Madrid Bölgesi Unesco Kültür Mirasları

Madrid'e hızlı trenle yarım saat uzaklıkta Segovia diye UNESCO korumasında tarihi bir kasaba var. Bu yıl katılacağım bir kursun burada gerçekleşeceğini öğrendiğimde kelimenin tam anlamıyla gözlerim parladı. İspanya hep gitmek istediğim ama yakınlığından dolayı sürekli ertelediğim bir yerdi.

Aylar öncesinden İspanyolca sözlük ve dilbilgisi kitaplarımı alıp ispanyolca çalışmaya ve bir yandan da gezi planlarımı yapmaya başladım. Kurs hafta içi 4 gündü. Pazartesi ve haftasonlarını da birleştirince gezmek için bana 5 gün kalıyordu. 5 gün Madrid için yeter mi? Tabii ki yetmez. Ama iyi bir gezi programıyla görülmeden dönülmemesi gereken ve ilgi alanıma giren yerlerin hepsini görebilirdim.

Madrid'de gitmek istediğim yerleri araştırıp haritama eklemiştim. Haritamın linki burada! (https://www.google.com/maps/d/edit?mid=zSZn12TaxBFQ.kkZ_CsSCLsoM&usp=sha...)

İlk olarak gezmekten gerçekten çok keyif aldığım ve çok şey öğrendiğim UNESCO Koruması'ndaki yerleri araştırdım.

Madrid şehir merkezinde UNESCO korumasında bir yer yok ama aday listede bir yer var: Buen Retiro Sarayı. 

Buen Retiro Sarayı

Retiro Parkı'nın ve Prado Müze Kompleksi'nin bulunduğu yerde 17. yüzyılda Kral 4. Philip tarafınca yaptırılan bu saray kalıntıları, 1808'de Yarımada Savaşı'nda Fransızlar tarafından baraka olarak kullanılmış ve ciddi hasar almış. Savaş sonrası tamir edilemez boyutta olan bu hasardan dolayı saray yıkıldı. Günümüze ise sadece bahçelerinin bir kısmı olan Retiro Parkı ve iki binası geriye kaldı; Salon de Reinos ve Salon de Baile. Orijinallerinden farklı da olsa iki bina da günümüzde Prado Müzesi Kompleksi içerisinde bulunmaktadır.

Madrid'de UNESCO korumasında bir yer bulunmasa da İspanya'nın 17 özerk bölgesinden biri olan Madrid Özerk Bölgesi sınırları içerisinde 3 tane UNESCO korumasında yer bulunuyor;

  • Aranjuez Bölgesi,
  • Alcala de Henares Üniversitesi
  • El Escorial Manastırı

Üçü de Madrid'e trenle yaklaşık 40-45 dakika uzaklıkta bulunuyor. Bunların haricinde Madrid'e çok yakın olan ama Madrid Özerk Bölgesi içerisinde olmayan 3 yer daha var;

  • Kastilya-La Mança Özerk Bölgesi'nin başkenti olan Toledo,
  • İspanya'nın yüzölçümü en büyük bölgesi olan Kastilya ve Leon Özerk Bölgesi'nde bulunan Segovia
  • Avila.

Segovia ve Toledo'ya hızlı tren olduğu için bu iki şehre yarım saatte ulaşabiliyorsunuz fakat Avila'ya ulaşım biraz zahmetli. 1,5-2 saat civarı bir yolculuk gerekiyor trenle ve tren saatleri de diğer iki şehre kıyasla çok sık değil.

Ben Madrid'i gezmeyi sona bırakıp önce UNESCO korumasındaki yerlere gitmeye karar verdim. Madrid'de güzel bir akşam geçirdikten sonra sabah ilk durağım Aranjuez oldu.

Aranjuez

Aranjuez'e ulaşım çok basit. Cercanias adlı yerel trenlerle kırk dakika civarında ulaşabiliyorsunuz. Renfe.com adresinden tren saatlerine bakabilirsiniz. Sitede sol altta bulunan Cercanias butonuna tıklamanız gerekiyor.  Ben tarihi Atocha Garı'ndan binmeyi tercih ettim. Madrid'in diğer istasyonlarından da binmek mümkün Aranjuez trenlerine.

