Öncelikle yazımın, daha çok anı niteliğinde olduğunu belirtmek isterim.
İstanbul’dan Lyon’a doğru yola çıkıyoruz. Şehri en başta havaalanının adı için seviyorum; Saint-Exupery. Bence dünyanın en güzel ve saf kitaplarından birisi olan Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupery’nin doğum yeri olan şehir havaalanına da aynı zamanda pilot olan yazarın adını vermiş.
3 saatlik uçuştan sonra öğleden sonra havaalanına iniyoruz. Gümrükte şehirle ilgili yaşadığımız tek sıkıntıyı yaşıyoruz; Fransız polisinin kaba tavrı canımızı sıkıyor. Gümrükten geçtikten sonra metro ile şehir merkezine geliyoruz. Şehir, Fransız iş dünyasının en önemli şehirlerinden ve Fransa gastronomisinin merkezi.
Lyon’da şehrin tarihi bölümü Saone Nehri'nin hemen yanında yer aldığı için bu bölgeye yakın bir otelde kalmakta fayda var. Bizim otelimizin yeri de Zeynep’in yoğun çalışmaları sayesinde çok çok iyi bir yerde. Saone nehrine 1-2 dakika mesafede ve Saone ve Rhone nehirlerinin arasında kalan bölgede yer alıyor.
Otele yerleştiğimiz gibi hemen çıkıp Saone Nehri ve meşhur Notre Dame de Fourviere Bazilikası'na doğru yürüyoruz. Saone Nehri'ni geçtiğiniz gibi zaten old-city kısmına yakınsınız, Fourviere Bazilikasının bulunduğu tepenin hemen ayağında eski kent yer alıyor. Arnavut kaldırımlı daracık yolları ve sıra sıra dükkanları ile şehrin bu kısmı çok güzel. Lyon daha önce de yazdığım gibi bir gastronomi şehri olduğundan yollarda “bouchon” adı verilen ufak restoranları her yerde görmek mümkün. Mutlaka birisine girip yemek yemelisiniz, pişman olmazsınız.
Hava kapalı olmasına rağmen yağmur yağmıyor şansımıza. Eski kentin içine doğru ilerliyor ve nehrin hemen yanında yer alan St. Jean Katedrali'ne geliyoruz. Katedral, Avrupa’nın en sakin meydanlarından birisi olan Bellecour Meydanı’nda yer alıyor. Meydanda XIV. Louis heykelinin tam karşısındaki katedral bembeyaz ve ihtişamlı ama önündeyken bile hemen arkamızdaki tepede yer alan Notre Dame de Fourviere’nin gölgesinde kalıyor. Kilisenin içi dışından da gotik, resimler, heykeller ve kilise içindeki detaylar gerçekten etkileyici.
Kiliseden çıktıktan sonra füniküler benzeri bir raylı sistemle tepeye doğru çıkıyoruz.
Notre Dame de Fourviere tüm şehrin üstünde Olympos’taki tanrıların Atina’ya baktığı gibi Lyon’a bakıyor. Rengarenk ve gösterişli bazilikanın içinde en sevdiğim detay sütunların tepesinde yer alan ve sütunların yüzlerini oluşturan aziz heykelleri oluyor. Binanın her yerinden bir detay fışkırıyor. İnsan hiç sıkılmadan sadece detaylarla inceleyerek iki gününü geçirebilir burada. Havanın iyice kararmış olması nedeniyle buradan ayrılıp tekrar eski kent kısmına indik. Dar sokaklarda dolaşırken iyice acıktığımızdan bir bouchon’u gözümüze kestirip girdik ve sonra iyi ki de buraya girmişiz dedik doğrusu.
Gerçekten çok lezzetli yemekleri, güzel yüzlü garsonu ve aşçısıyla mutlaka öneriyoruz burasını. Mekanın adı Le Vieux Lyon ve adındaki gibi eski kentin hemen merkezinde, ana cadde üzerinde yer alıyor. 8-10 masanın olduğu mekanda bizden başka 3-4 masa daha oturuyor. Duvarlarda yer alan retro posterler ortama farklı bir hava katıyor. Ben yıllardır çok merak ettiğim için ilk olarak salyangoz siparişi veriyorum. Salyangoz tamamen temizlenmiş halde, halen sıcak, ufak ufak haznelerden oluşan değişik bir tabakta geliyor. Her haznede bir salyangoz yağ ve soslar içinde pişirilmiş. Tadı beklediğimden de güzel, hatta Zeynep de iki tane yiyor. Buraya giderseniz aklınızda olsun mutlaka deneyin. Bir şişe kırmızı şarap ve yemekleri sipariş ediyoruz. Ben adını hiç duymadığım bir yemek ve Zeynep de biftek söylüyor.
Garson biz beklerken birer bardak şarap getiriyor ve biz hayatımızdaki en güzel şarabı içiyoruz orada. Garsona sorduğumuzda kadehe önce 1/3 oranında böğürtlen şurubu 2/3 kırmızı şarap koyduğunu söylüyor ve göstermek için masamıza getiriyor şişeleri de. Her ne kadar ikisinden de alıp ülkemize götürmek istesek de sırt çantasıile geldiğimizden yanımıza alamıyoruz ama ülkemizde böğürtlen şurubu buluruz asıl zor olan iyi ev şarabı bulmak. Benim seçtiğim yemek soslu, açık renkli bir sosis geliyor.
