Rusya vizemizin bitecek olması ve Ukrayna’nın sınır kapısından bizi geri döndürmelerinden dolayı artık tek çare Sochi’den Batum’a geçmek gibi gözüküyordu. Destan da ben de Sochi’de tanışmış ve orada çalışmıştık. Gürcistan desen defalarca dolanmıştık ama devletlerin kendi aralarında oynadıkları sahte oyun bizi etkiledi. Yine de her şeye rağmen kocaman heveslerimizi büyütüyorduk. Böyle moral bozukluğu anında bisiklet yayadan daha yavaş gidebiliyor. Bir türlü durumu olumlu hale getirmek gerekiyor… Aklımızda bir sürü soru işaretiyle gittik gemiye doğru. Şimdi yepyeni bir rota çizmeliydik.
Rusya – Gürcistan (Sochi-Batum) Gemi Geçişi
Sırayı beklerken Çinli bir gezgin yanaştı. İngilizce pek anlaşamadık. O da sırt çantasıyla 25 gündür yoldaymış. Gürcistan’dan Türkiye’ye geçip evine dönecekmiş. Onun dışında nereden baksanız 10 tane falan da Rusyalı gezgin vardı sıra bekleyen. XRAY cihazında görevli polisler biz görünce ne yapacağını bilemediler. Sanırım bisiklet çantalarının söküleceği akıllarına gelmemişti. Baktık zaman geçiyor, çantaları söküp X-RAY cihazından geçirdik. Sonra yine o aptal soru ‘yanında uyuşturucu var mı?" Allasen ne saçma bir soru… Ulan eğer taşıyor olsam söyleyecek kadar aptal mı gözüküyorum oradan? Ama sağ olsun, çok eğlendirdiler bizi. Bu arada bilet fiyatları 7000 Ruble yani 100 USD, epey pahalı yani ama başka da çare yok gibiydi.
Vapurun tüm kapıları bisiklet için dar olunca bir baktım ki yardım ediyorlar. İnsan Rusya’dan sonra şaşırıyor, seviyorum Gürcüleri. Bir de yardım edenlerde, geminin görevlileri…. Biz de fazla bagaj alırlar diye çekinirken Gürcü ağabeylerimiz yardım ettiler. Genel itibariyle cana yakın insanlar. Gemide de Süleyman adında Rusya’da çalışan güzel bir insanla tanıştık. Ben de Türkçe konuşmayı özlediğimden uzun sohbetler ettik. Gemiden inerken de bisikletleri taşımaya tüm görevliler yardım ettiler. Rusya’dan sonra yardımseverlik konusunda derin bir ah çektik vallahi.
Gürcistan Vizesi
6 saat sonunda Batum’daydık. Gürcistan, Türkiye vatandaşlarına 3 ay vize veriyor. Hatta bilindiği üzere kimlikle de giriş yapabiliyorsunuz. Artvin’den küçük bir ücretle sınırı geçebilirsiniz. Bazen girişte şarap bile armağan edebiliyorlar Batum’a sahilden bakınca küçük Las Vegas gibi duruyor. "Sahile kamp kuralım" dedik. Bir kerede denize nazır bizim evimiz olsun, değil mi yani? :) Limandan yaklaşık 5 dakika sürdükten sonra Ali ve Nino’nun Aşk heykeline rastlayınca kitlenip kaldık. Uzun süre izledik kavuşamamalarını… Hikaye de öyleydi ya; Bir Azeri delikanlıyla bir Gürcü kadın savaştan dolayı asla kavuşamıyorlardı, Kurban Said‘in hikayesinde. Kafkasların Romeo ve Juilet’i… Gerçekten mühendislik harikası ama ondan önce derin yaşanmışlıklar vardı. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bu hikayeyi sahipleniyorlar.
