur iskelesiydi. Yol üstünde de bir kale vardı. Biraz yolu uzatıp oraya da uğrayacaktık, Osmanlı zamanından kalmış. 8 km sonra yol ayrımı olmalıydı. Gittik gittik gittik, sanki doğru yerde değildik. Haritadan bir kontrol ettik ki yanlış yöne pedallamışız. Sinirimden oturup ağladım. Benim suçumdu. Zaten ayağım da ağrıyordu. Şimdi geldiğimiz yolu geri dönüp üstüne daha çok yol gitmeliydik. Önce durup sakinleşme adına kahvaltımızı yaptık. Sonra yola geri düştük. Kaleye sapan yol çok güzeldi. Denizin kenarında yeşil bir yoldu. Eni Kırım Kalesi'ne vardığımızda başka bisikletliler gördük. Onlar da tabii ki Rusya’dan gelmişler, Kırım’ı dolaşıyorlardı. Biz de yıkık dökük kalede biraz dolaştık.
Sonra çıktığımızda bir bisikletli daha gördük. Küçük katlanabilir bir bisiklet üzerinde iri yarı, sakallı bir adam. Arkada bir bebek arabası, üstünde 3 yaşında Olga! Adam Moskovalı bir yazılımcı. Moskova’dan Krasnodar’a uçmuşlar, oradan da ufak kızı Olga ile dolaşmaya cıkmışlar. Limana kadar onlarla gittik. Onun yolu bilmesi bize de avantaj oldu. Bisikletli olma hakkımızı kullanarak uzun araba kuyruğunu sollayarak bilet gişesine vardık. Biletlerimizi aldık. Biz hala Rusya’dan nasıl çıkacağımızı netleştirememiştik. Fikrimize göre karşı kıyıdan bir gemi bulup Rusya’yı terkedecektik ama Kerch-Kavkaz gemi hattı dışında bir gemiden haberi olan kimse yoktu.
Hep beraber vapura bindik ve karşı kıyıya geçip Kırım’ı nihayetinde terkettik. Hala bir rotamız yoktu. Karşı kıyıda David (Olga’nın babası) bize yardımcı oldu. Sorduk soruşturduk ama bir gemi bulamadık. Sonra "hava kararmadan bizim bir otele gitmemiz gerek deyip" yanımızdan ayrıldılar. Biz de limanın yakındaki otogara oturup kara kara ne yapalım diye düşünmeye başladık. Kavkaz'dan gemi yokmuş, Novoressik’ten yolcu almazmış gemiler.
Otogarda düşünmeye başladık. Taksici Vladamir yanımıza geldi. O da oturdu yanımıza dert ortağı oldu, bize hayli kafa patlattı. İki yol vardı: Ya Krasnador’a gidecek oradan Vladamir Kavkas’a geçip oradan Gürcistan’a gidecektik ya da Sochi’den gemiye binecektik. O gün Krasnador’a otobüs yoktu. Akşam olmuştu, kalacak bir yer yoktu. Sochi bizim eski mekanımızdı, Eyüp’le orada tanışmış, orada bir şeylere başlamıştık. En acı en tatlı günlerin yaşandığı yerdi. Aslında pek oraya gidesimiz yoktu, nostalji için erkendi belki… Bir yanımız da gitmek istiyordu. "Gidelim gitsin" dedik. Otobüs sorunsalı yine karşımıza çıktı tabii. Bisikletler olur olmaz, bizi bir saat beklettiler. Yine son dakika "tamam" dediler. Zor bela yükledik eşyaları bagaja ama niyeyse bu sefer daha ucuza bindik otobüse. Herhalde şoför direkt son dakika cebe indiregandi yaptı
Sekizinci Durak: Sochi
Sabah gün doğarken Sochi’ye vardık. Bir tuhaf histi burada olmak… Aradan 2 yılı aşkın zaman geçmişti. Sabah ortalık sessizdi. Bindik bisikletlere limana doğru yol aldık. Liman kapalıydı hala. Açılmasını bekledik. Bankın üzerine oturup sessizce bekledik. Liman açıldığında gemiyi sorduk. Haftada bir gün Batum’a varmış, o da hayli pahalı ve biletleri sadece gemiden bir gün önce satılıyormuş. Bisikletler olurmuş ama ekstra bagaj ne kadar tutar bir fikir yok.
Sochi’de kalacak bir yer aradık, bulamadık. Turizm Ofisi aradık ama onu hiç bulamadık. Yine şehir bunalımı, ortalıkta kaldık. Türk restoranına gittik; belki bir şeyler çıkar diye oradan da bir şey çıkmadı. Dedik bir yılımızı buralara verdik; o kadar binalar, oteller yaptık ama şimdi altına sığınacak bir çatımız bile yok. Kapitalizm işte böyle bir şey herhalde!
Dedik asıl mekanımız Adler’e doğru yola düşelim en iyisi, en azından hem nostalji yaparız hem bir kamp yeri buluruz. Önce hayli yokuş çıktık sonra iniş başladı rahat rahat indik. Ayağım birkaç günlük ara dinlenmeden sonra daha iyiydi. Adler ile Sochi arasında Hosta isimli bir kasaba vardı. Kamp kuracak bir yer bulamadık. Her yer kalabalıktı ve sarhoş doluydu. En ucuz ve yakın hosteli bulduk. Oraya doğru yola çıktık. Kapıya vardığımızda güler yüzlü bir adam karşıladı bizi. İngilizce bilen sorduk, eşini çağırdı. Eşi ne var diye seslendi, “Sen İngilizce biliyorsun ya bilgisayarı al gel” dedi, kadın elinde translate açık bilgisayarla geldi, çok güldük Çat pat Rusçamızla anlattık. 790 Ruble olan misafirhanede 650 Ruble'ye anlaşıp kaldık. Mutfağı ayrı ve genişti. Odada banyosu vardı, internet de vardı. Her şey güzeldi yani…
Kırım Belgesellerini izlemek için buraya tıklayabilirsiniz…