Neredeyse trenlerde geçen bir ayın sonuna gelmiştik, Interrail maceramızın sondan ikinci durağıydı; Torino. Ben ilk defa yurtdışına çıktığımda ilk ülkem olmuştu İtalya, belki de çoğu Türk’ün de tercih ettiği gibi… 2005’ten bu yana dünyanın dört bir yanına seyahat etsem de; en fazla geldiğim, en çok şehrini gördüğüm yerdi bu ülke. İşte belki de bu yüzden Torino’ya adım atar atmaz ilk hissiyatım; sanki eski dosta ziyarete geldiğimdi. Doğruyu söylemek gerekirse bir taraftan da bir yanım “Yine mi İtalya!” demekten de kendini alamıyordu. Bütün bu karışık duygular içindeyken ben, Torino’nun bana bol sürprizli, şahane bir enerjiyle kucak açacağından tabi ki de habersizdim!
Torino’da sadece iki gün kalacaktık; 23 ve 24 Eylül. Bu geziden alınan tadı daha da arttıracağını bilmesek de, çok ama çok şanslıydık biz. Terra Madre Salone del Gusto; Slow Food yani Yavaş Yemek Festivali şehirde 22-26 Eylül tarihleri arasında gerçekleşiyordu çünkü. Festivalin önemini anlatmak için birkaç noktaya değinmek lazım; Slow Food akımı dünyada ilk 1986 yılında Roma’da Mc Donalds’a tepki olarak başlasa da bu akımın büyüdüğü yer Torino’da bir bölge. Şehirdeki bu festival uluslararası yavaş yemek festivallerinin en büyüğü olarak geçiyor. Son olarak da İtalyanların yemeğe sevdası eklenince, sadece bir festival değil aslında dev bir açık hava şöleni demek daha doğru olur bu festivale.
Torino’yu daha iyi anlayabilmek için biraz tarihine, biraz da konumuna bakmak yerinde olur. Torino tarih boyunca birçok kez yıkılıp tekrar yapılmak zorunda kalsa da, İtalya’nın 1800’lü yıllardaki ilk başkenti. Bu aslında bize ne kadar ihtişamlı bir şehir beklememiz gerektiğinin ipuçlarını veriyor. Fransa sınırından sadece bir saat araba yolculuğu mesafesinde olduğu için bazen bir İtalyan şehrindense, bir Fransız şehrini anımsatıyor; hatta İtalya’nın Paris’i ya da Avrupa’nın Barok Başkenti olarak da adlandırıldığı oluyor. Konumu demişken bir tarafta Po Nehri ve köprüleri, bir tarafta ise Alp Dağları ile eşsiz bir lokasyonda bu Kuzey İtalyan şehri. Torino maalesef II. Dünya Savaşı’ndan etkilenen şehirler içerisinde olsa da, sadece sanayi alanındaki atılımlar ile kalmayıp; sanata, kültüre, gastronomiye de değer vererek şahane bir karışım yaratmayı başarmış. İşte bu sebeple Torino size ne arıyorsunuz, onu bulabileceğiniz canlı mı canlı; gecesi bile yaşayan bir Avrupa şehri deneyimi yaşamayı vaat ediyor. Bence çok ama çok kıymetli bir şehir tam da bu yüzden; çünkü Avrupa’da ya da başka bir kıtada bunu bulabileceğiniz şehir sayısı çok kısıtlı!
Torino deyince kocaman kocaman meydanlar aklımda kalan... Biz de onlardan bir tanesinde güne başlamaya karar veriyoruz; Piazza Vittorio Veneto. Piazza Vittorio Veneto’ya doğru ilerlerken bir anda karşımıza çıkan yerel pazarın içerisinde buluyoruz kendimizi… Pazar kurulduğu meydandan ismini alıyor; Piazza Madama Christina. Taze sebze meyve ve tabi ki de meşhur porçini mantarları kuruyemiş ve şarküteri, her şeyi bu küçük ama şirin pazarda bulabilirsiniz. Benim için pazarın sürprizi ise Daniela oldu; bir anda pazarda birisi bana Türkçe seslendi ve biz de onun standındaki taze meyveleri tercih ettik, biraz da hikâyesini dinledik. Sizin de pazara yolunuz düşerse Türkçe bir sohbet ve alışveriş için Daniela’nın tezgâhına uğrayabilirsiniz.