Bir 5 dakika daha yürüdükten sonra meşhur Sheraton Oteli’nin tam karşısına attık çadırımızı. Biraz çekiniyorduk ama denemekte fayda var. Batum’a bu manzaradan bakınca yaşanacak şehir gibi gözüküyor. İzmir’in Kordon'u gibi 7 kilometre boyunca sahil şeriti var. İnsanlar yanımızdan geçiyor, biz de orada makarna yapıyoruz. Bezenelenip, sürüp – sürüştürüp çıkmışlar dışarıya, böyle özenle… Bize bakıyorum, olabildiğine pisiz ama huzuruma ulaşabileceklerini sanmıyorum…
Yoldan konuşmalara kulak kabartınca, iki kişiden birinin Türkiyeli olduğu anlaşılıyor. Karşıya bakınca Karadeniz, insan memleketini özleyiveriyor.
Derken yanımıza dçrt gezgin geldi. Bir Almanyalı çift, bir de motorsikletle beraber gezen Sırbistanlı ve Kalifornayalı gezgin. Mestia’dan gelmişler. Biz daha önce görmüştük ve Paganların yaşayabileceği kadar doğal bir şehirdi. Daha önce İstanbul’a gitmişler. Şimdi de Van’a, oradan da Siirt, Kapadokya gibi rotaları vardı. Ben akıllarına Mardin’i sokmaya çalıştım ama gezginler kolay rota değiştirmiyorlar. Güvenlik konusunda büyük endişeleri vardı. Ben o bölgede halktan yana bir sıkıntı yaşamayacaklarını söyledim. İçleri rahatladı. Sonra çay, kahve, votka falan ikram edelim istedik reddettiler. Votkanın organik olduğunu söyleyince diktiler kafaya. Sağ olsun Yasemin’imiz, elleriyle yapmış… Motorla yolculuk yapmanın avantajı sadece hız oluyor bence. E hızla, halkın dokusu çözülemez ki… Bisikletle gidince derin derin hissediyorsun her yeri ve pas geçemiyorsun en ufak topluluğu bile. O yüzden bence en iyi yol bisiklet. Uzun sohbetten sonra onlar hostellerine, biz de uyku tulumlarımızın içine geçtik. Hemen yanımıza bir çift geldi. Biz sohbet ederiz diye düşündük ama onlar kendi hallerinde takıldılar.
Çadır kurmak yasaktı, o yüzden uyku tulumlarında yatalım derken 3-4 saat sonra yağmur başlamaz mı? Hurra çadırın içine…
Kahvaltı da Xaçapuri yiyelim, hem de şarj cihazlarını takarız derken bir Türk Lokantasına oturmuşuz, Bakire Meryem Kilisesi (Virgin Mary)’nin arka tarafındaki parkta. Kilise, gotik mimariyle yapılandırılmış. Atmosferi hoştu. Yanında da ince belli ve kırmızı-beyaz tabakla çay içince derinlere dalıyor insan.
Sokakları epey arşınladık ama çoğu zaman bisikletler elimizdeydi. Çünkü Gürcistan’ın metropollerinde bisiklet sürmek tam olarak şeytanla dans etmek gibi... Yeni bir meydan inşa etmişler. Hoş olmuş. Media Heykeli de güzel işlenmiş. Hemen yanında da Astrolojik Saat’in olduğu binayı da saatlerce izleyebilir insan. Bunların hepsi birbirine yürüme mesafesinde. Giriş ücretleri de yok.
Yeni Tiyatro Meydanı'na gittik. 24 saat canlı müzik var diye bilgi verdiler ama yoktu. İkimizin de canı bira isteyince "Oturalım Destanım" dedim. Türkiye’den birkaç tur kafilesi geldi. Etrafta o kadar çok Türkçe konuşan var ki kendimi Trabzon’da hissettim. Garson, kendini akıllı zannedenler olur ya, aynı o tipten. Rahatsız edici olunca kalktık oradan yola doğru koyulduk. Şehirden çıkıp kamp atmayı planlarken yolda bir amca "Nereye?" diyerek bizi durdurdu.
