Lyon, ilk görüşte fark edildiği gibi nüfusun yoğun olduğu bir şehir. Her iki garda da tramvaylarda da bir hayli insan kalabalığı var ve bu insanlar Paris’e göre, daha kendi halinde, normal ve gerçek görünüyorlar.
Part-Dieu garının hemen karşısında, Lyon’un en büyük ve Avrupa’nın da hatırlı büyüklükteki bir alışveriş merkezi yer alıyor. Otelimize doğru ilerlerken, yüksek katlı ve yoğun ofis binalarını geçiyoruz, bu bölge daha ziyade iş muhiti. Şehir yaşamında ilk dikkat çeken, çok fazla kişinin ulaşım aracı olarak scooter kullanıyor olması. Yetişme telaşından ya da yürümekten sıkıldıkları için, genelde gençler olmak üzere çok kişi, scooter’a biniyor. Bir başka hoşluk ise, bisiklet kiralama noktaları. Otomata para atıp, bisikleti alıyorsunuz ve başka bir otomata bırakıyorsunuz, müthiş bir kolaylık.
Lyon’un tarihi yarımadasının (Presqu’ile) merkezi olan Bellecour Meydanı’na iniyoruz. İner inmez, ışıl ışıl Lyon dönme dolabı bizi karşılıyor. Binmemek mümkün mü? Gece bastırmadan önceki mavi saatte; gökyüzünün tatlı lacivert fonu üzerinde parıldayan şehrin ışıkları ile geldiğimiz modern bölge Part-Dieu ve yüksek katlı blokları, tarihi yarımada Presqu’ile ve yükselen tepesi Croix-Rousse, tepede şehrin hâkimi Fourvière Bazilikası ile Vieux Lyon, Saône ve Rhône Nehirleri’ni birleştiren köprüler, keyifli bir kuş bakışında göze çarpıyorlar.
Fransız mutfağının temelini oluşturan Lyon’da, Paul Bocuse dahil, günümüzün en tanınmış şef aşçılarının bu şehirden çıkmasının kökeninde, Lyon’lu “anne”ler (mère) yatıyor.
Roma döneminden beri, sanayi ve ticarette iyice zenginleşen Lyon’da, büyük ve zengin ailelere hizmet veren ve yemeklerini pişiren hanımlar, sanayi devrimi sonrası şartların değişmesi ile emeklerini kendi bünyelerinde değerlendirmeye başlayarak kendi işletmelerini, küçük restoranlarını açıyorlar.
Lyon’da sayıları bir hayli olan bu tür geleneksel, bir çeşit esnaf lokantası olan “brasseri”lere “bouchon” adı veriliyor.
1921’den itibaren Eugenie Brazier isimli Brazier anne (la mère Braziere); E. Herriot, General De Gaulle gibi ünlü kişilerden, gastronomlardan ve elçilerden müdavimler edinmeye başlıyor. Bugün dünyanın tanıdığı Fransız mutfağının ikonlarından biri olan Paul Bocuse de kariyerine, La Mère Braziere’de başlıyor.
Pek çok “Michelin Yıldızı” sahibi restoranın bulunduğu Lyon’da, özellikle Vieux Lyon-Fourviere Bölgesi’nde olmak üzere, sayısız “bouchon” var. (www.en.lyon-france.con/restaurants/Lyon.cuisine)
Benim denemek istediklerim; La Mère Brazier, Le Musée, Lourson qui Boit, La Tassee (2 Michelin) ve genelde küçük mekânlar olan bu restoranların aksine devasa ortamı ile Lyon’un simgelerinden biri olmuş Brasserie Georges olabilirdi.
Yemeğin haricinde; ciddi bir pastacı, şekerlemeci ve çay evi yoğunluğu bulunuyor (confiserie-tea house). Fransızların dünyaya bir başka armağanı olan “makaron”lar da Lyon doğumlu. Sève Chocolat, 1905 yılında makaronların ilk icat edilip yapıldığı yer (www.chocolatseve.com). Part-Dieu tarafına giderken, Cours Lafayette Caddesi üzerindeki Les Halles’de uygulamalı yapımı görülüp, tadılabiliyor.
Lyon’a özgü bir başka şeker ise Voisin markasının ürünü olan “cousin” (yastık) adı verilen şekerlemeler. Nugat üzerine, çok hafif naneli badem ezmesi kaplanmış bu şekerler, görünüş olarak da köşe minderlerini andırıyorlar. Farklı ve hoş bir lezzete sahipler.
Lyon olarak değil ama yer aldığı bölge olan Rhône Bölgesi denilince, akla gelen en önemli ürün ise elbette şarap. Kırmızı şarapları ile Bordeaux’nun en önemli rakibi olan Rhône Vadisi’nde, Syrah ve Grenach üzümleri ağırlıklı.
