Tatil denilen şey benim için, kendimi dinlemek ve İstanbul’un kaosu içinde kaybolmuş benliğime nefes aldırmak demek. Gezi ise çeşit çeşit kültürleri tanıyıp, farklı farklı şehirleri gezip yeni yerler keşfetmektir. Bu sene çok gezip, az tatil yaptığım bir dönem oldu benim için. Belki de fırtınalı ruhumu gezerek dindirebilirim sandım. Bu yüzden çok gezdim, az dinlendim.
Enerjim hala yerindeyken gezmeye devam ediyoruz. Bugün de İstanbul Ayvalık üzerinden Cunda’ya varıyoruz. Kaldırım taşlı, dar sokaklı, mavi saksılı, begonvil bezeli sokakları ve cumbalı evleriyleCunda tipik bir Rum kasabası…
Cunda’ya vardığımızda ilk olarak Mustafa & Saki'nin Yeri'nde dibek kahvesini içerek soluk aldık. Ardından dar sokakları gezmeye başladık. Gezi sonrası yorulduğumuzda bu sefer Taş Kahve’de kahve molasını vermiştik.
Dinlendikten sonra tarih yüklü adanın tepesine doğru tırmanmak için tekrar yola koyulduk.
Eski Cunda evleri, sahil boyu, incik boncuk satıcıları, balık restoranları hepsi öyle güzel bir araya gelmiş ki yol hiç bitmesin istedim.
Tepeye tırmandığımızda harika bir manzara karşıladı bizi, bu manzaraya Koç ailesinin desteği ile yel değirmenleri de eklenmiş.
Adanın tepesinden manzaraya bakan şirin bir kafe ve değerli bir kütüphane bulunuyor. Selim ve Necdet Kent Kitaplığı olarak geçen bu kütüphane mutlaka görülmeli. Tepeye çıktığınızda soluklanmak için taze nane yapraklarının sarıp sarmaladığı buz gibi bir limonata çok iyi gelecektir.
Cunda’da yapılacaklar bunlarla sınırlı değil, bu adaya geldiğinizde mutlaka güzel bir balık keyfi yapın!
Ertesi günü, gündüz Ege’nin buz gibi sularında serinledikten sonra akşam rotamızı Şeytan Sofrası’na çevirdik. Şeytan Sofrası; üzerinde şeytanın ayak izi bulunduğuna inanılan, insanların madeni para atarak dilek dilediği eski bir lav birikintisi.
Şeytandan dilek dilemek bana göre bir şey olmadığı için tüm dileklerimi güneşin batma anına sakladım. Alkışlar içinde güneşi uğurladıktan sonra Şeytan Sofrası’ndan ayrıldık.
Bir sonraki gün dönüş yolculuğuna geçtiğimiz gündü. Ayvalık, Assos ve Tekirdağ üzerinden İstanbul’un yolunu tuttuk. Assos’a gitmeden mutlaka uğramanız gereken köylerden biri Adatepe Köyü…
Kazdağları’nın eteklerinde bulunan bu köy yemyeşil doğası ve oksijen dolu havasıyla sizi de sarhoş edecektir. Köyün denize kapan kısmında Zeus Altarı bulunmaktadır. Köye varmadan denize bakan yamaca doğru giden ormanın içindeki patika ile ulaşılır Zeus Altarı’na. Bu yol da oldukça keyifli. Devasa çam ağaçlarının altından, Adatepe Köyü’nün uzaktan yan yana üst üste konmuş kibrit kutusu gibi görünen taş evlerinin eşliğinde uzun bir yürüyüş yolunun sonunda Tanrıların Tanrısı Zeus’un karısı Hera’ya aşık olduğu ve tüm körfezi kanatlarının altında aldığı bu manzaraya ulaşıyorsunuz.
Eski çağlarda Zeus’a kurbanlar ve adaklar sunuyorlarmış. Köyün bulunduğu bu bölgede Troia, Midilli, Pers, Atina, Roma, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri izlerini bırakmış. Adatepe Köyü’nde Cumhuriyet öncesinde Rumlar ve Türkler bir arada yaşıyorlarmış.
Mübadele sonrasında ise Rumlar köyden ayrılmışlar. Adatepe Köyü’nün otlu gözlemesini ve tavşankanı çayını içerek köyden ayrılıyoruz. Dönüş yolculuğumuzu Tekirdağ Özcanlar Köfte’de akşam yemeğimizi yiyerek bitiriyoruz. Yolculuğumuzun sonuna geldik, bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle sevgiler…