Sohbet muhabbet derken, amcacık 45 yaşlarında, İsviçreli, bisikletli gezginmiş. Kongo’dan Batum’a gelmiş. Bizimle aynı rotada daha önceden gitmiş ve tekrar gidecekmiş. Derdi ne anlamadım pek! Haritamızın olmadığını duyunca epey celallendi. Çıkardı cebinden bir tane. Yolda iki tane büyük dağı aşacaksınız deyince, biz de otostop çekeriz dedik. Bisikletiniz niye var o zaman demez mi… Kardeşim biz bisiklet hastası falan değiliz. Paramız bunlara yetti, daha ekonomik, ekolojik, sağlıklı ve güvenli. Ayrıca paramız olsa karavanla da gezerdik. Neden yalan söyleyelim ki… Bu böyle, fakir edebiyatı yapıp kendimizi kandırmaya lüzum yok! Bisikletin avantajı çok ama karavanın da avantajı çok… Neyse… Bizi doğru Turizm Bilgi Ofisi'ne götürdü. Kardeşim zaten biz bunları biliyoruz. Telefonda programlarımız var. Bu triplere hasta oluyorum. Gereksiz tutkular ve büyüklük taslamalar…
Khelvachauri
Koyulduk yola. Yolda samimi bir grup müzik yapıyordu. Müziklerini dinleyip, iletişim adreslerini alıp yola devam ettik. Khelvachaurişehrinde ağaçların arasında bir evin yanına çadırımızı attık. Sabah küçük bir çocuk karşıladı kapıdan beni. Çantaları bisiklete taktı, su doldurdu kendi evinden… Çocuklar, hep güzeller… Bu şehir bir Gürcistan Klasiği; yemyeşil ve Tabelalerın çoğunda Türkçe yazılar görebilirsiniz. Ayrıca yeme-içme konusunda Türkiye’deki bütün ürünler bulunabiliyor. Halkı, gayet sıcakkanlı…
Khulo
Khulo şehrine vardık. Burada çoğunlukla halkın kullandığı eski bir teleferik var ve mesafesi de uzun denilebilir. Eğer ben bu yolu iki tekerli bir araçla gideyim derseniz; yol patikalaşmaya gitgide yükseklik artmaya başlıyor ama mükemmel doğa manzaraları görebilirsiniz.
İşçi lokantası tarzında bir kafe bulduk. Şarjlarımızı edip, birer Türk Kahvesi, birer de bira patlattık. 2250 metre çıkışın inişi patika olunca zar-zor yola devam ettik. Yolda Türkiyelilerin çalıştığı şantiyeden yemeğe davet ettiler. E zaten biz şantiyeden kaçmıştık, bir de tok olunca geri çevirip patika yokuşa çıkmaya başladık. Lastikler ve bisikletlerimizin türü bu yola hiç uygun değildi. Biraz gitmeyi denedik ama olmadı. Yağmur başlayınca bir durağa sığınıp otostop çekmeye başladık ki ilk müsait araba durdu. 30 kilometre yolu otostopla devam ettik. Yol o kadar yorucuydu ki arabanın içinde bile yorulduk.
500 metre sonra güzel bir manzara görünce çadırımızı kuruverdik. Birden rüzgar bir bastırdı. Çadırı yerinde tutmak imkansız. İnanılmaz bir rüzgar. Rüzgarın yönüne doğru çivilerle kuvvetlendirince iyileşti ama yine çadırın iskeletinden gıcırtılar gelmeye devam etti. Ben dedim "bugünü bu çadır atlatırsa eğer benim favorim olacak." İçeride yiyecek bir şeyler hazırladık.