Unutulmaması gereken bir nokta ise Pazartesi günü hem Aranjuez'deki hem El Escorial'deki bütün binalar kapalı. Pazartesi gidip hayal kırıklığı yaşamayın!

Aranjuez bir Patrimonio Nacional, yani ulusal kültür mirası. Kraliyet ailesinin yaşadığı İspanya Devleti'ne ait saraylar ve kullandığı bahçeler, şu an başbakanlığa bağlı bir kurumun bünyesinde ve özel bir davet olmadığı sürece halka açık.

Kraliyet ailesinin yaşadığı bu bölge 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne eklendi. 1927 yılında Neo-müdeccen tarzda inşa edilen çok güzel bir tren istasyonunda indikten sonra iki yanı ağaçlı bir yoldan şehre doğru ilerlemeye başladım. Adımlarımın sayısı arttıkça uzaktan beyazlı pembeli bir bina belirmeye başladı. Yolun bitiminde Aranjuez Kraliyet Sarayı karşımdaydı.

Bu saray II. Philip tarafından Juan Bautista de Toledo ve Juan de Herrera'ya 16. yüzyılın ikinci yarısında yaptırıldı. Saraya giriş ücreti yetişkin 9 euro, öğrenci 4 euro. Öğrencilerde 25 yaş sınırı aranıyor. 25 yaşın üstünde olmama rağmen üniversite kartımı göstererek öğrenci olarak girdim. Yaş sormadı burada kasada bekleyen kadın. Ama İspanya'nın diğer saraylarının hepsinde sordular, aklınızda olsun. Bir diğer dikkat edilecek husus da, sabahın erken saatlerinde giderseniz çok uzun bir bilet sırası oluyor. 1 saat kadar sıra beklemek istemiyorsanız biletinizi internetten online almanızda fayda var.

Saray, İspanyol Kraliyet ailesi tarafından 19. yüzyılın sonlarından itibaren sonbahar rezidansı olarak kullanıldı. Sarayı gezerken beni en çok etkileyen ve en orjinal bulduğum iki oda, Porselen (Çinli) Odası ve Tütün Odası oldu. Daha doğrusu tüm Aranjuez'deki en etkileyici yerler burasıydı. Sırf bu odaları görmek için buraya gelmeye değer mi peki? Benim gibi biri için problem yok. Etkileyici hiç birşey olmasa da gelip görürüm vaktim varsa, ama vakit sıkıntısı olanlar veya aheste gezmeyi sevenler için önerim; ilk önce El Escorial'i, sonra Toledo ve Segovia'yı, ardından Alcala de Henares ve Aranjuez'i görmeleri olur.

Saraydan çıktıktan sonra sarayın hemen güneyinde beyaz kumla örtülü Mariblanca adlı meydan bulunmakta. Ortasında bir Venüs heykeli ve öteki uçunda 1752 yılında yapılan San Antonio Kraliyet Kilisesi ve etrafında Casa de Oficios, Casa de Caballeros ve Casa de las Infantas adlı saray binaları bulunuyor. Kiliseyi hızlıca gezdikten sonra sarayın bahçelerine doğru ilerlemeye başladım.

Sarayın hemen doğusunda bulunan 1746 yılında yapılan bahçenin ismi Jardin del Parterre. Burada Herkül ve Antaeus'u anlatan çok güzel bir çeşme var. Kısaca bir değinmek gerekirse; Antaeus, Poseidon ve Gaia'nın yarı dev oğulları, Libya'nın çöllerinde yaşıyor. Buradan geçen herkesi güreş yapmaya zorlayıp kazandığında da rakibinin kafasını koparıyor. Amacı babasına ithaf edeceği kafataslarından oluşan bir tapınak yapmak. Herkül 11. görevi sırasında buradan geçerken Antaeus ile karşılaşır ve onunla güreşmek zorunda kalır. Antaeus'un annesi toprak ana olduğu için Antaeus'un ayakları yere bastığı süre boyunca Antaeus yenilmezdir. Bu durumu farkeden Herkül ise bir şekilde bir yolunu bularak Antaeus'u kündeye getirir ve onu yener.