Côtes du Rhônes etiketi ile satılan şaraplar, bölge üretiminin çoğunu oluşturuyor ve alt kalite üretimler. Côtes du Rhônes-Villages etiketi ile satılanlar ise, üst kalitenin bir altı. Côte Rôtie, Condrieu, Chateau Grillet, Hermitage ve Chateauneuf du Pape, önemli şarap üretim alanları.
Beaujolais Bölgesi şarapları da her yıl Kasım ayının üçüncü Perşembe günü, o senenin Beaujolais Nouveau adlı taze şarabını üreterek bir festival düzenliyor. Özel meraklıları olan bu taze şaraplardan bir tesadüf eseri tadarak pek hoşlandığımı not düşmeliyim.
Otelimizin bulunduğu Rue de la Charité Caddesi, bizi doğruca, Rhône ve Saône Nehirleri’nin ortasında kalan, Presqu’ile de Lyon’un (tarihi yarımada) merkezi olan Place Bellecour Meydanı’na çıkarıyor. Rue de la Charité üzerinde çok güzel şarap butikleri var, Pazar günü ve kapalı olmasa hemen girmek isteyeceğiniz cazibede.
Otelin çok yakınında, yine Rue de la Charité Caddesi üzerinde, Musée des Tissus et des Arts Decoratifs (dekoratif sanatlar ve kumaş müzesi), müzesi var ki dolaşmaya yeni başlamamış olsak mutlaka girilmesi gereken bir müze gibi görünüyor. İpek üretimi üzerine ciddi bir sanayi geliştirmiş Lyon’un kumaşları çok meşhur. Müzenin karşısındaki 1-2 mağazada da, gel beni al diye bağıran envaı çeşit ipekler, kumaşlar satan mağazalar var. Lyon’u ziyaret eden hanımların kesinlikle dikkate alması gereken bir yer olduğunu düşünüyorum.
Place Bellecour Meydanı’nı ve gündüzde güzel görünen “Rou de Lyon” dönme dolabını geçip ana alışveriş caddesi, Rue de la Republique’de ilerliyoruz. Bu cadde her şehirde rastlanan; başlıca mağazaların, sinemaların, kafelerin yer aldığı taşıta kapalı yaya caddesi.
Place de la Republique Meydanı’nda kare bir süs havuzu karşımıza çıkıyor. Etrafındaki banklarda oturanlar, henüz başlamamış yağmurda Pazar gününün keyfini çıkarıyorlar. Rue de la Republique Caddesi, Presqu’ile’in kalbi olan Place Bellecour Meydanı ile Belediye Sarayı’nın yer aldığı Place des Terraux’yu birbirine bağlıyor. Biz, Cordeliers durağından metroya binip, yürüyerek fazla yorulmamak adına, tepeye Croix-Rousse bölgesine metro ile çıkmış oluyoruz. Çünkü yarımadanın ana karaya genişlediği kısım olan Croix-Rousse bölgesi, tepelik bir alana yerleşmiş.
Presqu’ile’in kuzeyindeki bu işçi mahallesi, 15. yüzyılda şehrin ipek dokuma sanayisinin merkezi imiş. Dokumacıların ürünlerini nakletmekte kullandıkları ve “traboule” denilen, binaların zemin katlarındaki pasajlar, bölge yerleşiminin karakteristiğini oluşturuyor. 1-2 tanesinin önünden geçerek, Place des Terraux’ ya (meydan) iniyoruz.
Belediye Sarayı’nın önünde, kendi halinde dikdörtgen formlu bir meydan burası. Meydana cephe alan, Palais St. Pierre (St. Pierre Sarayı), Güzel Sanatlar Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Burası, Paris’teki Louvre Müzesi’nden sonra, ülkenin en kapsamlı ve zengin sanat koleksiyonuna sahip.
Meydandan, Saône Nehri kıyısına yönleniyoruz, tekne gezintisi yapar mıyız hevesi ile ama mevsim itibarı ve günün yağışlı olması nedeniyle nehir o kadar yükselmiş ki mümkün görünmüyor. Ortalarda başka yüzen herhangi bir araç da yok. Gece yemekli Saône Nehri tekne gezintisi, başka bir zaman için düşünülebilir (www.naviginter.fr).
Nehir boyunca ilerleyince, duvarlara yapılmış sabit metal kutucuklar dikkatimizi çekiyor. Yavaş yavaş açılmaya başlayanlardan anlıyoruz ki bunlar sahaf ve Pazar günü satışı için kepenk açıyorlar. Biraz ileride, “Quai St. Antoine”da ise, yerel halk pazarı buluyoruz. Bizim haftalık pazarlarımıza göre daha derli toplu ve temiz görünen bu pazara hemen giriyoruz tabii ki.