Ama bu zorluklar insana mutluluk veriyor. Sosyal hayvan olma tanımını tam olarak yaşatıyor. Çünkü biz doğanın içine girdikçe insanlaşıyoruz. Mücadeleyle ve emekle kendimizi tanıyabiliyoruz ancak. İktidar ve egolarımızla değil! Biz çadırımızda kahkahalar atarak günü tamamladık. Uykuya geçince epey soğuk oldu. Kat kat giyinip onun da üstesinden gelince değme keyfimize. Sabah 11’e kadar güneş gelmedi çadıra. Soğuktan dışarı da çıkamayınca çadırda bol bol şekerleme yaptık. Baktık kahvaltılık bir şeyler yok, Bakü’den kalma sebze çorbasını yaptık. Mis gibi geldi. E Karadeniz ve buranın halkı kahvaltıda çorbaya bayılır. Biz de uyum sağlamış olduk. Derken yola koyulduk ama nafile; yokuş devam ediyor. Sadece yokuş olsa sorun yok. Yol, hem patika hem de büyükçe taşlıklardan… 400 metrede bir duruyoruz. Son enerjimizi patlatıp en tepeye kadar geldik. Artık 2850 metre yüksekliği bitirmiştik.
Bu ufak bir ödülü hak etmişiz anlamına da geliyor. Market ararken bir otel bulduk. Sorduk marketi falan ama yokmuş. Bir Xaçapuri bir de çaykur sallama çay patlattık üzerine, bir söğüş salata. Sonra bir bisikletli çift geldi. Ukrayna’dan Gürcistan’ın yarısını gezmeye gelmişler. Yeşil Göl'e gideceklermiş. Bizim de aklımızda vardı. Dedik gidelim. Hesabı ödemeye kalktık, 18 Lari gelmiş. Domates, peynir, biraz ekmek istedik. Onlara da 12 Lari isteyince kısa bir pazarlıkla toplamda 25 Lari’ye kapattık ama biz daha önceden fiyat sorma alışkanlığımızı edinemediğimizden böyle kazıklar yiyebiliyoruz. Daha temkinli olmak lazım.
Biz çıktık yola, onlar arkadan geleceklermiş. İki pedal çevirdik ki taş büyüklüğünde dolu yağmaya başladı. Geçer derken daha da hızlandı. Sığınacak bir yer ararken bir evden bizi çağırınca biz de koşa koşa vardık eve. Yanakları pembe pembe tam bir Karadeniz kadını bir ablamız bizi sobaya doğru yanaştırdı. Bir de 82 yaşında nine var evde. Ev ahşaptan içi gayet sağlıklı, tertemizdi. Abla, kocasını aradı. O sırada da sobanın üzerine Türk kahvesini koydu. Oh dedik, ne ala…
Ama üstümüz başımız sırılsıklam. Ne güzel yürekli insanlar ki küçük dünyalarını paylaşabiliyorlar. Sobanın üzerinde kaynayan şey gösterince Destan’ı başka bir odaya doğru çağırdı. İçerisi cennet gibi örgü peynir dolu. Simetan, kaymak, birkaç çeşit de peynir vardı. Sonra kapıdan evin beyi geldi. Baktık Türkçe konuşuyor. Hem de gayet düzgün. Cemaatte Kuran kursu veriyormuş. Belli ki bu işe adamış kendini. Ufak tefek sohbet ettik. Yolları olmadığında bahsetti. Burada Müslümanlar, Hıristiyanlardan daha alt seviyede görülüyorlarmış ama bunlar zamanla geçer deyip sohbeti kapattık. Bu akşam misarifimiz olun dediler. Biz de Yeşil Göl'e gideceğiz dedik. O zaman dönüşte kahvaltıya gelin dediler. Biz de tamam deyip yola koyulduk. Bir de yanımıza tarlalarından ve iki kilo kırmızı patates verdiler. Bizim de canımız patates çekmişti. Tura çıktıktan sonra ne istesek oluyor.
