Aslanlar Şehri: Lviv

Her şey bir sene kadar önceden ayarlanmış, birkaç arkadaşımdan Avrupa’ya gideceğimize dair söz almıştım. Lakin evdeki hesap pek de çarşıya uymadı ve planı Rusya’ya çevirdik. Haziran ayının son haftasında pasaportumu çıkarttım, Temmuz ortasında biletimi aldım ve 11 Ağustos pazartesi günü sadık bir dostumla birlikte Sabiha Gökçen’den Lvivuçuşumuzu gerçekleştirdik. 6000 km’den uzun olan rotamızın böylelikle ilk etabına da başlamış olduk.

Akşam 16.00 sularında Lviv Danylo Halytskyi Havaalanı’na indik. İndik inmesine ancak koca havaalanında bir tek uçağın olması beni biraz şaşırttı doğrusu. İçimde ufak bir tedirginlik vardı. Pek çok sınır geçmiş olmama rağmen burasının AB’ye benzemeyeceğini, Sovyet düzeninden hala birkaç şey kaldığını biliyordum ve de öyle de oldu. Tüm yabancı uyruklular olarak bir köşeye ayrıldık. Tabii o sırada diğer Türklerle muhabbet çeviriyorduk. Tam sohbet sarmaya başlamıştı ki gümrük memuru çekti aldı bizi aradan.

Üç gümrük polisiyle birlikte ufacık bir odaya geçtik. Bir yıldır planladığım tatil böyle başlamamalıydı kesinlikle. Sordular, soruşturdular. Dönüş biletimin olmadığını öğrendiklerinde daha çok soru sordular. Gezmeye geldiğimizi anlatıp; haritaları, otel rezervasyonunu, seyahat planını ve Euroları gösterdikten sonra inandılar diye düşündüm başta. Güzel yüzlü memure ablamız valizleri alın gelin dedi. Pasaportlar da elindeydi. Dedim herhalde paçayı kurtardık. Valizleri bir koşu aldık geldik. Bu sefer de başka iki polis, bir amir ve bir de narkotik köpeğiyle karşıladılar bizi. Meraklı bakışlar arasında başka bir odaya aldılar tek tek çantaları açtırdılar. Allah’ım Amerikan filmindeki Meksikalı kaçakçıları oynuyordum adeta. Yavaş yavaş tehlikeli bir şey taşıdığıma inanmaya bile başlamıştım. Bir gün öncesinde itinayla yerleştirdiğim çantam darma duman olmuştu. Yahu diyorum memur bey o gözler “empty” diyorum, açma diyorum ama nafile. Kendi aralarında konuşup gülüşüyorlar valizimi alt üst ederken. Hoşlarına gidiyor olsa gerek. Zaten yasaklı bir madde olsa köpek bulurdu.

Yarım saatlik bir arayıştan sonra işleri bitti çok şükür. Çantamı topladıktan sonra gitmeye hazırlanırken bir memur geliyor ve gülerek çorabımı uzatıyor. Teşekkür edip “dasvidanya” dedikten sonra pasaport gişesine vardık. Pasaportlara da damgayı vurdurduktan sonra hava birden değişmişti.

Aylardır haberlerde gördüğüm, savaşın perişan ettiği Ukrayna’ya sonunda varmıştım. Pasaport kontrolünden sonra bir polis yanıma gelip yerel dilde bir şeyler söyledi. Lakin anlamadığımdan İngilizce bilip bilmediğini sordum. Bu sefer başka bir polis çağırdı ve başka valiz var mıydı diye sordu. Yok deyince, “go out” dedi sakin bir sesle. Buralarda İngilizce bilenlerin sayısı pek az belirteyim. Yol boyu bundan hayıflansam da iki hafta boyunca bu eksiklikle yaşamaya mahkûmduk. Giderayak havaalanından da kovulduğumuza göre Euro bozdurup bir dolmuşa atlıyoruz.