Sosisin içinde farklıolarak işkembe parçaları da bulunuyor. Çok değişik ve oldukça lezzetli bir yemek yiyorum. Zeynep’in bifteği ise iyi pişmiş ve yanındaki patates püresi oldukça güzel. Tatlı olarak da tart yiyoruz. Yemekleri ne kadar beğendiğimizi söyleyince göbekli bir aşçı çıkıyor mutfaktan, her ne kadar İngilizce bilmediklerinden garson ve aşçıyla anlaşamasak da çok seviyoruz onları. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince o çok beğendiğimiz böğürtlen şuruplu şaraptan birer bardak daha ikram ediyorlar. Daha sonra otelimize yakın bir pubta tekrar oturup otele geçmeden birer bira daha içiyoruz. Ertesi gün sabah erkenden Notre Dame de Fourviere Bazilikası'na gitmek üzere kalktık.
Bazilikaya gitmeden bizim de uğradığımız Bartholdi Çeşmesi mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Dört atın bağlı olduğu bir arabayı süren kadın heykeli. Daha sonra Bellecour Meydanı’na iniyoruz. XIV. Louis Heykeli’nin bulunduğu meydan çok büyük, tozlu ve tenha. Pek vaktiniz yoksa benim fikrimce gitmeye değmez. Eski kente doğru giderken yol üzerinde bir pazara uğrayıp çeşit çeşit peynir ve zeytinleri görüyoruz. Avrupa’nın neresinde olursa olsun pazarlar gerçekten gezilmesi gereken yerler.
Eski kentin içinde uğramanız gereken farklı bir yerin adı da Mandragore. Aslında burası bir dükkan ve Orta Çağ'a ait zırhlar, kıyafetler, takılar, hediyelikler satıyorlar. Eski kentte mutlaka uğramanız gereken bir diğer durak ise Minyatür ve Sinema Müzesi (Musée Miniature et Cinéma). Sinemanın mucidi Lumiere Kardeşlerin evi olan bu şehirde sinema müzesinin bulunması da bir sürpriz değil elbette.
Müze, isminden de anlaşılacağı gibi iki kısımdan oluşuyor. Müzeye ilk olarak sinema bölümünden başlıyorsunuz. Aslında tema sinemadan çok görsel efektler. Müzede en güzel bölüm en başta sizi karşılayan “Koku” filminin sahnelerinin gösterildiği bölüm oluyor. Patrick Süskind’in kitabını yıllar önce okuyup çok beğenmeme rağmen sinema filmi benim için tam bir hayal kırıklığıydı ama sizi filmin içine sokan bu odalar inanılmaz etkileyici. Sahne sizi sadece görsel olarak değil koku olarak da içine alıyor zira odanın köşesine yığılmış güllerden heryere koku yayılıyor. Gerçekten orada o sahnede, kitabın kahramanının olduğu yerdesiniz. Hatta bir sonraki odada yerde sargı bezlerine sarılmış bir cesedin olduğu cinayet sahnesini de görüyorsunuz. Sadece koku filmine ayrılmış bu şekilde 4-5 oda geziyoruz.
Sonraki odalarda filmlerde kullanılan kıyafetleri görüyorsunuz. Yandaki resimlerde Gladiator filminde kullanılan kıyafetleri görüyorsunuz. Aşağıda da sinema bölümünden bazı resimler size müze ile fikir verebilir. Ardından müzenin minyatür kısmı başlıyor. Ufacık bir kutuya sığdırılmış dünyalar… Her an ufacık kapısı açılıp içeriye insan girecekmiş gibi gerçek duran odalar, restoranlar, berberler, dükkanlar. Minyatür odaların ne kadar küçük olduğunu görebilmeniz için cama elimizi koyup da fotoğraf çektik.
Şehirde mutlaka uğranılması gereken ve bizim de uğradığımız bir diğer yer ise şehrin bir başka alametifarikası olan kuklaları için açılmış olan Kukla Müzesi oluyor.
Çok çeşitli kuklaların yer aldığı müzede kuklanın bir kültür olduğunu görüyoruz. Müzede karşımıza bir sürpriz de çıkıyor, Dünya Kuklaları bölümünde bizim uzun zamandır unuttuğumuz ve yok olmakta olan Hacivat karşılıyor bizi. Bizim unuttuğumuz değerlerin çok uzak yerlerde karşımıza çıkması ne acı…
Lyon’daki son günümüzde son yemeğimiz için hiç yemediğim bir şey yemek istiyorum ve bir bouchona girip kaz ciğeri sipariş ediyorum. Tadı biraz ağır ve yağlı ama mutlaka denenmesi gereken bir yemek.
Daha sonra sonunda Notre Dame de Fourviere’ye çıkıyoruz. Kilisenin bir kubbesi üzerinde altın renginde bir Meryem Ana şehri izliyor diğer bir kubbenin üzerinde ise Cebrail bir ejderhayı öldürüyor. Kiliseyi tekrar iyice gezip, kilisenin önündeki terasta yandaki resimdeki manzarayı izleyip çay içiyoruz. Yavaş yavaş havaalanına doğru yollanırken bir şeyden eminim ki Lyon'da iki şeyi özleyeceğim; şarabını ve yemeklerini…
Daha fazla foroğraf için: http://port-pass.blogspot.com.tr/2014/02/lyon.html