Yol yine yokuş ve taşlık. Çık çık bitmiyor. Bazen elimizde bazen sürerek... Bir baktım ki benim lastik patlamış ama helal olsun; bu kadar kötü yollarda ilkti. Ön frende de bir sıkıntı var. Bisikletlerimiz, bu yola uygun değildi. Onlar da haklı. Tamirlerimizi yaptık, baktık ki sis geliyor. Devam edelim etmeyelim derken olduğumuz yere çadırımızı atıverdik. Belki gitsek bisikletlerimizden eser kalmayacak. Burası yayla olduğundan evler terk edilmiş. 12-13 evin arasında çadırımızı kurduk. Arkamızdaki odunluğa da bisikletlerimizi koyup patatesleri haşlanmaya bırakırken, bir gök gürültüsü, yıldırım, yağmur… Geçtik çadırın içine ama manzara harika. Bütün şehre sis çökmüş ve durmadan şimşek çakıyor. Biraz da soğuk ama her şeye rağmen burada olmanın sevinci anlatılamaz. Bu arada çadırımız yeni bir sınava daha tabii oluyor. Yüksek yağış… Tam 35 kilometre uzaklıkta 2850 metre yükseklikteydik ve hiç olmadığı kadar soğuktu. Çadırın içindeki suluklar bile donmuştu. Bizim uyku tulumumuz ve matımız Çinli kardeşlerimizden geldiği için pek soğuğa dayanamayıp tüm gece bizi uyutmadılar. Sabah çakı gibi soğuk yerini güneşe bırakmıştı. Bir gün daha…
Aşağıdaki evlere baktığımızda neredeyse nokta büyüklükteydi. Tam bir Karadeniz manzarası… Kuru ve temiz giysimiz kalmadığından artık çamaşır yıkamalıydık. Hani karı eline alırsın da ellerin kıpkırmızı olur, işte öyle bir soğukta çamaşırları yıkadık. Tertemiz oldular. Sıra bizdeydi ama o soğuk suda asla yıkanmam :) Suyu güneşte ısıtalım desek bulutlarda güneşi kapatmış. Neyse o fikirden vazgeçtim. Çamaşırları terkedilmiş bir odunluk deposunun önüne astık. Saat 11’de Ahmet ağabeyle sözleştik ama güneş sukoyverdi. Saat henüz 9 iken ufaktan bir hovardalık yapıp kızartma yapalım dedik. Nasıl olsa patatesler bol. Hayatımda yediğim en güzel kızartmalardan biriydi. Tabii teyzeminkinin yerini tutamaz. Çamaşırlar kurumayınca baktık ki saatte 11, çıkalım yola derken 12.30 gibi varmışız eve.
Ahmet ağabey çayı koydu. Ev ahalisi de toplandı etrafımızda, bir de kuzine sobasında yumurtalar haşlandı. Derken bal, kaymak, kaymakla peynirin haşlaması, örgü peynir, süt, yoğurt… Çay da ormandan toplanmış Gürcistan çayıyla bizim Türkiye çayının harmanıydı. Süt ne zamandan ağabey diyorum. Sabah ineklerden diyor. Peyniri de hanım yeni açtı falan derken camış gibi yedik valla. Küçük kızı Merve ile Destan epey iyi anlaştılar. Bizi gezmeye çıkardı ufaktan. İneklere nasıl sarılıp poz veriyor bize. Bir de yanakları kıpkırmızı, sapsarı saçları var.
Ahmet ağabeyle sohbete tutulduk. Oldukları yerde bir minare getirmişler Türkiye’den, devletin görevlileri de geçen sene bu minareyi ortadan kesmişler. Domuzun başını kesip Kuran kursunun önüne asmışlar. İşe girecek Müslümanlara haç takma şartı koşmuşlar. Daha bir sürü hikaye ama anlatıp canını sıkmayayım dedi. Devlet her yerde bu işleri organize ediyor. Bu bölgede hep Müslümanlar yaşıyor. Teşekkür edip yolumuza devam ettik. Leş gibi bir market girdik. Amcam votkayı damacanayla içmiş anlaşılan. Sigara yoktu hiç. Bir çeşit sigara var. Bozuklukları çıkardım ancak iki pakete yetiyor. Üç paket sigara bir de bisküvi verip yola saldı beni.
