Madrid gezimize, önce tapas çeşitlerini tadarak başlayalım istedik. Mercado de San Miguel; tapastan içkiye, kuruyemişten tatlıya küçük tezgâhların olduğu, ayakta ya da bar sandalyelerine oturarak kalabalıkla iç içe atıştırmalar yapacağınız çok canlı, hareketli, neşeli, ferforje ve ahşap dekorasyonuyla büyük bir hanın içindeymişsiniz hissini veren çok keyifli bir yer. Bir yerden deniz mahsulü alıp diğer köşede istediğiniz alkollü, alkolsüz bir içeceği içebilirsiniz. San Miguel, önce gözlere sonra da midelere ziyafet veriyor. Normal şartlarda fiyatlar oldukça uygun ancak bizim gibi her şeyi denemeye niyetliyseniz hesabınızı iyi yapın derim.
Madrid'de otel ayarlarken kahvaltı dâhil olması tercih nedeni olabilir. Dışarıda kahvaltı biraz pahalıya geliyor. Otelimizin merkezde olması ise her yere yürüyerek gitmemizi kolaylaştırdı.
Plaza Mayor, Madrid’in kalbinde atıyor. Zamanında boğa güreşleri ve halka seyirlik idamların yapıldığı bu geniş meydanda şimdi kafelerde keyif yapabilir, restoranlarda yemeklerinizi yiyebilir, sokak gösterilerini seyredebilir ya da sangrialarınızı, kahvelerinizi yudumlayabilirsiniz. Çeşitli kılıklardaki pandomimciler içinde kafası yokmuş gibi dolaşan bir subay ve Hintli kıyafetleriyle havada oturuyormuş gibi görünenler en çok dikkatimizi çekenler oldu.
Dört bir yanındaki kemerli girişleriyle Madrid’in diğer sokaklarına açılan meydanı saran güzel tarihi binaların altında hediyelik eşya dükkânlarına göz atabilirsiniz. Madrid’in en sevdiğim yanlarından biri ara sokaklardan açılan küçük meydanlar ve her meydanın parkla buluşması. Tam yorulduğunuzda sokağın bitiminde sizi ağaçlı, banklı meydanlar bekliyor. Bir de sanırım tüm Madrid ve bizim gibi turistler her daim dışarıda yiyiyor ve içiyor. Neredeyse adım başı bulunan kafeler, restoranlar ve barlarla tam bir yeme-içme cenneti.
Akşam yemeği için Botin; 1725 yılında kurulan ve hâlâ aynı fırını kullanan dünyanın en eski restoranı. Fiyatlara dikkat. Önceden rezervasyon yaptırmanız gerekli. Biz İstanbul’dan yaptırdık rezervasyonu. İçeri girmeseniz de vitrinindeki üç katlı maketini ve Guiness rekorlar kitabına girdiğini gösteren sertifikasını görmenizi öneririm. Plaza Mayor’dan kemerli kapılardan birinden geçip merdivenle inebilirsiniz.
Reina Sofia Müzesi’ni görmeden olmaz. Özellikle de Picasso’nun “Guernica”, “ Woman in Blue” tabloları ve diğer eserlerini sakın atlamayın. Bunların yanında Miro, Dali, El Greco, Goya, Rubens ve birçok ünlü ressamın birbirinden değerli ve güzel tabloları zevkle seyredilmek için bekliyor.Prado Müzesi'ne gitmedik ama her gün saat 17.00-19.00 arasında girişin ücretsiz olduğunu öğrendik. Çok uzun bir kuyrukta beklemeyi göze alabilirseniz özellikle El Greco’nun karanlık resimlerini görmek için gidebilirsiniz (ekibimizden iki kişi daha önce gittiği için bu bilgiyi rahatlıkla verebiliyorum).
Palacio Real Avrupa’nın en önemli saraylarından birisi olarak tanımlanmakta. 1734 yılında inşa edilen bu yapıyı kraliyet ailesi devlet törenleri için kullanmakta. Sarayın etrafındaki bahçelerde eğer hava güneşliyse çimenlere uzanabilir ve dinlenebilirsiniz.