Bahçenin hemen kuzeyinde bulunan Tejo Nehri'nin kıyısından yürüyerek bahçenin kuzeybatısındaki köprülere geldim. Bu köprüler bu bahçeyi başka bir bahçeye bağlıyorlar; Jardin de la Isla. Orjinali 1487 yılında yapılan bu bahçenin içinde birçok çeşme bulunuyor. Apollo Çeşmesi, Boticaria Çeşmesi, Herkül ve Hidra Çeşmesi, Saat Çeşmesi, Tahtın Çocukları Çeşmesi, Venüs Çeşmesi, Bacchus Çeşmesi ve Neptün Çeşmesi bunlardan birkaçı. Vaktiniz varsa keyifli bir yürüyüşle bunların hepsini görebilirsiniz.

Bu bahçeyi de gezdikten sonra bu iki bahçenin toplamının yaklaşık 5-6 katı olan Jardin del Principe'ye doğru yol almaya başladım. Bahçeye girdikten sonra kuzeye doğru ilerleyince burada sevimli bir müze olduğunu farkettim; Museo De Faluas Reales. Yani Kraliyet Tekneleri Müzesi. Bizim Beşiktaş'daki Deniz Müzesi'ne benzettim biraz. Bu arada Deniz Müzesi'nin restorasyondan sonraki halini görmeyen varsa kesinlikle tavsiye ederim. Ben çok beğendim. Buradaki müzenin güzel yanı ücretsiz olmasıydı. Kraliyet ailesinin Tejo Nehri'nde kullandığı birkaç saltanat kayığı restore edilip burada sergileniyor.

Buradan da Aranjuez'deki son noktam Casa del Labrador'a doğru yürümeye başladım. Keyifli bir yarım saatlik yürüyüşten sonra Kraliyet ailesine ait 1803'de neoklasik tarzda inşaa edilen bu malikaneye geldim. Bolca fotoğraf çektikten sonra Aranjuez'i gezmenin verdiği ferahlıkla tren istasyonuna doğru gidebilirdim artık. 

Saat 13.22'yi gösterdiğinde El Escorial'e giden trenim istasyondan kalkmıştı. Yaklaşık bir saat elli dakika sürecek bu yolculuk bana öğlen yemeği yemek ve biraz dinlenmek, hatta küçük bir siesta yapmak için yeterli vakti verecekti. Kendi arabanızla yolculuk ediyorsanız buradan, yine güneyde olan Toledo'ya uğramak daha mantıklı. Ben tren ile yolculuktan çok keyif aldığım için buradan El Escorial'e direk gitmek bana daha çok hitap ediyordu. Öyle de yaptım zaten. Keyifli bir yolculuktan sonra tren El Escorial'e varmıştı.

El Escorial

Trende bir yandan enerji toplarken bir yandan da El Escorial ile ilgili notlarıma bakıyordum. Birden camımda ormanın içinde, dağın eteklerine yerleşmiş gri taştan dikdörtgen şeklinde kocaman bir bina beliriverdi. Bir manastırdan çok, bir kaleye benzettim ilk başta. Büyük bir bina ile karşılaşacağımı biliyordum ama bu kadar büyük olması beni çok şaşırtmıştı doğrusu. Sanırım şu ana kadar gördüğüm en büyük manastır buydu...

www.wikipedia.com'dan alınmıştır.

Trenden El Escorial kasabasında indikten sonra San Lorenzo de El Escorial Manastırı'na ulaşmak için yaklaşık 1.5 km'lik bir yol yürümek gerekiyordu. İstasyondan otobüs olmasına rağmen ben parkın içinden yürümeyi tercih ettim. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra manastıra varmıştım. Yakından bakınca gerçekten daha da büyük gözüktü gözüme. 