35 kilometre boyunca taşlık yolda iniş. Bir pedal basmadık desek yeridir. Yolda bir çobanla rastlaştık: Mehmet Dede… Bana ‘sakla sakla’ diye bağırınca durduk tabii. Azerbaycan’da da dur demekti. 83 yaşında ana dili gibi Türkçe biliyor. Acarlardanmış. Evine davet etti. Biz de kibarca reddettik. Biraz ileriye gidince iki tane Hollanda plakalı karavan su dolduruyorlar. Bütün İpek Yolu boyunca geçmişler şimde de Hollanda’ya doğru gidiyorlarmış. Bizden Türkiye hakkında detaylı bilgi aldılar, bizi de tebrik edip yola devam ettik. Sıcakkanlı insanlar. Bir de az da olsa Rusça bilmeleri garibime gitti.
İnişe devam… Adigeni iline varmak üzereydik. Destan’ın da yarın doğum günü… Dedim "gel ucuz bir yer bulup keyif yapalım". Kişibaşı 4 dolardan bir hostel bulduk. Zaten ilin tek oteliymiş. Otel sahibi tavlaya davet etti, yorgunum deyip reddettim. Otelde bir gezgin daha varmış.
Kapıdan bir çıktı ki 73 yaşında Hollandalı, bisikletli gezgin bir dede… Çıktık balkona Destan’la uzun sohbet ettiler. Arada ben de katıldım. Dede, yavaş ve yaşlı olmasından dertli ama şahane İngilizcesi var. Rusya’ya gitmek istiyormuş; Sibirya bölgesine ama Rusya, bir türlü vize vermemiş. Rusya, Avrupalıları pek sevmiyor gibi geldi. Dede, önce Hollanda’dan Romanya’ya bisikletle gelmiş. Bisikleti Romanya’da bırakıp Hollanda’ya dönmüş. Dinlenip Romanya’dan İstanbul’a geçmiş. Yine bisikleti İstanbul’da bırakıp bu sefer İstanbul’dan Tiflis’e doğru gidiyor. İsmi Nana’ydı sanırım. Valla helal olsun dedim dedeye.
Yaklaşık altı gündür banyo yapmıyorduk. Önce Destan duşa girdi. Ben de yiyecek bir şeyler hazırlayıp markete gidip küçük bir kek aldım. Mum aradım ama bulamadım. Küçük bir kilise görünce benim ampüller yandı. İçeriye selam çakıp bir de mum yakıp 0.20 Lari de bağış kutusuna attım. Saat 12.00 olduğunda sürprizi patlattım. Çok sevindik ikimiz de… Yolda olup doğum günü kutluyorduk. O kadar stres ve iş gerginlikleri, haksızlıkların arasında küçük ve kocaman bir dünyayı şimdiden epey turlamıştık. Mutluyduk. Dahası da vardı. Heyecanla sıcak yatağın kıymetini bilerek uykuya daldık.
Yola çıktık. En fazla iki saat sonra durup mısır tarlalarının arasına çadırımızı kurduk. Tembellik hakkı denilen bir şey var arkadaş. Yan taraftaki mısır tarlasından üç tane mısırı alıp bir güzel haşladık. Mevsimi geçtiği için biraz geç haşlandı ama tadı gayet güzeldi. Uzun sohbetler, nostaljiler derken bir de Destan’a mayonezli patates pastası yaptım. Doğum günü şerefine… Hamağı kurmaya çalıştık ama sağlam iplerimiz olmadığı için beceremedik bir türlü.