Her yarım saatte bir 48 numaralı sarı bir dolmuş kalkıyor terminal önünden. Kiril alfabesini okuyabiliyorsanız, şehir merkezi yazıyor zaten. Bindikten sonra belli ki okumuş görmüş bir Ukraynalı abimize soruyorum dolmuş kaç kuruş diye, 3 Grivna diyor (Ukrayna’da Grivna kullanılıyor ve 1 Euro yaklaşık 17 Grivna ediyor bir dipnot geçeyim). 50 € bozdurduktan sonra 830 Grivna almıştım ve abimizin 3 demesinin ardından biraz afalladım. Bey abi diyorum, 30 falandır o diyorum ama ısrarla 3 diyor. Seve seve gidip kaptanın yanına “dva student captain” deyip parayı uzattım.

Ukrayna gerçekten de ucuz bir ülke. Cebimde kalan 827 Grivna’yı nasıl harcayacağımı düşünüyorum yol boyu. Ama çok düşünmeme gerek kalmayacak ve paranın yarısını hostele verecektik. Tabii önce hosteli bulmamız gerekiyordu. Yol boyu ilerlerken Sovyetlerden kalma yıkık dökük binalar, eski evler ve her yanda Lada görmek ilk etapta nasıl bir yere geldiğim konusunda iyi bir fikir vermişti bana.

Fotoğrafta tasviri yapıldığı üzere sarı dolmuşumuz Lviv sokaklarından merkeze varmaktaydı. Sonradan öğrendiğim kadarıyla demir perde ülkelerinde de dolmuş sıklıkla kullanılıyor ve burada marshrutka diyorlarmış. Bizdeki Magirus markalı dolmuşlar gibi burada da Etalon markasını her türlü dolmuşta, otobüste ve troleybüslerde görmek mümkün. Merkeze iyice yaklaştığımızı anlayıp elinde karpuzu olan tam bir aile babasına soruyorum Svobody Caddesi’ni. Bir güler yüzle anlatmaya çalışıp sadece “wait” demekle yetiniyor. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından bir durakta millet bir bir iniyor aşağı. Bu sırada eli karpuzlu aile babamız “follow me” diyor. “Roger that” deyip takılıyoruz peşine. Birkaç gün sonra müdavimi olacağımız dar sokaklardan geçtikten sonra meydanı bulduk. “Spasiba” deyip meydanın hemen dibindeki Old City Hostel'e vardık. Geceliği yaklaşık olarak 35 lira olan hostelde “dorm” diye isimlendirdikleri 10 kişilik yurtvari odalarda konaklayacaktık. Valizleri bıraktıktan sonra şöyle bir dışarı, meydana doğru gittik. Saat akşam 19.00 olmuştu.

Lviv, Ukrayna’nın en turistik tarihi ve kültürel şehirlerinden birisi. Ülkenin Kırım’ı kaybetmesinden ötürü, başkent Kiev ile birlikte önemli bir hale gelmiştir sanıyorum. Polonya sınırına 70 km olan kentte gezimiz boyunca da pek çok Polonya plakalı araç gözümden kaçmadı. Dönemlik turistlerle birlikte 1 milyonu geçkin nüfusuyla Lviv’de kaybolmak pek güç. İngilizce yazılmış tabelalar çok sık karşınıza çıkabiliyor ama Kiril alfabesini öğrenmekte fayda var tabii ki. Kente yerel halk Lvov derken Almanlar Lemberg demeyi seçmişler. Latince ismi ise Leopolis imiş, yani “aslanlar şehri”.

