Lusitania Treni, Comboio Tren Hotel denilen İspanyol Demiryolları Renfe ile ortak yapılan bir gece seferi. Gece 22.30’da Lizbon’dan kalkıp sabah 09.20’de Madrid’e ulaşıyor ya da aksi istikamette Madrid’den kalkıp Lizbon’a geliyor. Biz, kahvaltı dahil olan Gran Touristik mevkiinde yani iki küçük ranza olan müstakil odalarda kalıyoruz. Odalar, tabii ki inanılmaz dar ancak bir otelde olması gereken her detay düşünülmüş. Odalarda ranza dışında, bir küçük lavabo var ve üstündeki aynalı dolaplarda seyahat kiti bulunuyor. Darlık gerçek anlamda sorun değil, asıl sorun, inanılmaz boyuttaki sıcaklık. Yine de yatağın kenarına oturup, pijamalı halde, garda dolaşanları seyretmek ve yattığın yerden trenin geçtiği istasyonları izlemek, farklı bir deneyim. Hem yatağında uyumaya çalışıp hem de aynı zamanda dışarıda süregelen hayatın içinde olmak bu. Tam gezginlere göre, uykusunda bile gezmek, ara ara uyanıp neredeyim diye bakmak.
Bir trenin, özellikle de yatarken, ne kadar salladığını ve gürültü çıkardığını tarif etmek imkânsız. Yine de yatılan yerden, yıldızlara bakarak yol almak ve geçtiğin kasabaların küçük istasyonlarını ay ışığının aydınlığında seyretmenin farklı bir deneyim olduğu tartışmasız. Sonsuz görünen yeşil çayırları, ovaları seyretmek, arada beliren kilise kulelerini uzaktan fark etmek, dışarıda bir yaşamın varlığı ve hızla değişmesi, değişimin önünüzden geçivermesi, insanı romantik bir keyfe sürüklüyor. Uçak ile ani bir kültür şoku yaşıyorsunuz, tren sizi gideceğiniz yere yavaş yavaş hazırlıyor. Ulaşmak istediğiniz noktayı, çevresi ile bir bütün olarak algılamanız için size ön bilgi sunuyor.
Sabah 10.00’a doğru Madrid’in Chamartin İstasyonu’na ulaşıyoruz. Yüzümüz gözümüz sıcaktan pembe pembe, elimiz ayağımız şişmiş vaziyette atıyoruz kendimizi İspanyol topraklarına. Chamartin İstasyonu, şehir dışı hatlar için ayrılmış bir gar, buradan başka bir tren ile 1-2 duraklık mesafedeki Atocha Renfe İstasyonu’na geçiyoruz. Atocha Renfe İstasyonu ise artık Madrid’in şehir içi ve banliyö ulaşımının merkez garı.
Aslında bu noktadan otele veya Madrid’in merkezi Puerta del Sol Meydanı’na yürümek daha cazipmiş ama ilk geldiğimiz şehirde, neresi neresidir diyene kadar maalesef şanssızlıklar yaşanıyor. Metroya binerek Madrid’in ana caddesi olan Grand Via durağında iniyoruz ve kesinlikle anlıyoruz ki Madrid’de, ulaşımı metro ile temin etmek doğru bir yöntem değil. İnanılmaz kalabalık, inanılmaz sıcak, inanılmaz yavaş ve duraklarda da inanılmaz uzun duruyor. Her istasyonda yürüyen merdiven de yok, dolayısı ile bavullarla resmen acı çekiyoruz (Garda inip, direkt taksi doğru çözümmüş).
Üstü açık kırmızı tur otobüsleri Madrid’de bolca mevcut (www.madridcitytour.es ). Gün boyunca istenilen durakta inip binme hakkı Madrid’de de var. Çocuklar bu otobüs işine bayıldığı için, hemen Grand Via durağından atlıyoruz ilk önümüze gelene. İlk güzergâh (Ruta1)Sol Meydanı ve Centro Bölgesi’ni yani ana turistik bölgeyi, 2. güzergâh (Ruta2) ise bu bölgelerin dışındaki gezilebilecek noktaları dolaştırıyor ve kulaklık ile istediğiniz dilde bilgi veriyor.