Retire parkı çok büyük, yemyeşil bir park. Ortasında suni bir gölet var. Ankara’yı bilenler burayı hemen gençlik parkına benzeteceklerdir. Kürek çekmeyi seviyorsanız bu gölette kayıkla gezebilirsiniz. Ayrıca bir ağacın dallarından çıkan küçük ağaçlar da çok dikkatimizi çekti. Belki bizim göremediğimiz daha ne güzellikler vardır.
Cibeles Meydanı, 1782 yılında yapılan aslanların çektiği arabada oturan tanrıça Kibele heykelli çeşme ve çevresindeki görkemli binalarla Madrid’in simgelerinden biri. Ayrıca meydanın diğer bir özelliği de Real Madrid’in şampiyonluk kutlamalarını burada yapması.
Puerto De Sol meydanında ağaca uzanan bir ayı heykeli var. Bu meydan aslında yılbaşında buluşulan hareketli bir meydanmış. Yine gezi alanımızın yolları hep bu meydanla kesişiyor. Meydanın ruhunu yansıtacak hareketler olmadığı için açıkçası beni çok etkilemedi.
Gerek Madrid’de, gerekse diğer şehirlerde diktatör Franco’nun tek bir izi bile kalmamış. En azından biz görmedik. Dikta rejimleri yıkıldıktan sonra mümkünse hafızalardan bile silinmek isteniyor doğal olarak.
Madrid için ekstra not: Aaman çantalarınıza çok dikkat edin!
Madrid-Toledo: 70 km
Toledo
Madrid’den kiraladığımız arabayla yola çıkıyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra Toledo’dayız. Toledo, bir tepenin üzerine kurulmuş tam bir Ortaçağ kenti. Sanki bir sokaktan at üzerinde bir şövalye çıkıverecekmiş gibi. Bunu yaşamasanız da etraftaki her dükkânda çeşit çeşit şövalye objesi bulabilirsiniz. Dar ve yokuşlu yollarıyla ayrı bir güzelliğe sahip sokaklar Zocodover Meydanı’nda birleşmekte. Tajo Nehri bu tepenin etrafını çevreliyor ve ada gibi ortada kalmasını sağlıyor. Bu nehir Lizbon’a uzanıyor ve denizle orada buluşuyor. Tarihi köprülerle de hem araba, hem de yaya geçişi sağlanıyor. Alcantara Köprüsü ve San Martin Köprüsü özellikle görülmeye değer. Doğudan nehrin karşı yakasına geçtiğinizde Toledo’nun panaromik manzarasını çok güzel alabilirsiniz (Mardin gibi). Bazen güzellikleri görmek için dışından bakmak gerekli diye düşündürüyor. Ayrıca Toledo Katedrali gotik tarzdaki katedrallere çok güzel bir örnek. Görkemli ve büyüleyici. El Greco’nun ve Goya’nın tablolarını görmek mümkün.
Toledo’nun çeliği ve kılıçlarının ünlü olduğu söylenmişti. Bıçak ihtiyacınız varsa buradan almanızı öneririm.
Eğer badem ezmesi seviyorsanız Mazapan tatmadan dönmek olmaz.
Yollar ve şehirler için ekstra not: Otoparklar oldukça pahalı. Genellikle dakika üzerinden ücretlendiriliyor. Para ödemek istemiyorsanız (ki çok ucuz da değil) şehirlerarası yollardan -auto pista (AP) lerden- yani ücretli geçişlerden mümkünse uzak durmanızı öneririm.
Toledo-Cordoba: 345 km
Cordoba :
Toledo’dan Cordoba’ya yöneliyoruz. Üç saatlik bir araba yolculuğundan sonra akşam saatlerinde Cordoba’ya varıyoruz. Cordoba’da Mescita’nın sarı ışıklarla aydınlatılmasını, roma köprüsünden seyrediyoruz. Sabah kahvaltıdan sonra ilk durak Mescita. Sokaklar portakal ağaçlarıyla süslü. Portakal suyu neredeyse su fiyatına satılmakta.