Satılan sebze ve meyvenin; form, ebat ve cins farklılığından başka, satış şekli de değişik. Tüm ürünler, tezgâhta, belli bir ölçüye göre ayrılmış olarak, kaplarda hazır duruyor. Üst üste yığılma, gel seç, elledin ellemedin durumu yok. Sebze, meyve özellikle de narenciye ve portakal bolca. Her tezgâhta portakalları dilimleyip tadımlık olarak koymuşlar. Bu durumdan çok hoşlanan çocuklar, sanki kendilerine ikram edilmiş havasında, her tezgâhtan birer dilim alarak, evde soyup önlerine koysam yemeyecekleri kadar çok portakal yiyorlar.
Piliç çevirenlere ve canlı kesme çiçek satanlara da rağbet bol. Peynirciler de çeşitleri ile dikkat çekiyor. Şarap satan da var, istiridye satan da… İstiridyeyi açtırıp, orada şarapla yiyen de…
Zeytincilere ise özellikle takılıp, farklı gelen birkaç cinsten denemek üzere 100’er gramlık alıyoruz. Piccolo denilen ince uzun, narin, yeşil İtalyan zeytinlerden; bildiğiniz en küçük sele zeytinin yarısı kadar olan koyu kahverengi Fransız “niçoise” zeytinlerden; pembe ve yeşil zeytin karışımı ile turşusu gibi görünen çiğ sarımsaktan alıyoruz. Kalamata tipi Yunan zeytinleri de var, ancak bizim alışık olduğumuz tipten hiçbir zeytin yok. Tüm bu zeytinlerin ortak noktaları; bizim yediğimiz zeytinlere göre, aynı peynirlerde olduğu gibi, daha az tuzlu ya da tuzsuz oluşları.
Sonuç olarak klasik bir yerel pazar ve bize güncel yaşam hakkında bilgi veriyor ve oldukça eğlendiriyor. Pazarda bir hayli şamata yaptıktan sonra, nehir üzerindeki pek çok köprüden biri olan, “Pont Bonaparte”tan (Place Bellcour ile Fourviere Bölgesi’nin merkezini bağlıyor) karşı kıyıya Vieux Lyon (Eski Lyon)’a geçiyoruz.
Galya’nın ticari ve askeri başkenti olan Lugdunum’u, M.Ö. 44’te Jules Ceaser, Vieux Lyon denilen bu bölgede kurmuş. Fourviere tepesindeki bazilikanın yanında yer alan Gallo-Roman Müzesi’nde, bu kapsamlı şehrin Romalılara ait tarihinden kalan miras görülebiliyor. Bugün çeşitli konserlerde kullanılan iki de Roma amfitiyatrosu var.
Açıkçası Romalılarla pek ilgilenmeyip, meydanın tam karşısında istasyonu olan, Fourvière fünikülerine binerek, bazilikanın haşmetle yükselip, tüm Lyon’u tebaası olarak kuşbakışı seyrettiği tepeye çıkıyoruz. Lyon, pembe-sarı bir renge sahip.
19. yüzyıl sonu yapılmış, Lyon’un sembolü olan Basilique Notre Dame de Fourvière, şehrin en yüksek noktasında ve tam panoramik bir manzara sunuyor. Biraz ısınmak için girdiğimiz bazilikanın fazla bir özelliği olmasa da yaşadığımız küçük bir anekdot ile aile tarihimizde unutulmaz bir yer ediniyor.
Bazilikanın önündeki parktan döne döne, kısa bir yürüyüş ile St.Barthelomy Caddesi’ne inip buradan, epeyce basamaklı bir kestirmeden, Rue du Boeuf Caddesi’ne ulaşıyoruz.
Rue du Boeuf, Vieux Lyon bölgesinin ana yaya aksının bir üst paralel caddesi. Buradaki “bouchon”lar daha kaliteli bir görünüme sahip ve özellikle çok şık bir Rönesans malikânesinden dönüştürülmüş 5 yıldızlı lüks otel de ayrıca görülmeye değer.
Otelin iki yanı Musée Gadagne (www.gadagne.musees.lyon.fr); Lyon gastronomi tarihinin anlatıldığı, aynı zamanda çeşitli kurs, sergi ve atölyelerin düzenlendiği bir merkez. Bouchon’larla çevrili Temple du Change adlı küçük meydana ulaşıp, buradan Rue S. Jean’a, yani ana turistik yaya aksına girerek, füniküler istasyonunun bulunduğu, geldiğimiz yöne geri yürüyoruz.
Rue St.Jean Caddesi oldukça hoş. Hayret verici bir şekilde hepsi açık dükkânlar, bouchon’lar, pastane ve çay evleri ile dolu. Aileler çoluk çocuk, Pazar günü gezmesine ve öğlen yemeğine gelmişler, zaten ufak olan bouchon’ların hepsi tamamen dolu ve yer bulmak imkânsız görünüyor.