Kentin simgesinin de aslan olması bunu haklı çıkarıyor olsa gerek. Şehrin % 85’inin kadınlardan oluştuğu haberleriyse tam bir şehir efsanesi. Azımsanmayacak bir kadın nüfusunun baskınlığı ilk bakışta görünüyor ancak demografik, ekolojik ve biyolojik olarak bu oranın % 85 olması ne yazık ki imkânsız. Ukrayna kardeşleri diğer demir perde ülkeleri gibi kadın nüfusunun çoğunlukta olduğu bir ülke tabii ki. Fakat bu oran UNDP projeksiyonları gözüktüğü üzere 0,85. Yani bir kadına 0,85 erkek düşüyor. Ülkemizde bu oran 1,02 seviyesinde. Katar’da yaşamıyorsanız şanslısınız çünkü işçi göçleri sebebiyle bir kadına düşen erkek oranı 3,29 ki World Bank verileri de bunu destekler nitelikte. Siz de eğer bu haberi duyup Lviv bileti aldıysanız Allah ıslah etsin efendim. Bilimsel olarak da bu yanlışı düzelttiğimize göre kaldığımız yerden devam edelim.

Akşam saatlerinde meydana varmadan Latin kilisesinde ayin yapıyorlardı. Şöyle bir uğradım. Vatikan’da gördüklerimin yanında pek tatmin etmedi.

Kiliseden ayrılıp meydana vardığımızda ise hani nerede yahu savaş dercesine bakınıyordum etrafa. Her şey gayet sakin, insanlar işinde gücünde, sokak sanatçıları ise ekmeğindeydi. UNESCO listesindeki bu kent, tam yaşanılası çok ucuz bir yer. Ne kadar turistik bir yer de olsa meydanda yediğiniz bir yemekte bile tıka basa doyacak ve 20 liradan fazla ödemeyeceksiniz. 20 lira deyip geçmeyin 100 Grivna yapıyor. Şöyle bir meydanı turladıktan sonra bir de opera binasını ziyarete gittik. Hemen önündeki parkta saatler geçirebilirsiniz ancak akşam soğuğuna dikkat ediniz efendim. Yazın ortasında bile olsak Karadeniz’in kuzeyi hep bir serin oluveriyor akşamları… Günün batması ve biraz da yol yorgunluğundan ötürü hostele geri döndük. Ertesi sabah hava biraz kapalı ve 16-17 derece civarındaydı. Sabah 9.30 gibi hostelden ayrıldık ve meydandan birkaç “bublik” aldıktan sonra meydana yakın bir parkta yiyoruz güvercinlerle birlikte. Bublik ise buraların simidi oluyor. Ardından 7 numaralı tramvaya atlayıp Lychakiv Mezarlığı’na gittik. Tam 2 Grivna, öğrenci 1 Grivna. Biletinizi aldıktan sonra camların kenarlarında bulunan delgeçlerden deliyorsunuz. Kimi zaman sivil sandığınız bir görevli gelip kontrol ediyor bazen de halk otokontrol mekanizmasıyla devreye giriyor.

300 binden fazla insanın yattığı tarihi mezarlığa giriş öğrencilere 8 Grivna, yetişkinlere ise sanırım 15-20 Grivna arası. Her mezar özene bezene hazırlanmış, her biri sanat eseri haline getirilmiş. Yalnız ölüm sessizliği sıradan bir köy kabristanlığıyla aynı… Yazarlar, bilim adamları, şairler, filozoflar... Kısacası yörenin okumuş, mevkii sahibi önemli insanları burada yatmaktaymış.

20 dakikalık bir yürüyüşün ardından ülkesi için can verenlerin gayet nizami olarak gömüldüğü anıtlarla bezeli bir yere vardık. Ortalarında da Yevhen Petrusevich beyefendinin mezarı bulunuyor. Kendileri 1918-1919 yılları arasında Rusya’daki ihtilal sonrası siyasi boşlukta kurulan Batı Ukrayna Halk Devleti’nin başkanı oluyormuş. Bu kısa ömürlü ülkesi 2. senesini dolduramadan Polonyalılar tarafından işgal edilmiş. Bir başka alanda da Lehlere ait mezarlar ve anıtlar bulunuyor.