Callojen flores
Mesquita
Sadelikle ihtişamın, Müslümanlıkla Hristiyanlığın bir arada olduğu farklı olanın yan yana ayrı bir güzellik oluşturduğunu gösteren muhteşem bir yer. Yerebatan Sarayı'nın sütunlarının çok daha geniş bir alanda olduğunu düşünün. Sonra birden yapının ortasında görkemli bir kilisenin yükseldiğini ve ilginç olan hepsinin aynı çatı altında olduğunu. Caminin içine kilise yerleştirilmiş desek yanlış olmaz sanırım. Düşünmesi bile zorlayıcı geliyor. Vitraylara vuran güneşin yarattığı ışıklarda tam fotoğrafçılar için. MesQuita’nın kulesine çıkarsanız hem bu görkemli cami-kilisenin görünüşünü hem de Cordoba’nın muhteşem manzarasını görürsünüz. Merdivenleri çok yorucu. Belirli saatlerde, belirli sayıda kişi alıyorlar. Bu yüzden rahat bir şekilde fotoğraf çekip manzarayı sayredebiliyorsunuz. Çok etkileyiciydi.
Cordoba’nın daracık sokakları ve bu sokaklardaki duvar saksıları sevimli bir şehir görüntüsü kazandırıyor. Özellikle Callejon flores. Daracık bir sokak ancak duvarın her iki tarafında asılan mavi saksılar içinde kırmızı sardunyalar buradan geçen herkesi gülümsetiyor. Tabii fotoğraf çekmek için sokağı boş yakalamak çok da mümkün değil. Sokağın sonu küçük bir meydana açılıyor. Burada bir hediyelik dükkânın içindeki tarihi Endülüs kuyusu (kapıda bunun yazısı var) derinliğiyle bizi etkiledi. Ayrıca baharda bizim gördüğümüzden çok daha çiçekli oluyormuş. Eğer çiçek içindeki duvarları seviyorsanız gezinizi mayıs ayında yapmayı tercih edin.
Ekstra Not: Araba ile geziyorsanız ya da gezmeyip otele ulaşmaya çalışıyorsanız aman dikkat. Çünkü sağa dönülmez, sola dönülmez işaretleriyle sizi döndürüp duruyor bu sokaklar.
Cordoba-Sevilla:137 km
Sevilla:
Akşam saatlerinde vardığımız Sevilla’da otel yeri bulmak için dar ve tek yönlü ara sokaklarda epey bir ter döktük. Sabah ilk iş Alcazar Sarayı.
Alcazar Sarayı:
Elhamra Sarayı'na hazırlık gibi oldu bizim için. Taş oyma işçiliği görülmeye değer. Ayrıca Alcazar bahçesinde, labirent bahçe içinde kaybolmak, leylakların altında bir balkondan yeşilliklere bakmak, sarayın hangi kapısından çıkarsanız çıkın bahçeye ulaşmak, hatta bahçeler arasında kaybolmak bizi şaşırttı.
Sevilla Katedrali ve Giralda Kulesi; Dünyanın en büyük Gotik Kilisesi görüp etkilenmemek mümkün değil. Görkemi şaşırtıcı. Coloumb’un ve oğlunun mezarı var. Coloumb’un dört asker tarafından taşınan tabutunun heykelleştirilmiş haline bir süre takılıyor insan. Buralara kadar getirmek zahmetli olmuştur o dönemde. Ancak Coloumb’un sadece 150 gr. nın burada olduğunu öğrendiğimizde hayli şaşırdığımızı da söylemeli. Coloumb’un mezarı birkaç ülkede daha varmış. Katedralin içindeki müzede gördüğümüz Goya’nın tabloları (ışık kullanımı) etkileyici. Bizim tanımadığımız başka ressamların tablolarını da görmek güzeldi.
Sarayın kulesi Giralda her yerden görünüyor. 2/3’ü cami minaresi geri kalan kısmı da çan kulesi olarak yapılan kuleye çıkış ücretsiz. 34 rampalık bir çıkış (merdiven değil rampa bu da çıkışı kolaylaştırıyor). Mutlaka kuleye çıkın çünkü şehre hem hâkim olmak, hem de tepeden görmek ayrı bir zevk.
Santa Cruz mahallesi, Sevilla’nın en eski mahallelerinden. Yine daracık sokaklar, yine küçük meydanlar, beyaz badanalı, çiçek saksılarının süslediği pencereler, duvarlar, iç avlular. Bu sokaklarda kayıtsızca dolaşın, zaten hemen kayboluverirsiniz.