Temple du Change Meydanı’nın kenarında, Petit Musée de Guignol bulunuyor. Lyon’un kuklaları da ünlü (guignol) imiş. Sayısız çeşitte kuklalar ve hali ile küçük bir kukla müzesi ve hatta oldukça rağbet gören bir de Kukla Tiyatrosu var Lyon’da. Bizimkiler, genelde kuklalardan aleni şekilde korktukları, ben ve eşim de pek sevimli bulmadığımız için, açık olduğu halde, girmek kimseye cazip gelmiyor. Ama Musée Miniature et Cinema (Minyatür ve Sinema Müzesi)’nın önüne gelince, hepimiz içeri sürükleniveriyoruz (www.mimlyon.com).
Lyon, sinematografinin Lumière Kardeşler tarafından icat edildiği şehir. Sinemanın doğuşunun anlatıldığı, ilk çekilen filmin gösterilip, ilk film hangarının sergilendiği (Oscar ödüllü Hugo isimli filmdeki gibi), sinema müzesi Musée Lumière, Part-Dieu tarafında ve metro ile ulaşılabilecek bir uzaklıkta (www.institut.lumiere.org).
Bizim girdiğimiz müzede ise; bazı filmlerde kullanılan birebir setler, minyatür olarak oluşturulmuş figürler yer alıyor. Çoğu bilinen ve iyi tanınan filmlerin, figür ve maketleri (Gremlinler, Star Wars vs.) hepimizin ilgisini çekiyor.
Gremlinler
Kurdukları setine hayran olduğum, Dustin Hoffman’ın başrol oynadığı “Perfume: The Story of a Murderer” filmi için, bir video ile gerçek sokakların nasıl eski görüntüsünde hazırlandığı anlatılıyor. Minyatür oda ve set maketleri ile hazırlanmış, inanılmaz derece gerçekçi ve her detayı barındıran küçük dünyalar… Filmlerde gördüğümüz her şeye inanmamak gerektiğini, burada canlı görerek anlamış oluyoruz.
Acıkan ve yorulan çocuklarla hiçbir bouchon’da yer bulamayınca, mecburen Place Bellcour Meydanı’na dönüp, Quick’in yolunu tutuyoruz. Nehirden geri dönerken bir de bakıyoruz ki 1-2 saat önce gezdiğimiz pazarın yerinde yeller esiyor. Dönüşte şarap alayım dediğim Pazar süresince açık olan butikler kapanmış, hatta son müşterilerini uğurlayan kafeler bile yavaş yavaş kapatıyor.
Neredeyse 7/24 her yerin açık sayılabileceği biz İstanbullular için, anlaması da inanması da zor bir durum. Hadi dükkânlar tamam da, pazar nasıl bir anda ne bir çöp ne bir çarık bırakmadan ortadan kayboluyor, kurdun kaldırdın eziyetine yazık. Yoksa pazar da bir film seti miydi diye düşünmeden edemiyoruz.
Biz kendimizi müzeye kaptırdığımız için saatin öğleni bile geçip akşamüstüne yaklaştığının farkına varmamışız. Yemek yiyemedik bari çok güzel görünen bir çay evinde tatlı yiyelim diyerek tekrar döndüğümüz Vieux Lyon bölgesinde, bu sefer de çay saati yaklaştığı için daha önce kapalı görünen pek çok çay evinin açılmaya başladığını görüyoruz. Nöbetleşe çalışan bir şehir sanki. Gerekmediği müddetçe ve saatte açık dükkân yok. Saat 5’te yemek yiyeyim ya da öğlen yemek yerine çay içeyim alternatifi olası değil.
Gözümüze hoş görünen bir çayevinin minicik masalarına itiş tıkış sıkışıp, çay evinin adının gerçekten hakkını verdiğini fark ediyoruz listesine bakınca. Tabii ki demleme çay olmasa da, tüm dünyadan envaı çeşit çay tipi bulunuyor, keza bir o kadar da kahve çeşidi. Biraz ısınıp, keyiflenip, göze hoş görünen ama lezzette çok da başarılı olmayan tatlıları deneyip, Lyon’a özgü şekerlemelerden alıyoruz.
Lyon, Paris gibi büyük bir şehir değil. Yoğun üniversite hayatının ve iş potansiyelinin getirdiği gerçek insanların yarattığı, gerçek bir canlılığa sahip. İddialı tipler, kozmopolit bir görünüm ve kalabalık turist grupları yok. Bu nedenle daha sakin, daha nezih, daha kendi halinde ama daha gerçek. Gezip dolaşmak için 1 gün yeterli ama Lyon’a geliş sebebi olması gereken mutfağını tanımak için, uzun ve yoğun bir zamana ihtiyaç olduğu açık.