Madrid, 8. yüzyılda Kuzey Afrika’dan gelen Mağribî’ler tarafından bir kale kurulması ile küçük bir yerleşim alanı olarak başlıyor tarihine. 11. yüzyıla gelindiğinde, kuzeydeki en büyük Hristiyan güç Kastilya Krallığı bir rivayete göre çok daha büyük olan Toledo yerine yanlışlıkla Madrid’i ele geçiriyor. Mağribîlerin Afrika’ya geri çektirilmesi sonrasında, evlilikleri ile Kastilya ve Aragon’u birleştiren Isabel ve Fernando döneminde İspanya bir ulus devlet halini alıyor. 15. yüzyıldan sonra İspanya ve Osmanlı, tarihin iki büyük gücünü teşkil ediyorlar. Daha sonraki dönemlerde evlilikler yolu ile Habsburg Hanedanlığı ve Bourbon Hanedanlığı etkisine giren İspanya’nın başkenti Madrid’de bu nedenle bugün, Habsburg, Bourbon, Barok, Art Deco, Art Nouvo, Neo Klasik gibi farklı mimari stilleri bir arda görmek mümkün olabiliyor.
Centro adı verilen bölge, Eski Madrid. Paseo del Prado Bulvarı’ndan, Palacio Real Sarayı’na kadar uzanan Calle Alcala Caddesi, Puerto del Sol Meydanı ve devamı Calle Mayor Caddesi’nin güney tarafı. Bu aksın üst tarafında Grand Via Caddesi ile sınırlanan bölge ise “Sol”. Madrid’in kısmen daha modern, turistik yüzü, daha fazla alışveriş imkânı sunan, daha az tapas bar olan, buna karşılık daha güncel yiyecek içecek imkânları sunan bir alan. Her iki bölge de çılgınlık mertebesinde kalabalık ve oldukça rağbet gören bölgeler; hem turistler hem Madridlilerce.
Otobüs ile belli başlı gezilebilecek noktaları gezip, bütün dünya oradaymış gibi görünen İspanya’nın hem ruhani, hem coğrafi merkezi haline gelmiş olan Puerta del Sol Meydanı’nda iniyoruz. Meydan, yapıları ya da formu ile ilgi çekici olmaktan öte anlamsız bir ifadesizliğe sahipken asıl ilgi çekici gelen, köşedeki Mallorquina adlı pastanenin camekânında sergiledikleri ve başsız adam, göbekli Spiderman gibi çeşitli kişiliklere bürünmüş sokak artistleri oluyor.
Calle Mayor Caddesi üzerinde kısa bir yürüyüş ile ulaştığımız Plaza Mayor Meydanı; kutu gibi, dört tarafı saray binası ile kapatılmış, dört kenarından pasajlar ile geçiş sağlanan bir yapı. Teatral bir havası olan bu meydanda 17. yüzyılda boğa güreşleri, idamlar, geçit törenleri ve engizisyon davaları yapılmış.
Çeşitli kafelerin ve çeşitli dükkânların yer aldığı meydanın batı çıkışından çıkılınca “Mercado de San Miguel” adlı yerel pazar binasına ulaşılıyor. Demir iskeletli, cam kaplı, tek katlı bir yapı ve İspanya pazar ürünlerini incelemek açısından da eşsiz bir deneyim yaratıyor.
