Interrail - Avrupa Gezisi: Lyon

Yazıya başlarken söyleyeceklerim belki de Paris sevdalılarını, nice balayı çiftini sinirlendirebilir; ama ne yapsam olmadı ben herkesler gibi sevmeyi başaramadım bir türlü Paris’i.. Fransa ile tanışıklığım bu pek ısınamadığım başkentten olduğundan mıdır bilmem, sonrasında pek istemedim tekrardan oralara gitmeyi.. Ama kader ağlarını ördü ve ben kendimi tam beş sene sonra yine Paris’te buldum; fakat bu sefer bu yolculuğun güzel yanı sonrasında beni Lyon ile tanıştırması oldu! Bu kadar iddialı bir başlangıç yapmamın sebebi de işte budur, haydi siz de gelin Lyon’a sadece bir şans verin benim gibi.

Lyon’u neden bu kadar sevdim diye kendime sorduğumda, yazıda detaylı bir şekilde paylaşacak olsam da, hızlıca aklıma gelenleri sıralayacağım. Bir kere evet büyük şehir, hatta Fransa’nın 3 milyon nüfusu ile 3. büyük şehri; ama büyük şehir gerginliği yok üzerinde, aksine huzur sinmiş her yerine. Bölge bölge ayırmışlar şehri, metro tramvay ağı oldukça gelişmiş ama tabana kuvvet demek istersen de yürüyerek gezebilirsin Lyon’u! İçinden nehir geçen şehirleri sevmemek, o köprü senin bu köprü benim diye gezinmemek olmaz; ki Lyon burada da hem Saone, hem de Rhone Nehri ile artısını hemen ortaya koyuyor. Güzel mi güzel ışıklandırılmış; gündüzü nasıl güzelse, gecesi de bir ayrı özel bu yüzden.. Biraz da yokuşu bol, bu da demek oluyor ki manzarası da hoş! Parklarına girmeyeyim, çünkü bir başlarsam anlatmaya sanırım içinden çıkamam.. Neyse bu kadar övmüşken şehri, artık gezmeye başlasak diyorum hep birlikte Lyon’u!

İlk durağımız Place Bellecour oluyor; burası Lyon’un en büyük, Fransa’nın ise en büyük 3. meydanı. Adım atar atmaz ne kadar geniş bir alanı kapladığına siz de hayret edebilirsiniz. Şehrin alışveriş caddesi Rue de la Republique de bu meydanın çok yakınında bulunuyor.

Buradan sonra ise sırada Saone Nehri’ni geçerek Aziz Jean Kathedrali’ni ziyaret ediyoruz. 12. ve 15. yüzyıllar arasında inşasına devam edilen gotik kathedralin içerisinde, oldukça büyük bir astronomik saat bulunuyor. Bahçesinde ise 4. yüzyıldan kalma kalıntıları görmek mümkün.

Aziz Jean Kathedrali’nden sonra Vieux Lyon yani Eski Lyon sokaklarını arşınlamaya başlıyoruz. Şehrin bu eski kısmı, her girdiğiniz sokakta fotoğraf çekme isteği uyandırıyor. Birçok hediyelik eşya dükkanının yanı sıra, kafeler, restoranlar ve pastanelerin hepsi burada. Restoran demişken eğer sizin sakatatla aranız iyiyse; Lyon’a kadar gelmişken bir “Bouchon”a oturup birbirinden farklı lezzetleri deneyebilirsiniz. Ben kokoreç bile yiyemeyen bir insan olarak, hepsinin kapısından uzak durduğumu belirtmek isterim.