Buraya tek başına manastır demek pek doğru değil aslında. Burası aynı zamanda bir kraliyet sarayı, kütüphane, bazilika, okul ve panteon. Peki soralım o halde hep birlikte; Neden bu kadar kapsamlı ve büyük bir bina inşa etmişti İspanyol Kralı?Biraz araştırdıktan sonra binanın yapım kararında iki olayın önem arzettiğini anladım; Bunlardan ilki, 10 Ağustos 1557'de Fransızlara karşı kazanılan zaferin Aziz Lawrence gününe denk gelmesi nedeniyle Aziz Lawrence adına bir manastır inşa etmekti. İkincisi ise Kral V. Charles'ın vasiyetinde ölünce dini bir yapının içine gömülmek istediğini belirtmesiydi. Bu iki olayı birleştirip Prostestan reformuna karşı İspanya'nın Katolik duruşunun bir simgesi olacak bu yapıyı inşaa ettirecek ve babasının vasiyetini yerine getirecek olan oğlu Kral II.Philips'dir. Bir de sarayını buraya taşıyarak zaten zamanına göre devasa olacak binayı iyice devasa hale getirtmiştir. İtalya'da bir süre Michelangelo ile de çalışmış olan İspanyol mimar Juan Bautista de Toledo ile birlikte burayı tasarlarlar. Prostestan reformuna karşı, burayı İspanya'nın Katolik Hristiyan dünyasındaki merkezi yerinin simgesi olarak devasa anıtsal bir yapı olarak planlarlar. Öyle ki, yapıldıktan sonra burası dünyanın bir dönem için en büyük binası olur.

1563'de binanın yapıma başlanır. Buranın tasarımını yapan mimar Juan Bautista de Toledo'nun 1567'de ölmesiyle yerine çırağı Juan de Herrera geçer. Ve nihayetinde 207 metreye 161 metre genişliğindeki yapı 1584 yılında tamamlanır. Yapı ızgara şeklinde yapılmış olup bu Aziz Lawrence'ın bir ızgaranın üzerinde katledilmesiyle ilişkilendirilir. Bu görüşten farklı olarak Arap ve Bizans mimarisinde sık görülen bu iç avlulu, ızgara şeklindeki dizaynın Süleyman Tapınağı'nın tasvirlerinden yola çıkarak yapıldığı görüşü de vardır. Bazilikanın girişindeki Hz. Süleyman ve Hz. Davut heykelleri de bu teoriyi destekler niteliktedir.

www.feelmadrid.com sitesinden alınmıştır.

Bu devasa yapının içine girdiğimde önce Mimari Müzesi'ni gezdim. Gerçi turistik gezi mecburi tek yönlü, sadece bir seçeneğiniz var yani. Burada binanın inşaasında kullanılan araç-gereçler ve teknikler anlatılıyor.

Buradan, manastırın ve sarayın odalarında gezindikten sonra en üst kattaki Hall Of Battles'a geçtim. Bütün bir koridor boyunca Endülüs Emevileri ve Fransızlara karşı kazanılan zaferlerin tek parça freskosu vardı. Gerçekten etkilendim.

www.bugbitten.com sitesinden alınmıştır.

Devam ettiğimde ise belki de beni tüm İspanya'da en çok etkileyen yere geldim. Panteon, yani mezar odası. Bu odada neredeyse son 5 yüzyıl içinde ölen tüm İspanya Kralları'nın tabutları bulunuyor.

www.flickr.com sitesinden alınmıştır.

Vay anasını diye diye yola devam ederken Prens Mezar Odası'ndan geçip Kraliyet Avlusu'na çıktım. Buradan Bazilika'ya girdim. Gerçekten çok etkileyici bir yapı. Zaten binanın yarısını ağzım şaşkınlıktan açık gezdim muhtemelen. Burada güvenlik görevlisi olmak eğlenceli bir iş olsa gerek. Muhtemelen bizim gibi şaşkınlığını gizleyemeyen turistleri kameradan izleyip eğleniyorlardır bütün gün.

Bazilika'dan çıkınca beni muhtemelen İspanya'da en çok etkileyen ikinci yere geldim; Kütüphane. 40000 ciltten oluşan bu muazzam arşiv karşısında etkilenmemek çok güç doğrusu. Bina başlı başına bir sanat müzesi gibi zaten. Döneminin en ünlü ressamlarının tabloları her yerde karşınıza çıkıyor. El Greco'lar, Tintoretto'lar, Velazquez'ler.. Gerçi birçoğu Prado Müzesi'ne taşınmış durumda. 

www.yourtripideas.com sitesinden alınmıştır.

Manastır'dan çıktıktan sonra Casita del Infante'ye doğru yürümeye başladım. Yaklaşık manastıra 15 dakika yürüme mesafesinde olan bu yapı kralın oğlu için yaptırdığı bir nevi küçük saraycık. O dönemlerde bu tarz küçük yerler modaymış. Saray ahalisi burada resmi olmayan eğlenceler düzenlermiş. Bina geldiğim saatte kapalı olduğundan içine giremedim ama bahçesinden çok güzel bir manastır panaroması yakalayabildiğim için geldiğime değdi doğrusu. 