Aklımızın kaldığı Puerta del Sol Meydanı’nın köşesindeki pastaneye dönerek Mallorquina’da muhteşem görünen tatlıları denemek istiyoruz. Burası 1894’te kurulmuş bir pastane, alt bölümünde insanlar ayakta kahve içerek hemen orada hazır tabaklarda olan tatlılardan seçtiklerini yiyorlar. Alt katın diğer yarısında her çeşit pastane ürünü, tatlı, tuzlu, çikolata satılıyor. Yukarıda ise oturarak yeme şansınız var. Şık bir yer değil, klasik ve geleneksel ama pastaları görünüş kadar lezzet olarak da beğenimizi kazanıyor. “Nata” dedikleri kremalı ürünler, ağır olmadığı gibi çok da lezzetli (Reinas de Nata’ya bayılıyorum).
Bir yan alışveriş caddesi olan Calle del Arsenal’i dolaşarak, Madrid’in opera binası Teatro Real’e ve küçük meydanına ulaşıyoruz. Altı cephesi bulunan binanın görünen katları haricinde yer altında da 6 katı bulunuyormuş. Daha sakin ve elit görünen bu küçük meydanı geçiyoruz ve sonrasında Plaza de Oriente’nin parklarının arkasında görkemli Palacio Real (Kraliyet Sarayı) bizi karşılıyor.
Yapımı iki Bourbon Kralı’nın hükümdarlığı boyunca süren (17 yıl) bu görkemli sarayda 1931 yılına kadar, kraliyet ailesi ikamet etmiş ve halen devlet törenleri için kullanılmaya devam ediyormuş. İçi ve dekorasyonu ile büyüleyici olan sarayın özellikle yemek salonu, porselen salonu, rokoko Çin işleri ile bezeli Gasparini salonu ve taht salonu görülmesi gereken yerler olarak methediliyor.
Zaman olarak epey geçe kaldığımız için sarayı gezmeyi, vaktimiz olursa başka güne erteleyip, yan avlusunda karşılıklı yer alan kent katedrali, Cathedral de la Alnudena’nın ortak meydanını dolaşarak, sarayın ve katedralin bulunduğu tepelik alandan, Madrid’in Rio Manzares bölgesini seyrediyoruz.
Bir müddet tapas ya da paella yapan yer bakınsak da bu kalabalıkta en mantıklısı otelin altında yer alan “Vips” adlı modern bir kafe-restoran zincirinin şubesi oluyor. İspanyol yemeklerinin, Meksika spesiyallerinin basit ve modern bir yorumla sunumunu yapan kafede, çocuklarda yedikleri tavuğa bayılıyor. Ben peynirli tortillalı bir şeyler söylüyorum ki gerçekten damak tadımıza aykırı düşmüyor. En güzeli ise “Sangria”, limonata ve şarabın mevsim meyveleri ile karıştırılarak buz ile büyük sürahilerde servis edilmesi şeklinde içilen İspanyol spesiyali içecek oluyor fakat yarım sürahi istediğimiz halde bitiremiyoruz.
Ertesi sabah Passeo del Prado Bulvarı’na inerek, bu güzel geniş bulvarı geze geze Atocha Renfe İstasyonu’na iniyoruz. 18. yüzyıl sonlarında düzenlenen Passeo del Prado Bulvarı, o dönemde geliştiği için Bourbon Madrid olarak adlandırılan bölgede, müzelerin, görkemli yapılar ve şık otellerin bulunduğu geniş ağaçlıklı meydanları olan, elit bir kesim.
Adını Bereket Tanrıçası Kibele’den alan ve orta göbeğindeki çeşmede tanrıçanın bir figürünün bulunduğu Madrid’in en güzel meydanlarından biri olan Plaza de Cibeles Meydanı’ndan Atocha Renfe tren garına kadar olan bölgede; Museo Prado (Prado Müzesi), Museo Thyssen Bornemissa ve Centro de Arte Reina Sofia müzeleri yer alıyor. Gerek İspanyol resim sanatının gerekse batı resim sanatının en nadide örneklerinin görülebileceği zengin müzeler bunlar.