Pazar ziyaretimizden sonra ellerimiz kollarımız dolu bir şekilde yola devam ediyoruz ve Piazza Vittorio Veneto’ya varıyoruz. Bir İtalyan gibi başlamalı güne diyoruz; tarihi Caffe Vittorio Veneto’da bir kahve ısmarlayarak ve tam bu köşe kahvesinde oturarak meydanı ve geçenleri izlemeye başlıyoruz. Sonrasında ise yönümüzü Santa Maria del Monte’ye çeviriyoruz; Ponte Vittorio Emanuele I Köprüsü’nden geçip, evet biraz da yokuş çıkarak bu tepeye ulaşıyoruz. Torino’yu yukarıdan izlemek ve bütün ihtişamlı binalarına ve köprülerine âşık olmak için gayet doğru bir tercih. Tepeye kadar çıkmışken; burada ilgilenirseniz bir müze ve bir de kilise bulunduğunu belirtmekte fayda var.
Küçük bir yürüyüş ve güzel bir manzaradan sonra şehirdeki görülecek diğer noktalara doğru ilerliyoruz. İlk olarak Mole Antonelliana’yı seçiyoruz kendimize. 1888 yılında bir sinagog olarak tasarlanan ve 167.5 metre uzunluğuyla Avrupa’nın en yüksek müzesini de şu an içinde bulunan bu yapı; kesinlikle Torino’nun ikonik binalarından. Siz de binanın asansörünü kullanarak şehri panoramik olarak izleyebilir, alanındaki en büyük müzelerden biri olan Ulusal Sinema Müzesi’ni ziyaret edebilir ya da içerisinde bulunan Eataly’de bir yemek molası verebilirsiniz.
Sonrasında rotamız Mercato di Porta Palazzo ve işte bu açık pazar kesinlikle ama kesinlikle görülmesi gerekenlerden. Avrupa’nın en büyük açık pazarlarından biri olan Mercato di Porta Palazzo’da bulamayacağınız şey yok; taze sebze, meyve, kuruyemiş, şarküteri, hamur işleri, kıyafet, çiçek, ikinci el eşyalar… Biz Türkiye’den geldiğimiz için alışık olmamıza rağmen, özellikle pazarın meyve sebze kısmının içine kendinizi atmalısınız! Orta Doğu’dan satıcıların da yoğunlukta olduğu bölüm; sizi tezgâhına çekmeye çalışan satıcılar, dar tezgâh araları, kalabalık, renkler, kokular ile size kendinizi adeta İtalya’da değil de Fas’ta hissettirecek.
Torino’nun sokaklarında kaybolmaya devam ederken, dışarıdan belki çok da ilgimizi çekmeyen bir bazilika karşımıza çıkıyor. Sanctuario Basilica La Consolata’ya adımımızı atar atmaz; Torino’nun İtalya’nın eski başkenti olduğunu kanıtlar nitelikte bir yapı bizi karşılıyor. O ne ihtişam, odadan odaya geçişler... Kesinlikle içeriye girmeden bu bazilikanın önünden geçip gitmeyi aklınızdan bile geçirmeyin!
Bazilikadan sonra bol bol meydan geçerek Via Garibaldi üzerinden yürümeye başlıyoruz. Bu cadde araç trafiğine kapalı; her iki tarafında dükkânlar, kafeler, restoranlar bulunan şehrin en büyük caddelerinden biri. Kalabalık mı kalabalık; sokak sanatçıları, hediyelik eşya satan tezgahlar ve daha niceleri… Via Garibaldi için bir nevi Torino’nun eski güzel günlerindeki haliyle İstiklal Caddesi desek yanlış olmaz.
Via Garibaldi boyunca yürüdüğünüzde çıkacağınız meydan ise şehrin en büyük meydanlarından biri; Piazza Castello. Şehrin nabzının attığı alanlardan biri burası; her daim kalabalık olan meydandaki önemli yapılardan bir tanesi de Palazzo Madama; eskiden Kraliçe’nin Evi olarak kullanılan bina, Ortaçağ ve barok mimarisinin güzel bir örneği.
Piazza Castello meydanından ise hemen yanı başındaki Palazzo Reale’ye yönümüzü çeviriyoruz. Burası aslında Kraliyet Sarayı içerisinde tam beş farklı yapıyı da barındıran bir yapıya sahip. Kraliyet Kütüphanesi, Kraliyet Silahhanesi, Arkeoloji Müzesi ve Kraliyet Bahçeleri bu alanda ziyaret edebileceğiniz noktalardan bazıları.