Ahıska (Akhaltsikhe)
Sabah erkenden yola koyulduk. Ahıska (Akhaltsikhe) şehrine vardık. İsmine aldanmayın. Ahıska halkıyla uzaktan yakından alakası yok. Girişte ‘"Border of Armenia 110 km" yazıyordu. Az kalmıştı. Türkiye’ye de 18 kilometreymiş. Şehir merkezini turladık ama pek kolay bir yer değildi. Bir yerde durakladık bir süre. Daha önce tarlalardan aşırdığımız elmaları yerken bir araba durdu. Yardımcı olmak istedi ama İngilizcesi pek anlaşılır değildi. Ben Turizm Bilgi Ofisi'ni sordum o da beni uçak biletleri ofisine götürdü. Matımız berbat haldeydi. Kamp malzemeleri satan bir dükkan bulduk beraber ama orada da mat yoktu. Vedalaşıp ayrıldık. Gürcistan’ın ücretsiz Turizm Bilgi Hattı’nı aradık. Adamlar çok iyiler. Turistlere bedava hat veriyorlar yahu… Ofisin kalenin içinde olduğunu söyledi. Epey de yokuş, girişte görmüştük. Destan bilgileri aldı.
Ahıska (Akhalsikhe) Kalesi’ni gezdik. Kadifekalem on basar. Aslı korunmamış ve çoğu bölümü restore edilmişti. Sallandık yokuş aşağı merkeze doğru. Yolda taksiciler durdurdu. Nereli olduğumuzu falan sordular. Onlar da Ermenilermiş. Birkaç soru sorduk yolla ilgili, epey yardımcı oldular. Sonra yolumuza koyulduk.
Kamp yeri aramaya başlarken Y’ol yine sürpriz yaptı. Karşı taraftan gelen motorsikletli gezginler durup yanımıza geldiler. Bizimle röportaj yaptılar ufaktan. Garibime giden soruysa "Media’yı tanıyor musunuz oldu?" Onlara gelirken güzel kamp yeri görip görmediklerini sorduk. Onlar da "beraber kamp atalım" dediler. Biz de "tabii ki" dedik. 5-10 kilometre ötede güzel bir yer varmış. E dedik: "Nasıl bulacağız birbirimizi?"
"Yolun kenarına taş, onun altına da kağıt koyun" dediler. On numara fikirdi…
Onlar da alışveriş yapmaya gittiler. Adamlar yanında mangal taşıyorlar, bizim gibi 10 gramın hesabını yapmazlar tabii ki…"Et alalım mı?" diye sordular. Biz yemiyoruz ama doğal bir et bulursanız yeriz, dedik. 2 kilometre gitmeden, çam ağaçlarının altında nehire nazır bir kamp yeri bulduk. Çadırı açıp onları beklerken geldiler. Motorla etrafı tarayıp "gayet güzel" deyip çadırımızı attık.
Gerard yemek yapmayı seviyormuş. Bize bir İtalyan yemeği olan Ris yaptı. Havuçtan dolayı pek tatlıydı ama yine de yenilebilir bir yemek! Gerard, ikinci el motorsiklet satıyormuş Belçika’da; MC Motorcycle… Olur da yolunuz düşerse uğrayın mutlaka. Daha önceden sevgilisiyle bisikletle Marmara Denizi’ni çevreleyen bir tur yapmışlar. Daha önceden de bisiklet yarışlarına katılmış. Gayet güzel bir insan. Belçika’ya davet ettiler bizi. Gidersek mutlaka uğrayacağız. Mark, gazeteci ve fotoğrafçıymış. Parası bitince çalışıyormuş. 47 yaşında hoş sohbet bir adam. Oğlu da Fransa Bisiklet Turu'nda yarışıyormuş. En sağlam bisikletçilerden biriymiş. Güzel bir bahçesi, hayvanları ve üç erkek çocuğu varmış. Kendi turlarında kamera çekimlerini falan o üstleniyor. Facebook’ta ‘Role Street’ adında bir sayfaları varmış ve turlarının videolarını burada paylaşıyorlar.