Hava ha yağdı ha yağacak derken hızlı adımlarla merkeze doğru yola çıktık. Yağmur yavaştan kendini hissettirmeye başlamıştı ki bir Rynok tabelası dikkatimi çekti. Market, pazar anlamına gelen Rynok, kentin en önemli meydanı aynı zamanda. Arasta gibi her türlü ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz ve yöre insanıyla kaynaşmak için mükemmel bir yer. Labirentvari aralarda dolaşırken kapalı bir pazarda buluyoruz kendimizi. İçeride meyve, sebze ve bol miktarda et satıyorlar. Hayvanın ayaklarını gördükten sonra etin, domuz eti olduğunu anladım.

Yağmur iyice hızlandığında dışarı çıkmışız. Çok ıslanmayalım diye St. Andrew Kilisesine sığındık. Hem dinlenmek hem de durum değerlendirmesi yapmak adına çok makbul geçti. Yağmurun da biraz dinmesinden faydalanarak hemen yakınlardaki Karpaty Lviv taraftar mağazasını bulduk. Svobody Caddesi’nin bitiminde Voronogo Sokağı 3 numarada bulunuyor ki cadde tarafından geldiğinizde kaçırmanız pek zor. İçeride kayda değer pek bir şey bulamadım lakin bir bölmeyi ufak bir müze haline getirmişler. Ufak bir magnet alıp tarihi resimlere bakabilirsiniz.

Saat öğleyi yeni vurmasına rağmen erkenden bitkin düşmüş ve bir şeyler atıştırmak adına McDonalds’a gitmiştik. Bedava interneti ve ucuz menüleri sayesinde her gün istisnanız uğradığımız bu mekân yeniden şiddetlenen yağmurun dinmesini beklemek için güzel bir seçim olmuştu. Ancak zaman aleyhimize işliyordu zira daha tren bileti alacaktık ve gezecek pek çok destinasyonumuz bulunmaktaydı. Ancak bunu pek umursamamış ve saatlerimizi huzur-yağmur-soğuk triosunda dinlenerek geçirmiştik. 

Birkaç şey atıştırınca dünyam yeniden canlanmıştı. Yağmur da iyice kaybolunca bizim için gitme vakti gelmiş demekti. McDonalds'tan çıkınca -ki kendisi Svobody Caddesi’nin merkezinde bulunuyor- opera binasının arkasından 6 numaralı tramvaya binip tren garına gittik. Kime “vokzal” diye sorsanız gösterecektir. Ertesi günü check-out yapacağımızdan başkent Kiev’e bilet bakmaya geldik. Information bölümü bile İngilizce bilmezken işimiz biraz zor. Civardan öğrendiğimiz kadarıyla Kiev’e giden trenler için bilet 2 numaralı gişeden alınıyormuş. Vardık gittik gişeye… “Zavtra” ve “veçer” imdadıma yetişen iki kelime oldu. Buralara gelmeden öğrendiğim bir avuç Rusça kelime yol boyu çok işime yaradı. Tavsiye ederim. Özellikle de seyahat ile ilgili olanları…

Hanım teyzemiz anlamış olacak ki ertesi günün akşamına trenin kalkış saatini, peronunu ve fiyatını yazdı. Yanılmıyorsam 240 Grivna idi. Biletin sol tarafında üstte kalkış ve varış istasyonlarının ismi, altında ise tarihi yazmakta. Sağ tarafta ise 092 trenin numarası, 05 vagonumuz, 024 ise kompartımandaki yatak numaramız vardı. Yaklaşık 15 €’nun yataklı tren için gayet makul olduğunu düşünüp iki bilet aldık. Gara varıp biletimizi aldığımızda saat öğlen 14.30 civarıydı ve bu soğuk günün bitmesine daha 6-7 saat vardı. Biz de biraz vakit geçirebilmek adına opera evinin önüne döndük. 