Slow Food yani Yavaş Yemek Festivali’ne denk geldiğimiz için Palazzo Reale, festivalin en hareketli bölgelerinden bir tanesiydi. Gece konserlere, gündüz çeşitli aktivitelere ev sahipliği yapan alanda birbirinden farklı mutfaklara ait sokak yemeklerini denemek için uzun sıraları göze almanız gerekiyordu. Benim ilk defa karşılaştığım ve çok beğendiğim bir başka uygulama ise Kraliyet Sarayı’nın avlusuna kurulan şarap tezgâhlarıydı. Şarap kadehini 3 Euro depozito ile alıyorsunuz; sonrasında kaç adet şarap denemeyi planlıyorsanız her biri için sadece 1 Euro’luk fişler alıyorsunuz. Sonrasında ne mi yapıyorsunuz; asıyorsunuz şarap bardağınızı boynunuza, ünlü Torino şaraplarını deneyerek bolca keyifli zaman geçiriyorsunuz. Dolce Vita yani Tatlı Hayat buna denmez de neye denir ki!
Festivalin dolu dolu yaşandığı bir diğer meydan ise; Piazza San Carlo. Gerçekten devasa bir meydan olmasına rağmen, meydan birbirinden farklı gastronomi stantları ile dolmuş durumda. Domuz etinden ürünler, zeytinyağlılar, tatlılar, içkiler aslında yeme-içmeye dair ne ararsanız hepsini burada bulmak mümkün. Fakat İtalyanların yemek sevdası, güneşli hava ve hafta sonu üçlüsü bir araya geldiği için eğer ürün tadımı yapmak ya da ürün satın almak istiyorsanız kalabalıkları göze almak gerekiyor.
Piazza San Carlo’dan Via Roma Caddesi’ne geçiyoruz, burası şehrin lüks mağazalarının bulunduğu kısım. Yine festival sebebiyle birbirinden farklı tatları aynı anda bulabileceğimiz stantlar; yürüyüş yoluna kurulmuş durumda. Ama açık söylemek gerekirse, biz artık biraz bu kalabalıklardan yorulmuş durumdayız. Nereye kaçsak bilemiyoruz ve iki seçeneğimiz var diyoruz. Ya müzeleri gezeceğiz, ya da şehrin büyük parklarından birine kendimizi koşarak atacağız. Ve biz yorgunluğumuzu atmak için park alternatifini değerlendirmek istediğimize karar veriyoruz.
Siz iki seçenek arasından hangisine yakınsınız bilemiyorum; ancak oyunuzu müzelerden yana kullanmak isterseniz, alternatiflerinizden biri şehir merkezindeki Mısır Müzesi olabilir. Kahire dışındaki en geniş koleksiyona sahip müzede 30.000 üzerinde eserin sergilendiğini belirtmekte fayda var.
Torino demişken bir önemli müze de kesinlikle Otomobil Müzesi. Hepimizin bildiği ünlü FIAT markasının açılımı aslında Fabrika İtalyan Otomobil Torino şeklinde; eskiden fabrikanın bulunduğu Lingotto bölgesi ise şu an büyük bir yaşam alanına dönüştürülmüş durumda. Lingotto’da alışveriş merkezi, sinemalar, konser ve konferans salonları, Torino Politeknik Üniversitesi’nin bazı bölümleri yer alıyor. Otomobil Müzesi de yine Lingotto bölgesi içerisinde ziyaret edebileceğiniz noktalardan.
Torino aynı zamanda oldukça büyük parkları olan, baya yeşil bir şehir. Parco del Valentino ise Torino’nun Pellerina Park’tan sonra en büyük ikinci parkı. Yavaş Yemek Festivali kapsamında saat 10.00- 19.00 saatleri arasında parkın içerisinde de birbirinden farklı yemek stantları vardı ve biz hangi birinden ne alacağımıza karar vermekte gerçekten zorlandık. Park çok kalabalık olsa da o kadar geniş bir alana yayılmış durumda ki; siz de bizim gibi sonbahar renklerinin keyfini çıkartarak çimlere yayılabilirsiniz. Unutmadan Po Nehri’nin hemen dibinde yer alan parktaki manzaralar da şahane. Biz de bütün yorgunluğumuzu Parco del Valentino’da bırakarak, veda etme vaktinin gelmesine üzülerek ayrılıyoruz Torino’dan.
Torino’yı ne kadar anlatsam bir şeyler eksik kalacak gibi hissediyorum. İtalya’daki favorilerimden olacağını hiç tahmin edemeden adım attığım bu şehre, acaba bir daha ne zaman gelirim planları yaparken buluyorum kendimi! İşte bu yüzden artık ben daha fazla bir şey yazmayayım da, benim yerime Nietzche konuşsun diyorum. O da Torino için 1888’de işte tam da bunları söylemiş; “Ne kadar göz kamaştırıcı ve esaslı meydanlar, üstelik yapmacıksız bir saray atmosferinde... Her şey beklediğimden daha ağırbaşlı ve vakur.”