Atocha tren garına girince öncelikle bizi bir tropikal sera karşılıyor. Orta açıklıkta düzenlenmiş, yağmurlama sistemi ile nem ve rutubet sağlanarak pek çok tropikal bitkinin öylece ortada yetişmesine imkân sağlanmış hoş bir alan. Ancak, zaten kalabalık ve sıcak olan garı daha bir sıcaklaştırıyor.
İspanyol sanatının Picasso, Miro, Dali gibi sürrealist ressamlarını ağırlayan ve özellikle dünyanın en çok konuşulan resimlerinden biri olan Picasso’nun La Guernica adlı eserini çocuklara göstermek için Centro Arte Reina Sofia Müzesi’ne giriyoruz. İspanyol tarihindeki iç savaşı anlatan bu dev boyutlu tabloda, Yunan mitolojisinde insan eti yiyen boğa başlı yaratık Minotaur betimlenmiş. Picasso’nun New York’a gitmek ve uzun süre orada sergilemek zorunda kaldığı bu tablo ile karşılaştığımızda, bir anaokulu sınıfını komple yere oturmuş tabloyu seyrederken ve anlatılanları dinlerken buluyoruz. Resim sanatının önemli bir modern temsilcisi olan La Guernica’yı, bizim çocuklar ilkokulda da olsa görmüş oldukları için mutlu oluyorum.
La Guernica
Resimdeki boğa Minataur’dan sonra, İspanyollar için milli öneme sahip bir başka boğayı incelemeye gidiyoruz. Artık şehirde kaldığımızdan 1 günlük otobüs ve metrolarda geçerli Madrid Card alarak, 2 numaralı kırmızı metro hattının Ventas durağında iniyoruz. Burası Grand Via’nın doğu istikametinde, Calle de Alcala Caddesi’nin devamı.
Plaza de Toros de las Ventas, cephesi tuğla kaplama ve girişleri at nalı şeklinde inşa edilmiş yuvarlak formlu bir boğa güreşi arenası. Boğa güreşleri “corrida”, Mayıs ayından Ekim’e kadar yapılıyor ve çok ciddi taraftarları var. Matadorlar özel olarak yetiştirilen ve takım olarak sahaya çıkan sporcular; yani asla tek kişilik bir gösteri değil, antrenörler, atlar, yetiştiriciler, seyisler, koçlar vs. ile kalabalık bir ekip söz konusu.
Güreşler, 20 dakikalık bölümler halinde yapılıyor ve bir gösteri 2 saate yakın sürüyor. Boğaların hepsi vahşi ortamda yetiştirilmiş, güçlü, çevik ve akıllı hayvanlar. Öldürülen boğaların etleri, yoksul ve kimsesizlere dağıtılıyor. Matador boğayı öldüremese de o boğa her hâlükârda kesiliyor çünkü hafızaları çok güçlü olduğu için tekrar sahaya çıkarmak mümkün değil, yani sahaya çıkan boğa baştan kaybetmiş durumda. Boğanın kalbi, sırtına çok yakın olduğundan sırtına nişan alınıyor.
Matadorlar futbol ya da film yıldızları kadar popüler oldukları için ünlü matadorları anlatan bir de küçük müze var, Museo Taurino isimli boğa güreşi müzesi.
Kan ve vahşet hikâyesinden sonra ne kadar sevimsiz gelse de acıktığımız için, tapasları oldukça methedilen popüler bir restoranı arıyoruz. Calle Maria Molina ile Calle Serano’nun kesişmesindeve Museo Galdiano’nun tam karşısında yer alan “Jose Luis”. Daha ziayede Madrid’in elit ve iş kesiminin rağbet ettiği, az sayıda turistin bulunduğu, şık bir tapas bar burası. Bizim anladığımız dilde meze olarak tarif edilen “tapa”lar, ülkede yapılan yere göre çeşitli. Seçtiğiniz meze, genellikle bir dilim ekmek üzerinde servis ediliyor (Barselona’da daha farklı). Bu “tapa”ların yöresel özellikte olanları (Kastilya-Bask- Katalan vs. ) farklılıklar gösteriyor elbette. Yanında, İspanyol şarapları bir alternatif elbette ama ben Madridlilerin tercih ettiği, kısaca “fino” dedikleri sherry çeşidini deniyorum. Ama pek de lezzete katkısı olan bir içecek gibi gelmiyor.