Nehir kıyısına indiğinizde Triana’nın fotoğraflarını almaya doyamayacaksınız. Yan yana rengârenk boyalı evler ve bu evlerin nehire yansıması zevkle seyrediliyor. Sonra köprüden diğer yakaya geçip bu evlerin altındaki bar ve kafelerde keyif yapabilirsiniz. Ayrıca gece biz gitmedik ama burada flamenko gösterileri oluyormuş.
Nehrin diğer ucunda Selanik’teki Beyaz kaleye benzetilen Altın kulenin önündeki seyyar maketçide (başka isim bulamadım) Flamenko kıyafetleri giymeden de fotoğraf çektirebilirsiniz. 1 Euroya komik, eğlenceli ve arkanızda kulenin olduğu fotoğraflarınız olur ve her seferinde sizi gülümsetir.
Sevilla’ya seramiğin başkenti desek yanlış olmaz. Her yerde o güzel seramikleri görebilir ve dayanamayıp mutlaka bir parça seramik eşyası alabilirsiniz.
Museo del Baile Flamenco, dünyaca ünlü flamenkocu Cristina Hoyos tarafından kurulmuş dünyanın ilk Flamenko müzesi . Aynı binada Flamenko gösterileri yapılıyor. Tiyatro seyreder gibi izliyorsunuz. Bizim izlediğimiz gösteride muhteşem dans eden bir kadın, bir erkek ( Bailaor: Flamenko dansı yapan erkek, Bailaora: Flamenko dansı yapan kadın), bir cantaor (Şarkı söyleyen), ve bir de Flamenko gitar çalan (Tacaor) dört kişilik bir grup vardı. Dansçıların dansına doyamadık, ayrıca dilini bilmediğiniz bir şarkıya ağlamanın sadece filmlerde olmadığını da burada yaşadık. Sevilla Flamenkosu izlemeyi düşünüyorsanız burayı şiddetle tavsiye ederiz. O gün izleyecekseniz dört beş saat önceden biletinizi alın ve gösteriye en az yarım saat önce gidin. Yerler numarasız arkalardan ayakları izlemeniz pek mümkün olmayabilir. Flamenko kültürümüz yoktu ancak bölgelere göre değişik danslar olduğunu görerek öğrendik.
Sevilla-Ronda: 130 km.
Ronda:
Sierra Nevada dağları üzerinde, kireçtaşı olduğu söylenen derin bir kanyonun (El Tajo) üzerinde kurulmuş bir kasaba Ronda.
Hemingway’in “Çanlar Kimin için Çalıyor?” kitabında adı geçen kasaba. Hemingway ve Orson Welles’de burada belirli bir süre yaşamış.
Seyir terası Alameda Parkı, Hemingway yolu denen yürüme yolundan giderek tüm vadiyi ve görkemli kanyonu görmek mümkün. O yolun sonunda Ronda kasabasının simgelerinden biri “ Puento Nuevo Köprüsü”. Kanyonun iki ucunu bağlayan, 300 yıllık tarihi Puento Nuevo köprüsünün yüksekliğinden etkileniyoruz.
İspanya’nın hâlâ kullanılan en eski arenası Plaza de Toros’a giriyoruz. Boş da olsa bir arenada olmak huzursuzluk verici. Tabii bu benim düşüncem. Ayrıca içeride küçük bir müzesi var. Burada Plaza Mayor’un boğa güreşi yapılırken resmedilmiş bir tablosu oldukça dikkatimizi çekiyor. Ayrıca matadorların kıyafetleri, kılıçları, atlıların üzengi takımları da ilginç parçalarından. Goya’nın birkaç tablosu da yer alıyor müzede.
18. yüzyıldan kalan Casa del Muro’ya giriyoruz . Bu villa kalıntısı eski bir sarayın üzerine inşa edilmiş. Binanın içine girilmesine izin verilmiyor( zaten çok yıkık görünüyor) ancak bahçesi ve manzarası için görmelisiniz. Ayrıca bahçedeki mağara içinden (maden girişiymiş) kanyonun dibine inen 200 merdivenle alttan yukarıyı seyretmek de ilginç bir deneyim. Çıktığınızda “dizlerimin bağı çözüldü” sözünün ne anlama geldiğini anlayabilirsiniz.
Ekstra Not: Öküz Kuyruğu yemenizi öneririm. Sakın ismine aldanmayın.