Buradan tekrar trene yürürken bir yandan aklımda buraya arabayla sadece birkaç dakika mesafede olan 152 metrelik bir haç ve Franco'nun mezarının olduğu Valley Of Fallen'a uğrayamamanın üzüntüsü vardı. (Franco'yu sevmem gerçi ama merak etmiyor da değilim.) Bir yandan da yarın ki Toledo gezimin planlarını yapmaya başlamıştım bile...

(Not: Fotoğraf çekmek bina içerisinde yasak olduğu için çekimleri kaçak yollarla yaptım. Çekemediğim yerlerin fotoğraflarını da diğer website'lerinden bulup koydum. Altlarında belirtilen fotoğraflar haricinde diğer fotoğraflar kendi çekimim.)

Alcala de Henares

Çoğu turist burayı bilmese de, insanlık tarihi için çok önemli şehirlerden birine gidiyordum aslında. Burası dünyada üniversite şehri olarak dizayn ve inşaa edilen ilk şehir. İdeal şehir olan Civitas Dei (Tanrı Kent) konseptinin ilk vücut bulduğu ve dünyaya yayıldığı yer de burası. Böylesi bir yere gitmeden biraz hakkında araştırmak gerekir tabi. Tren yolculuklarının en sevdiğim özelliği, varacağınız yere ulaşmadan arka planda sürekli değişen manzaralar eşliğinde varacağınız yerle ilgili birşeyler okumanız için size gerekli vakti vermesidir. Tren tıngır mıngır giderken okuduklarımın bir kısmını da sizlerle paylaşayım...

Alcala de Henares, "Henares Nehri'ndeki Kale" anlamına geliyor. Henares Nehri vadisindeki ilk yerleşimler Neolitik Çağ'a uzanıyor. Daha sonrasında burada Complutum isminde bir Roma şehri kuruluyor. Aziz Justus ve Pastor'un çocuk yaşta katledildikleri yer de burası. Bu yüzden Hristiyanlık tarihinde önemli bir yeri var buranın. 

Vizigot kontrolünden sonra bir dönem Emevi kontrolüne geçiyor. 1118'de tekrar Hristiyanlar tarafından ele geçirildikten sonra yönetim Toledo Başpisikoposluğu'na geçiyor. Şehrin göbeğinde Başpisikoposluk Sarayı olacak şekilde güneyde Hristiyan Mahallesi, doğuda Yahudi Mahallesi ve kuzeyde Arap Mahallesi kuruluyor. 1496 yılında Yahudilerin Kral'ın emriyle İspanya'dan sürülmesi üzerine şehrin ticari hayatı dibe vuruyor ve şehrin kaderi bu noktada değişiyor.

Her ne kadar şehir boşalsa da şehrin yerleşim dokusunun bozulmamış olması buranın hızlı bir şekilde bir üniversite şehrine dönüşebilmesine olanak veriyor. Kardinal Ximénez de Cisneros önderliğinde buraya şehirdeki ilk kolej olan Colegio de San Ildefonso kuruluyor. Bu tarihten itibaren burası kısmen terkedilmiş bir orta çağ kasabası iken hızla gelişen bir üniversite şehrine dönüşüyor. Ardı ardına kurulan yeni binalar ile üniversite genişliyor, Kilise ve İspanyol İmparatorluğu'na yönetici yetiştiren bir merkez haline geliyor. 16. yüzyılda 12000 öğrencisi olan bu üniversite kenti 17. yüzyılda Madrid'de yeni okulların açılmasıyla gitgide küçülüyor. 1836 yılında üniversite tamamen Madrid'e taşınıyor. Ta ki 1977'de tekrar açılana kadar. Bu süreç içinde, sevindirici bir şekilde, üniversitenin tüm orjinal binaları askeri bina olarak korunuyor ve üniversitenin tekrar açılması ile birlikte eski işlevlerine geri dönüyor. Üniversite hatta o denli büyüyor ki binalar eski şehre sığmıyor ve şehrin hemen dışında ayrı bir tren istasyonu olan bir kampüs kuruluyor.