Ailede üç erkek olunca ve Madrid de futbol konusunda önemli bir şehir olunca, hali ile onlar baskın geliyorlar ve bir başka spor arenasına, dünyanın en büyük futbol kulüplerinden Real Madrid’in Bernabeu Stadı’na gitmek farz oluyor. Bindiğimiz 1-2 durakta bile metro tahammül edilemez geldiği için, ulaşımı otobüse çeviriyoruz. Merkezden kuzeye çıktıkça Madrid sakinleşiyor, o çılgın kalabalık ve kargaşadan arınarak, modern yüzünü gösteriyor. Santiago Bernabeu Stadı, futbolun efsanevi stadyumlarından biri göz kamaştırıcı. Bir tur programı şeklinde gezebiliyorsunuz. Ancak giriş ücretleri astronomik, futbolcu transfer ücretlerinin nasıl temin edildiğinin göstergesi. Hem pahalı hem de stat inanılmaz büyük olduğu için ilgi duymayan hanımların, dışarıdaki caddedeki mağazaları ya da karşıdaki El Corte İngles’i (büyük mağaza) gezmeleri doğru bir öneri olacaktır. Ancak futbolu sevenler için de, adeta bir mabet.
Dönüşte Museo Thyssen-Bornemissa durağında inerek, herkesin yukarı yürüdüğünü gördüğümüz Carrera de San Jeronimo Caddesi’nden çıkmaya başlıyoruz. 5 yıldızlı oteller, kongre merkezinin varlığı ile örtüşüyor. Düz gidilirse, Puerto del Sol Meydanı’na çıkılıyor ama kalabalığı takip ediyoruz ve Calle del Prado Caddesi’nden ilerleyerek, gittikçe artan tapas barlar, restoranlar ve kalabalık sonrasında, Plaza de Santa Ana Meydanı’na ulaşıyoruz. Küçük, kare formlu meydanın etrafı, envaı çeşit tapas barla dolu, aynı şekilde meydana açılan caddelerde öyle. Bu kadar çok insan nereden geliyor buraya, hepsi turist olamaz diye düşünüyoruz.
İstanbul’a dönünce asla kalabalık demeyeceğiz!
Bulunduğumuz küçük meydan Plaza de Santa Ana ve çevresi, Madrid’e gelip, gece Madrid tarzı bir şeyler yemek içmek isteyeceğiniz nokta ya da kaba bir tasvir ile Puerto del Sol’un kuzeyi alışveriş, güneyi ise yeme-içme bölgesi.
Kalabalıktan tapas barlarda yer bulamadığımız için ve Sol’un çılgınlığına da girmek istemediğimizden, gecenin yaklaşan mavi saatinde, gözümüze güzel görünen meydandaki açık alanda, herhangi bir restoranda oturuyoruz. İspanyolların ünlü domates çorbası “gazpacho”yu denemek istesek de mevsimi olmadığı için (yaz olmalı) yapamadıklarını söylüyorlar. Nasılsa turist diye ketçap basılmış bir çorba getirmemelerini takdir ediyorum. Paellanın da hazırlanması 20 dakika süreceğinden daha basit seçimler yapıyoruz.
Yemekten sonra, Plaza de Santa Ana’dan kısa bir yürüyüş ile ulaştığımız Plaza de Benavente aynı kalabalığı devam ettiriyor ama bu meydan daha ziyade ulaşım merkezi. Pek çok otobüs durağı ile sinema ve tiyatro yer alıyor bu bölgede.