Instagramlık Vieux Lyon sokaklarının keyfini çıkarttıktan sonra gözümüzü yükseklere dikiyoruz ve hedef artık Fourviere Tepesi ve Notre Dame de Fourviere Bazilikası. Oldukça fazla basamak çıkmayı göze almıyorsanız, ki belki de bu daha doğru bir tercih olur, Vieux Lyon metro istasyonundan fünikülere binebilirsiniz. Eğer siz de bizim gibi yürümeye kalkarsanız, şimdiden çok geçmiş olsun diyorum. Fourviere Tepesi, Lyon’u panoramik bir şekilde izlemek için en güzel destinasyon. Biz günbatımı zamanını sevdiğimiz için tam da o sırada tepede olmayı başardık. Ancak bazilikayı gezmek isteyenler için küçük bir uyarı bazilika saat 19.00’da kapandığı için; maalesef biz Notre Dame de Fourviere Bazilikası’nı sadece dışarıdan görebildik. Neyse ki manzara o kadar yorulmamızın hakkını fazlasıyla ödedi! İniş yolu çok daha kolay ve bir o kadar da güzel Lyon manzaraları ile dolu, bunu da söylemeden geçmeyeyim.

Akşam yemeği için seçimimizi Brasserie Georges’tan yana kullanıyoruz, 1836’dan beri hizmet veren bu mekan Lyon’da turist iseniz gitmeniz gereken destinasyonlardan biri. Oldukça büyük bir alanda, biraz da kaba garsonlarla servis yapılsa da; geleneksel Lyon yemeklerini denemek ve birasını içmek oldukça keyifliydi. Lyon’a özgü Quenelle de Brochet’i tercih edebilirsiniz, eğer siz de benim gibi balık sevenlerdenseniz. Baba olarak geçen tatlı ise üstüne rom dökülerek krema ile servis ediliyor, çok sert alkol tadı ve kokusu geldiği için biz pek beğenemedik kendisini.

Yeni güne yolumuzu Parc de la Tete d’Or’a çevirerek yapıyoruz; parkın şehir merkezine çok yakın olmadığını belirtmekte fayda var ama yürüyerek gezmesi keyifli şehir Lyon. Şehre bir kez daha aşık olmamı sağlayan yerlerden birisi kesinlikle bu devasa park. Bir kere içinde ne ararsan var ve bütün kısımları ücretsiz. Biz botanik bahçeleri ziyaret ederek başlıyoruz; haftaiçi olmasına rağmen park spor yapan insanlarla dolu, baya sportif bir şehir Lyon. Gül bahçelerinden geçiyoruz; bir anda kendimizi hayvanat bahçesi bölümünde buluyoruz. Ne ararsan var; zürafalar, ceylanlar, zebralar, flamingolar, timsahlar ve daha niceleri.. Biraz gezindikten sonra gölün yanında keyifli bir mola içinse La Buvette des Cygnes’i tercih ediyoruz; Parc de la Tete d’Or’da huzurun, manzaranın, sonbaharın keyfini doyasıya çıkarıyoruz.

Lyon’da görmeden dönmememiz gereken bir nokta daha var; Le Mur des Canuts. Avrupa’nın en büyük boyanmış duvarı olma özelliğine sahip bu şaheserin doğumyılı benim gibi 1986. Otuz yıl önce Avenir Şirketi tarafından duvar sanatı kullanılarak hazırlanmış, farklı yıllarda yapılan eklemelerle Lyon şehrinin ikonlarından biri haline gelmiş. Le Mur des Canuts, eskiden ipek üretiminin yapıldığı; şimdilerde ise şehrin daha hipster, daha Karaköy gibi trend olan bölgesi Croix-Rousse’te yer alıyor. Duvarı görüp de bayılmamak, hangisi gerçek insan ya da pencere anlayamadan, bol bol fotoğraf çekmeden gelmek ise neredeyse imkansız durumda!

Lyon’daki 2 günümüz sona ererken; kalsam daha kalırım, acaba bu şehirde yaşar mıyım duygu ve düşünceleri bana hakim olan.. Bu da demek oluyor ki, baya sevdim ben bu şehri.. Sevmemek de pek mümkün değil sanki; o köprülerini, bir değil iki tane nehrini, eski şehrin sokaklarını, manzarasını, parklarını.. Kısa ve öz konuşmak gerekirse; baya ama baya güzel şehirsin Lyon. Paris başkalarına kalsın, sen benim ol yeter!

Sinem Kocacan

Yazar Hakkında

Sinem Kocacan

İlk kez uçağa bindiğimde tek başınaydım, İtalya’da bir gönüllülük projesinde çalışmaya gidiyordum; yıl 2005.