Yemek bittikten sonra yağmur deli gibi yağmaya başladı. Aniden toparlanıp onların çadırlarına geçtik. Biz de organik votka, onlar da bira ve şarap vardı. Bütün son yiyecek ve içeceklerimizi paylaştık. Onlar Belçika’dan Gürcistan’a altı haftada gelmişler ve şimdi de Türkiye üzerinden geri dönüyorlardı. Vakit gerçekten güzel geçti… Bu tur insana epey şey katıyor. Bildiğimiz, o şantiyelerde burnu kalkık Avrupalılardan değillerdi. Onlar da bizim gibi düşünüyordu bu konuda… Hatta Avrupa, yakın zamanda kendi kendini bitirir diyerek sohbeti kapattık. Sabah bir güzel Türk kahvaltısı hazırladım. Ekmek de azdı. Adamlar siz daha fazla yemelisiniz deyip ekmeklerini bize verdiler. Daha fazla söze gerek yok sanırım. Dediğim gibi mutlaka Belçika’ya gidip yanlarına uğraşacağız. Vedalaşıp ayrıldık.
Yolda kocaman ve heybetli bir kale vardı, çevresinde şelaleler akan… Koruma altına alınmış ve ziyarete kapalıydı sanırım. Bu koruma alanı yaklaşık 35 kilometre falan gidiyor. Kversiti bölgesinde hiçbir yerleşim bırakmamışlar. Eğer giderseniz UNESCO parsellemeden mutlaka görün derim.
Akhalkalaki
Yol hep yokuş. Biraz da ağırlık fazlalaşınca zorlanıyor tabii insan. Nehir boyu giderken bir köprü gördük ki bir benzerini daha asla göremeyiz sanırım… Adamlar tren vagonunu alıp köprü yapmışlar, Akhalkalaki’ye 3 kilometre kala. Sonradan anlaşıldı ki buradaki tren hatlarını iptal edip küçüklü büyüklü vagonları halk ev olarak bile kullanıyor. Hatta dükkan bile yapmışlar.
Akhalkalaki’de yaşayan büyük çoğunluk, Ermeni asıllıydı. Bize de Ermenistan provası olmuş oldu. Diğer veterinerle sohbet etmeye başladık. Biraz Türkçe de biliyor. Şu anda bir sorunumuz yok Ermenilerle dedik. Zaten ırkından dolayı birinle sorun yaşamak kadar aptalca bir şey yok! "Bizim burada olmamızın sebebi, Türkler. Şimdi üç kuşaktır buradayız ama bizim de Türklerle bir sorunumuz yok" dedi. Ama adam başını öne nasıl eğdi, görmelisiniz. İçim acıdı. O başını eğerken ben bir sürü ölü gördüm gözümle…
Şehirde bisikletçi aradık ama kapalıydı. Yola devam edip kamp yeri bulduk; eski tren yolu üzerinde ve burası da koruma altına alınmış, 32 kilometre boyunca... Gece bu matlar yüzünden dondurucu geçti. Artık bir çare bulmalıyız. Ermenistan’da buluruz umuduyla gidiyoruz.
Ninotsminda
Sabah Ninotsminda şehrine geldik. Akhalkalaki şehriyle aynı özellikte… Bir Ermeni berberle uzun uzun sohbet ettik. Bana Ermeni temel sözcükleri yazdırdı. Sonra samimi bir şekilde sordum: "Türklerden nefret ediyor musunuz?" diye. "Hepsi politik, ben senden niye nefret edeyim" diye cevap verdi. Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan insanı birbirine çok benziyor. Buradan gözüken bu!
Bu arada Gürcistan’da neredeyse bütün arabalar bizi bisikletle görünce hala oğlunu görmüşcesine sevinip korno basıyor. Hatta bazıları direksiyon başında halay çekiyor bile diyebilirim.
Gürcistan ile ilgili yaptığımız gezi videosunu izlemek isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.