Bangkok ve Ayutthaya Tapınakları

Hani derler ya hayat siz başka planlar yaparken başınıza gelenlerdir. Benimki de işte hep öyle bir hayat oldu. San Diego’ya gitme planları yaparken bir anda kendimi Tayland uçağında buldum. Rotamız; Bangkok, Krabi ve Phuket ayağından oluşuyordu.

Tayland çok yazıldı çizildi bugüne kadar… Yüzen pazarlarından tapınaklarına; yatanı, ayakta dikileni, uyuyanı ölüsü, bin bir çeşit Buddha heykeline; sokaktaki böcekli möcekli abidik gubidik yiyecek tezgâhlarına artık hepimiz aşinayız. Ama herkesin hikâyesi başkadır ve her yolculuk ayrı bir maceradır. Buyurun benim macerama…

Uçağa bindiğiniz anda ilk dikkatinizi çeken birbirinden hoş Avrupalının yanındaki Taylandlı eşleri ve dünya tatlısı birbirinden güzel melez çocuklar oluyor. Allah insana Taylandlı kız şansı versin diyerek Bangkok’ta buluyoruz kendimizi. İki kokoş Türk kızı olarak çıktığımız için yola, ikimizin de valizi boyumuzdan büyük. Tayland çok ucuz olmasına rağmen skytrain adı verilen hızlı tren ile otelimize gitmeye karar vererek ilk cimri turist hatamızı yapıyoruz. Çünkü taksilerle pazarlık yapma şansınız var ve İstanbul taksilerine kıyasla sudan ucuz diyebilirim. Yani ya valizi küçük tutun ya da taksi tutun.

Trende gözlerimi Bangkok’tan alabildiğim sıralarda, içerideki kızların anime filmlerinden çıkmış gibi güzel gözleri ve birbirinden tarz kıyafetleri dikkatimi çekiyor. Taylandlıların kendine has bir stili var ve ben metroda birbirinden güzel ve alımlı bu kızları izlemeye doyamıyorum.

Otelimizin olduğu durakta indiğimizde bizi feci bir sürpriz bekliyor. Asansör yok ya da biz bulamıyoruz. İş başa düşüyor ve 30 küsur kiloluk valizi (insan Tayland’a niye 30 küsur kilo valiz ile gelir?) tak tak indirmeye çalışıyorum. Neyse ki imdadımıza hemen yetişiyorlar. Herkes yardımsever ve güler yüzlü. Bangkok bizi güzel karşılıyor.

Henüz öğlen saatleri… Otele vardığımızda da bizi ufak bir sürpriz bekliyor. İki single yatak istediğimiz halde bizi birleşik bir çift kişilik yatakta yatırmaya çalışıyorlar. Bu daha sonra da sıkça karşılaştığımız bir durum olduğundan, size tavsiyem Tayland’daki otelinizle önceden netleşin. Ufak bir fiyat farkı ödeyerek başka bir odaya geçiyoruz. Ama bu kararımızdan memnunuz çünkü oda gerçekten muazzam. Tayland’da geçirdiğimiz 9 günde, kaldığımız en güzel otel olduğunu söyleyebilirim.

Tayland’a direkt uçmak da mümkün, ama biz Dubai aktarmalı bir uçakla geldik. Üstüne üstlük ağır bir grip geçiriyorum. Meali, hem yorgunluktan hem de hastalıktan geberiyorum : ) O yüzden ilk günü önce yakınlardaki bir alışveriş merkezinde yemek yiyip gezinerek geçiriyoruz. Akşamında ise Taylandlı birkaç arkadaşla buluşuyoruz. Taylandlı arkadaşlar bizi Surface adlı bir Fransız restoranına götürüyor. Tayland’daki ilk günümüzde Fransız yemeği yiyeceğimizi hiç düşünmemiştim. İki Türk kızı, Tayland’da Fransız yemeği yerken diye başlayan bir fıkranın kahramanları gibi hissediyorum kendimi. Ama restoran son derece şık, yemekler ise dört dörtlüktü.


