Dünyayı gezdikçe tarihin izlerini görürsünüz. Tarihi okudukça da anlarsınız ki güzellikler hiçbir zaman kaybolmaz.
Sınırları dahilinde birçok Türk vatandaşının da yaşadığı Almanya çok güzel bir turistik destinasyon. Büyük bir imparatorluğun izleri, Barok ve Klasik dönem sanatçılarının mirasları ve de büyük bir insanlık dersi olan iki büyük dünya savaşında ülkenin yaşadıkları. Bunların belki de en etkileyici olanı ise Hitler döneminde ülkede yaşanan akıl almaz sosyal değişimler ve ülkenin kendi vatandaşlarına uyguladığı ırkçı ayrımcılık. Bunu Auschwitz, Dachau gibi toplama kamplarını gezdiğinizde daha iyi görebiliyorsunuz. Almanya’da 20. yüzyılla ilgili turistik bölgelere gittiğinizde aslında aynı zamanda nereye gitmiş oluyorsunuz biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyeti tarihine...
1940’ların Türkiye’si yeni kalkınan, genç bir ülkeydi. Birçok devrim yapmış, yıllar süren savaşlarda acı çekmiş toplum Cumhuriyet’le birlikte bir kimlik kazanmış, kalkınma hamlesi son hızıyla devam ediyordu. Yapılan devrimlerin belki de en büyüğü kültür, eğitim ve öğretim alanlarında yapılandı.
Bu dönemdeki okuma-yazma seferberliği zaten dünyada eşi benzeri görülmemiş bir hamle. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi yatırımlar ise tam bir vizyon eseridir ki bugün bile hala önemli fonksiyonları var. Gelelim üniversitelere...
Kökeni 1773’e dayanan Mühendishane-i Berr-i Hümayun’un modernleşip İstanbul Teknik Üniversitesi olarak mühendis ve teknik adam yetiştirmeye başlaması 1944’ü buldu. Abdülmecit’in 1859’da kurduğu Mekteb-i Mülkiye ise 1936’da Ankara’ya taşındı ve 4 fakültesiyle birlikte Ankara Üniversitesi oldu.
Üniversiteler içinde hikâyesi en ilginç olan ve Türkiye’nin kalkınmasında en önemli hamlelerden birini yapan ise başka bir tanesiydi. Türkiye’de Cumhuriyet ilan edildiği yıllarda Almanya, Nazi faşizmiyle hem kendi içini, hem de Avrupa’nın geri kalanını kasıp kavuruyordu. 1937-1945 arasında Almanya’daki faşist zulümden kaçan, çoğunluğunu Yahudi kökenli Alman vatandaşlarının oluşturduğu, bir kısmı ise başka kökenden olsa da politik görüşleri nedeniyle işlerinden atılmış akademisyenler de toplumun geri kalanı gibi Almanya’dan kaçmaya başlamıştı. Naziler Avrupa’ya yayıldıkça Almanya’dan kaçan sığınmacıların seçenekleri de daralıyordu.
İşte bu dönemde Türkiye kapılarını binlerce insana açtı. İçlerinde yüzlerce bilim insanı yeni kurulan ve entelektüel kapasiteye, bilgi birikimine muhtaç, savaştan yeni çıkmış yaralı bereli Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinde hocalık yapmaya geldi. 1933’te İstanbul Darülfünunu yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu ve Almanya’da işlerinden politik nedenlerle kovulan ve ülkelerinden kaçmak zorunda kalan 15 bilim insanı Türkiye’de yüksek öğrenim reformuna öncülük etti. Bu bilim insanı ve sanatçılar sadece İstanbul Üniversitesi değil ülkede yeni kurulan pek çok kurumda görev yaparak, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan büyük eğitim, sanayi ve ekonomik atılımlarda rol oynadılar.
Hitler bilim ve sanatla uğraşan kişileri siyasi nedenlerle yerinden ettiğinde bu kişiler üretmeyi, ışık tutmayı, değer yaratmayı bırakmadılar. O dönemde her zamankinden daha çok ihtiyacı olan Türkiye Cumhuriyeti de dâhil olmak üzere pek çok yerde bilimin, sanatın ışığını tutmaya devam ettiler. Çünkü güzel olan bir şeyi yerinden oynatırsanız bu sefer gidip başka bir yerde güzel olmaya devam eder.
Dünyayı gezdikçe tarihin izlerini görürsünüz. Tarihi okudukça da anlarsınız ki, güzellikler hiçbir zaman kaybolmaz. Çünkü doğruların üzeri yalanlarla örtülmez. Güneş balçıkla sıvanmaz.