Burayla ilgili değinmeden geçmemin doğru olmayacağı bir nokta da, ünlü İspanyol romancı, şair ve öykü yazarı Miguel de Cervantes Saavedra'nın burada doğmuş olması. 1547 yılında bu şehirde doğan Cervantes, 1570 yılında net olmayan nedenlerden dolayı Roma'ya göç ediyor. Burada Haçlılara katılan Cervantes, İnebahtı Deniz Savaşı'nda Osmanlılara karşı savaşıyor. İki kez gögsünden yaralanan ve sol eli kopan Cervantes, esir düşüyor ve Cezayir'de hapsediliyor. Buradaki 5 yıl esaretinde 4 kaçma girişimine rağmen başarılı olamayıp roman yazımına ağırlık veriyor. Modern Avrupa'nın ilk romanı olan, kendi hayatıyla bir nevi alay ettiği, ünlü Don Kişot'u burada yazıyor. 5 yıl sonunda tekrar Madrid'e dönen Cervantes 23 Nisan 1616'da burada ölüyor ve Madrid'deki Convento de las Monjas Trinitarias Descalzas kilisesine gömülüyor. Aynı gün, aynı yıl (11 gün arayla öldüğü de söyleniyor gerçi) William Shakespeare'in de ölmüş olması nedeniyle UNESCO 23 Nisan'ı Uluslararası Kitap Günü olarak ilan ediyor.

Yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuktan sonra istasyona vardım. İstasyon Caddesi'nden (Paseo de la Estacion) aşağı doğru inerken solumda çok şık bir binaya rastladım. Laredo Sarayı (Palacio de Laredo) olarak adlandırılan bu saray 1882 yılında Neo-Müdeccen tarzda yapılmış olup günümüzde Kardinal Cisneros'a ithafen Cisneros Müzesi (Museo Cisneriano) olarak kullanılmakta.

Buradan Hukuk Fakültesi ve Santa Maria Kilisesi'nin olduğu Plaza de San Lucas'a çıktım. Yakından kilisenin kırmızı kubbesi daha da güzel gözüküyordu.

Tinte Caddesi'nden Libreros Caddesi'ne doğru yürürken şehrin karakteristik mimarisini daha iyi anlamaya başlıyorum. Şehirde genelde dış cephesi kırmızı ve turuncu taştan binalar hakim. 

Sabah Toledo'da yediğim Marzipanlar (bir çeşit badem ezmesi) beni uzun süre tok tutmuş olmasına rağmen artık yavaş yavaş acıkmaya başlamıştım. Genelde gezdiğim yerlerde tripadvisor.com'da "Mükemmellik Sertifikası" alan restoranları seçerim ama burada o sertifikayı alan çoğu yer fine dining konseptinde hizmet verdiği için tercihimi iyi puanı ve yorumları olan ve hızlıca bir şeyler yiyebileceğim Francesco's Pizza'dan yana kullandım ve pişman da olmadım. Gerçekten çok lezzetli kocaman bir pizza ve bir kadeh beyaz sofra şarabına 10 euro verdim. Hızlı, ucuz ve lezzetli bir şey arıyorsanız öneririm. 

Buranın karşısındaki sokaktan girince San Diego Manastiri'ni geçip San Diego Meydanı'na çıktım. Ve yukarıda da sözünü ettiğim meşhur San IIdefonso Koleji'ni gördüm. 

1976'dan beri her yıl İspanyol diline katkı sağlayan yazarlara verilen Cervantes Ödülü bu üniversitede veriliyor. Etkileyici bir mimari yapıya sahip olan üniversite UNESCO korumasında ve serbestçe gezilebiliyor. 

San IIdefonso Koleji'nden çıktıktan sonra şehrin en büyük meydanı olan ortasında Cervantes'in heykelinin bulunduğu Plaza De Cervantes'e geldim. Hemen solumda İspanya İç Savaşı sırasında yanmış olan Santa Maria La Mayor Kilisesi'nin kalıntıları Kule ve Oidor Şapeli duruyordu. Yangın esnasında çoğu tablo yok olmuş olsa da Cervantes'in vaftiz edildiği kase kurtarılıp burada saklanıyor. Burası şu an sergi salonu olarak kullanılmakta.