Bolsa Caddesi’nden ilerleyerek aynı adlı ünlü lokantanın önünden geçip, Plaza Mayor’un doğu kapısına ulaşıyoruz. Plaza Mayor’un güneyinde, Cuchilleros Caddesi’ni devam ettirirseniz, Cava Baja ve Cava Alta Caddeleri’ne ulaşılıyor ki bu caddelerde Madrid’in en methedilen tapas barlarından olan “cerveceria”larından geleneksel formatta olanlarını bulmak mümkün. Yine Calle Cuchilleros üzerinde “Dünyanın En Eski Restoranı” (1725 yılı) olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na giren, El Sobrino de Botin’i bularak tipik Kastilya yemekleri tatmak da mümkün.
Placio Real’in arkasında yer alan Casa del Campo adında 17,5 km’lik bir alana yayılan eski kraliyet avlığı bir çam ormanı olarak; içinde çeşitli spor imkânları, göl, hayvanat bahçesi, akvaryum ve eğlence parkı barındırıyor. Bir teleferik ile yakındaki başka ormana, Parque del Oeste’ye bağlanıyor. (www.teleferico.com) (www.zoomadrid.com)
Park, kalabalık Madrid ahalisini kaldırabilecek büyüklükte ve çılgın Madridlilere yakışan, çılgın oyunlara sahip mizaçta olduğunu hemen fark ettiriyor. Her eğlence parkında olduğu gibi, yaş gruplarına göre ayrılmış oyun alanları ve yeme-içme bölümleri var. Belli bir konsept yok, anlaşıldığı üzere heyecan ana tema. Bir çeşit devasa lunapark gibi görünen park için kesinlikle şunu söyleyebiliriz ki, Avrupa’nın belli başlı tüm eğlence parklarını gezmiş bir aile olarak gördüğümüz en inanılmaz oyunlar burada. Bindik ve eğlendik anlamında değil, çılgınlık boyutunun erişilmezliği açısından. (www.parquedeatracciones.es)
Özellikle Tornado adlı neredeyse tamamını ters olarak gidip sayısız taklalar ve burgular attığın roller-coaster, tamamen Madridlilerin kendini aştığının göstergesi. Tarantula da sürekli dönme ve mide bulandırma konusunda aşağı kalmıyor. Daha yumuşak oyunların da yer aldığı parkın kış olduğu için bir bölümü kapalı ama buna rağmen Madrid’in her yeri gibi burası da kalabalık.
Otele dönmek üzere Puerto del Sol’de indiğimizde neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Cumartesi olmasının etkisi ile zaten kalabalık olan meydan, hareket edilemez aşamaya gelmiş. Meydana açılan caddelere ise kalabalık değil, gürleyen insan seli demek daha uygun. Nereye gidiyor bu insanlar, nereden geliyor, ne yapacaklar, zaten bu kalabalıkta ne yapılabilir ki. İşin tuhafı, herkesin gayet mutlu ve keyifli görünüyor olması. İtişen kakışan yok, demek ki hep böyle ve insanlar burada her cumartesi günün bir karnaval gibi yaşıyorlar.
Çılgınlığı bir yana Madrid’i sevdiğimizi söylemek zor. Yapılar, binalar, meydanlar; heybetli ve etkileyici olsa da bir zaman sonra büyük yapı, geniş meydan insanı boğuyor. Önemli olan şehirdeki genel ahenk ki maalesef Madrid’in kalabalığı, bu ahengi algılamanıza engel. Şehri algılamanıza bir başka engel de, fazla dağınık oluşu ve farklı dönemlere, farklı tarzlara sahip oluşu. Dönem ve mimari kalabalığı, insan kalabalığı ile birleşince Madrid’i, İspanyol romantizminden koparıp sadece görkemli bir karmaşaya sürüklemiş.