Gardan tekrar tramvaya atlayıp meydana geldik. Rynok Square’in bir köşesinde Centaur Restoran bulunuyor. İtalyan lezzetlerini, bilhassa pizzayı tadabileceğiniz bu güzel mekânda garsonlar İngilizce bilmiyor ve menü de Kiril alfabesiyle hazırlanmış. Ama fotoğraflardan bakarak derdinizi kolayca anlatabilirsiniz. 50 cm’lik bir pizza ve yarım litre içeceğe 12 lira civarı ödemiştik kişi başı. Mekân güzel, yemekler güzel, hayat ucuz. Lviv’i daha çok sevmeye başlıyorum. Yemekten sonra enerjimizi toplayıp sabah resepsiyondan aldığım informasyonla birlikte kentin 10 km dışındaki King Cross AVM’nin yolunu tutuyoruz. Svobody Caddesi’nden 3A numaralı otobüslere binip 2 Grivna karşılığında gidebilirsiniz. Aynı 3A’ya binerek Karpaty Lviv’in stadına ve otobüs terminaline de kolayca ulaşabilirsiniz. Biz bindiğimizde sanırım iş çıkışıydı ve halkla iç içe yaklaşık yarım saat boyunca seyahat ettik. Bindiğimiz bu hat Lviv’in “500T”si idi şüphesiz ki…

Avm’de dikkatimi çeken ilk husus tekstil ürünlerinin istisnasız pek pahalı olmasıydı. Bu kadar ucuz bir ülkeden hiç beklenmedik bir hareketti bu. Aradığınız kente özel, hediyelik tişörtlerse Lviv Ulusal Müzesi’nin yanında bir açıklıkta bulunan antika pazarında bulunuyor. Hem benim gibi tanesi 5 liradan Sovyet madalyaları alabilir hem de 15-20 liraya güzel tişörtler bulabilirsiniz. Bu ipucunu da verdikten sonra yarınki yolculuğumuz için marketten birkaç nevale aldık. En çok dikkatimi çeken ise yengeç aromalı Lays oldu. Tadına pek anlama veremesem de kokusu bir daha yememem için güzel bir işaret oldu.

Alışverişimizi yapıp meydana döndükten sonra ve poşetleri hostele bırakıp biraz da dinlendikten sonra akşam seansı için Opera Evi'ni gören güzel bir mekâna oturup, kahvelerimizi yudumladık. Kafamda klasik müzik çalarken güneş batmış ve hava soğumuştu. Hostele dönüp bir Alman dostumuzun referansıyla Mini Hostel Kiev’den rezervasyonumuzu yapıp Lviv’deki son gecemizi de geçirmiştik.

Son sabah 11.00 gibi hostelden ayrılıp evsiz, yurtsuz kalmıştık gene. Direkt tren garına gidip valizlerimizi bıraktık. Tren garındaki İngilizce tabelalar sayesinde kolayca yolunuzu bulabilirsiniz. 15 Grivna yani 3 lira karşılığında çantalarımızı bıraktık ve doğruca kaleye çıkmak için 6 numaralı tramvaya bir kez daha binip kalenin eteklerinde indik. Biraz karmaşık yollardan, dar patikalardan geçmeniz gerekiyor bazen. Kale dediğim de yani bir zamanlar kaleymiş. Ancak bugün bir Ukrayna bayrağıyla bir gözlem terası bulunuyor. Rotanızı kalenin hemen dibindeki TV vericisini takip ederek koruyabilirsiniz.

Kaleden inince bir yemek molası verdik. Ardından da başka bir kafeye çay içmeye geçtik. Burada çaya, çay demeleri ve siyah çay tüketmeleri bir hayli mutlu etti beni. Bir demlik çaya 7 lira verip tatlı tatlı içerken daha trenin kalkmasına 7 saat olduğunu fark edip işleri ağırdan alıyorum. Çayımızı içip keyif çattıktan sonra bu sefer de Rynok Meydanı’ndaki belediye binasının kulesine çıkalım diyoruz. Binaya girdiğimizde ise görüyoruz ki çaycısından memuruna tam bir belediye binasına varmışız. 60 metre yüksekliğindeki kuleye, 411 basamak çıkıp 10 Grivna vererek ulaşıyorsunuz. Ben baştan söyleyeyim de sonra yolu uzun görüp vazgeçmeyin.