Karşımda ise Belediye Binası ve 1601 yılında yapılan Avrupa'nın en eski tiyatro binalarından biri olan Corral de Comedias de Alcala bulunuyordu.

Meydan, ağaçlarla çok güzel süslenmiş, ortasında müzik grupları için bir platform ve Cervantes Heykeli vardı. 

Buranın etrafında aşağı yukarı hangi sokağa girseniz üniversiteye ait tarihi bir bina bulunmakta. Tarih içinde kaybolmanın tam sırası diyip - o sokak senin, bu sokak benim - bol bol gezindim ben de. 

Şehrin ana alışveriş caddesi olan Calle Mayor'a gitmenin vakti gelmişti. 12. yüzyıla dayanan çok sevimli bir cadde burası.

Bu cadde üzerindeki önemli binalardan biri; önünde Don Kişot'u otururken görebileceğiniz Cervantes'in 1547'de doğduğu ev olan Cervantes Müzesi. Pazartesi kapalı olduğunu unutmayın. Şehri gezmek için başka günüm olmadığı için ben giremedim maalesef ki...

Caddenin öteki ucunda Magistral de los Santos Ninos Justo y Pastor Kathedrali bulunuyor. Ziyaret saatlerini kontrol etmenizde fayda var. Öğlenleri kapalı oluyor kathedral. Bu kathedralin önemi isminde "Magistral" (Master) bulunan dünyadaki iki kiliseden biri. Bu sıfatını bütün papazlarının Alcala Üniversitesi'nde profesör olması nedeniyle almış. İçerisinde ise üniversitenin kurucusu Kardinal Cisneros'un naaşı bulunuyor.

Buradan kuzeye doğru birkaç yüz metre ilerlediğimde ise UNESCO korumasındaki bir başka yapı olan Başpisikoposluk Sarayı'na vardım. 1209 yılında yapılan bu kale saray maalesef ki ziyaretçilere kapalı. 

Hemen yanında bulunan Arkeoloji Müzesi ise yine Pazartesi günü olması nedeniyle kapalıydı. Bir başka sefere deyip tarih kokan sokaklardan tren istasyonuna doğru devam ettim.

Madrid lezzetlerini unutmayalım!

Madrid'te pek çok barda bir domuz butunun takılı olduğu bir alet görebilirsiniz.  Jamon (jambon) isteyenlere barmenler buradan kesip kesip veriyor. Ben Madrid'te ilk gittiğim yerde kocaman bir tabak paella, kendi yapımları şişe biralarından ve tatlı olarak da tiramisu istedim. Bu menüye 13 euro verince şaşırdım tabi.

Burada yer bulamasaydım 2. alternatifim buranın hemen 2 bina yanındaki Fatigas del Querer olacaktı. Buradan çıkıp hemen yanındaki La Casa Del Abuelo'da sokakta oturup bir kadeh kendi yapımı şaraplarından içtim. Seyretmesi keyifli bir sokak gelip geçeni çok oluyor doğrusu. Aklınızda olsun Sangria'yı hepiniz duymuşsunuzdur muhakkak ki ama her yerde yapılmıyor. Soğuk beyaz şarapta sıkıntı yok ama kırmızı şarabı yazın sıcağında içmek zor olduğu için, genelde bizim Limonlu Schweppes tarzında bir içecekleri var onunla karıştırıp bol buzlu bardakta içiyorlar. İsmi de Tinto Verano, yani gerçek kırmızıÇok ferah oluyor, tavsiye ederim.

Buradan kalktıktan sonra tekrar Puerta del Sol'e geçtim. Pandomim sanatçılarından, top sektirenlere, şarkı söyleyenlerden, dans edenlere burası tam bir açık hava gösteri merkezi. Buradan Plaza Mayor'a doğru ilerlerken yolun sağında bir üst sokakta meşhur bir çikolatacı var; Chocolateria San Gines. Burada oturup çıtır çıtır churros'ları çikolataya bana bana yiyip tatlı krizini tatlıya bağladım. Plaza Mayor'u geçince 1-2 sokak arkada Mercado de San Miguel bulunmakta. Burası bizim sabit halk pazarları gibi, balıkçısından peynircisine bir sürü sağlı sollu dükkan var. Siz istediğiniz mezeyi, tapas'ı buralardan alıp ortadaki masalara oturup bir güzel demlenebiliyorsunuz.