Ronda- Granada: 150 Km
Granada:
Granada, Endülüs Emevi devletinin en önemli şehirlerinden biri ve aynı zamanda son düşen kalesi. Bu nedenle şehirde Arap etkisi çok belirgin. Hatta bir Arap sokağı var. Kendinizi kapalı çarşıda hissedebilirsiniz. Bir satıcı Türkiye’den geldiğimizi öğrendiğinde sattığı ürünleri kapalı çarşıdan aldığını söyledi. Bu sokakta alkol yok bol bol nargile var. Granada’da dikkatimiz çeken diğer bir özellik de sanki 68 kuşağı yerleşmiş gibi. Her yerde rasta saçlı kızlar, erkekler, hippi kıyafetler. Belki bizim o şekilde dikkatimizi çekti ama kıyafet satan dükkanlarda da renkli şalvarlar, uzun değişik etekler, bol tunikler olduğuna göre hippi cenneti dersek çok da yanılmış sayılmayız sanırım.
Kaldığımız motel tam Elhamra sarayına bakıyordu. Gece Elhamra’yı seyretmek ayrı bir zevk oldu bizim için. Yine çok dar ve dik sokaklar var. Yürümeye hazırlıklı olun ve sakın yanılıp bizim gibi arabayla bu sokaklara girmeye kalkmayın. Arabayla gittiyseniz mümkünse ana cadde üzerindeki otoparklara girin. Biraz pahalı tabii ama o dar yollara girip çıkamamak da var işin ucunda.
Elhamra:
Hristiyan ve Müslüman kültürler arasındaki iktidar savaşlarının yanı sıra birbirine gösterdikleri saygının da bir temsili sanki. Çok büyük. Elhamra Sarayı Endülüs Emevileri döneminde yapılmış. Burası saray olarak geçse de aslında bahçeleri, kalesi, birkaç küçük sarayı, cami kalıntıları ile büyük bir kompleks. Elhamra arapçada kırmızı anlamına geliyor. Sarayın su sorununu çözmek için içine birçok küçük su kanalı yapılmış. Ayrıca büyük kemerli kapı var. Bu kapıların üzerinde anahtar ve Fatima eli sembolleri hâlâ belirgin.
Sarayı gezmek için en az dört saat ayırmanız gerekiyor. Rehberli geziyi mümkünse tercih edin. Taş oymalar, birbirinden güzel bahçeler içinde dağılmadan sizi toparlayacak birine ihtiyaç duyabilirsiniz. Ayrıca kulaklıklar dağıtıldığından rehberin hemen dibinde olmanız da gerekmiyor. Saray biletlerini mümkünse gitmeden önce internetten alın çünkü belirli sayıda satılıyor ve bilet kalmayabiliyor.
Sagramento çingene mahallesinde doğal mağaralarda ister yemekli, ister sadece içmeli Granada tarzı Flamenko gösterisi seyredebilirsiniz. Sevilla da seyrettiğimiz gösteriden daha farklıydı. Hani bir tercih yapmak gerekirse biz Sevilla’daki gösteriyi çok daha fazla beğendik.
Granada-El Toboso :
El Toboso:
Son derece sessiz sakin bir kasaba. Madrid’e yakın olduğu için seçtik. Daha ekonomik olduğunu düşündük. Ayrıca Don kişot’un Dulcenia’nın yaşadığını kurguladığı yer olarak da önemli. Dulcenia müzesi ve Don kişot Müzesi gezilecek yerleri. Don Kişot müzesinde her dilde basılan Don Kişot kitaplarından 1933 basımı Türkçeyi görmek değişik bir duyguydu.
El Toboso’nun -sanırım- tek restoranı yemekleri, sunumu ve güleryüzlü servisi ile bizi çok şaşırttı. Biz Türkçe, garson İspanyolca konuşarak çok güzel anlaştık.Meydanda Don Kişot ile Dulcenia’nın birbirlerine bakan demirden heykellerinin kollarına girerek fotoğraf çektirdik. Buraya pek turist gelmediğini düşündük zira hediyelik eşya dükkânı bile yok. Hediyelik olmadan olmaz diyorsanız marketinden Dulcena bademli çikolatası alabilirsiniz. Tadı oldukça güzel.