Bir kez daha kente yukarıdan baktıktan sonra biraz daha pineklemek için Svobody’e geri döndük. Dolaşırken satranç oynayan emekli amcalar dikkatimi çekiyor. Birçoğunun etrafı kalabalık… Birini izlemeye başlamışken arkadan bir el dokunuyor. 50’li yaşlarının ortasında bir bey amca davet ediyor, meydan okuyor. Başlamadan da belirtiyor ki kaybeden marojna alacakmış. Ne ola ki bu morojna derken oynamaya başladık. Şah-mat-morojna triyosunda geçen kısa dakikalardan sonra yılların tecrübesi bir çırpıda kazanıverdi tabii. Anın büyüsüne kapılmış olan ben ne yazık ki fotoğraf çekmeyi akıl edemiyorum. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla morojna, dondurma demekmiş. Diyorum bey amca morojna köpeğin olsun. Bey amcayla oynarken nereli olduğumu sordu. Türk’üz deyince de yanımda bir Fransız bitiverdi. Yine orta yaşlarındaki bey abimiz 3 haftalığına Türkiye’ye gideceğini söyleyip bizden tavsiye istedi. Ülkemi yurtdışında tanıtarak ekonomiye olan katkım azımsanmayacak derecedeydi.

Onun da bize verdiği tavsiyeler sonucunda silah müzesini gezmeye karar veriyoruz. Pidvalna Caddesi’ndeki müze maalesef gittiğimizde kapalıydı fakat çanları duyup yakınlardaki St. Michael Kilisesi’ne ayini izlemeye gittik. Farkına vardım ki Ortodoks ayinleri, Katoliklerden epey farklı oluyormuş. Yarım saat kadar eşlik ettikten sonra meydana bir şeyler yemek adına geri döndük. Latin kilisesinin karşısında bir camda lahmacun gördüğüm yere oturduk. Lahmadzo dediklerinden iki tane sipariş ettim. Pizza tahtasında, üçgen dilimler halinde gelen lahmacun gülümsetti beni.

Yemek işini hallettikten sonra gara geçtik. Trenin gelmesine 1,5 saat vardı ve bekleme salonuna geçtik. Arzu ederseniz 5 Grivna karşılığında klimalı, internetli, güzel ışıklandırılmış ve rahat koltukların bulunduğu bekleme salonuna geçebilirsiniz. Ama o an 1 lira gözümde o kadar çok büyüdü ki son saatlerimizi halkla yine iç içe geçirme kararı aldık. Gitme vaktimiz geldiğinde çantalarımız toparladık ve kompartımanımıza yerleştik.

Bu kadar dar kompartımanlara laf ederken daha da darıyla Belarus'ta karşılaşacağımdan habersiz, Kiev’e 550 kilometrelik bir yolculuğa çıkmıştık ve bize eşlik eden bir tek rayların tıngırtısıyla gecenin sessizliği vardı.

Siz siz olun; Rynok Meydanı’ndan birkaç hediyelik almadan, Svobody Caddesi'nde bir dondurma yemeden, Lychakiv Mezarlığı’nda Fatiha okumadan, belediye binasının kulesine çıkmadan, Ukrayna mantısıvarenyky yiyip, yöresel Lvivske biralarından tatmadan yahut acı bir Horilka içmeden dönmeyin derim... 

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
Emre Doğandor

Yazar Hakkında

Emre Doğandor

[1994-Bolu] Bir gezgin olarak doğmadım belki ama bir gezgin olarak ölmek, torunlarıma anılarımı anlatmak için yaşıyor ve geziyorum.