İlk akşam gittiğimiz Fransız restoranı; "Surface"


Restorana giderken bulduğum minik bir butik... Sanırım Taylandlı kızların stilinden neyi kastettiğim bu butikten anlaşılıyordur : )

Koyu bir sohbetin ardından otelimize dönüyoruz. İkinci gün için planım hazır. Kendimi Ayutthaya’ya atacağım. Ayutthaya, Bangkok’ta en çok görmek istediğim yerlerden biri. Ayutthaya’ya ise gitmek istememin tek bir nedeni var. Medusa’nın saçları arasında kısılmış kalmış gibi duran o Buddha kafasını görebilmek… Bir ağacın kökleri tarafından sarıp sarmalanmış bu kelleyi görmenin benim için neden önemli olduğunun bir açıklaması yok aslında… Niye bilmiyorum, dallar arasında sıkışmış kalmış, ne zaman görsem bana Susam Sokağı’nın “Arada kaldımmm, tam arada” şarkısındaki canavarı hatırlatan o kafada beni çeken bir şey var.

Velhasıl Bangkok’taki otelimize yerleşince, evrenin bana çağrısına yanıt verip, ilk iş otel görevlilerinden günü birlik bir tur ayarlıyorum. Tayland aslında çok ucuz bir ülke olarak bilinir ve gerçekten de öyledir, ama benim 9 günlük tatilimin en pahalı harcaması bu turdu diyebilirim. Hafif bir kazık yemiş de olabilirim. Yine de 4 günlüğüne geldiğim Bangkok’ta yapacak çok işim var ve fiyat karşılaştırması yapacak, pazarlık edecek vaktim yok. Yaklaşık 1000 Baht gibi bir ücrete turumu alıp sabah 6.00’da yollara düşüyorum bir minibüsle… Turda iki grup var. Biri kısa tur alıp yalnızca Ayutthaya’yı görmek isteyenler; diğeri uzun tur alıp, kralın yazlık sarayını da görmek isteyenler. Ben ikinci gruptayım.

Ayutthaya, Bangkok’tan yaklaşık 1-1,5 saatlik uzaklıkta yer alıyor. Niyeyse ben Efes gibi bir antik şehir bulacağımı ve 1-2 saatte hemen her şeyi görüp bitireceğimizi sanmışım. Oysa burası devasa bir tapınaklar şehri ve bu devasa şehrin kolları bir ahtapot gibi alabildiğine uzanıyor. Her durakta ise sizi heybetiyle un ufak eden haşmetli tapınaklar bekliyor.

İlk durak Wat Phu Khao Thong Tapınağı yani Altın Dağ… Bakmayın burada böyle entel entel bunu yazabildiğime. Rehberimiz her bir tapınağın adını, tarihini ve hikâyesini anlatsa da bu tek heceli sözcük labirentlerini akılda tutmanın imkânı yok. Önceden çok iyi araştırıp gitmediyseniz, ancak dönüşte fotoğraflara bakıp, “Ha buraya gitmişim demek” diyebiliyorsunuz. Tarihe meraklı, ama hafızası bir Japon balığından hallice olan bendenizin zihninde bu tapınakların haşmeti, mistikliği, onlar için yapılan savaşlar, dökülen kanlar ve çekilen acılardan başka bir şey kalmıyor.

Yine de Ayutthaya’da hatırımda en çok kalan üç yerinden biri; Altın Dağ. Tabanı Burma stili, üstü Ayutthaya stilinde inşa edildiği için aslında medeniyetlerin gövde gösterisi gibi geliyor bana Altın Dağ. Çünkü Burma-Siyam savaşı sonrasında, Ayutthaya’yı ele geçiren Burma kralının kazandığı büyük zaferi kutlamak için inşa ettirmeye başladığı bu sarayı tamamlamak, Ayutthaya’yı Burma’dan kurtaran bir krala nasip olur. Yani 1569’da bir halkın yenilgisini yüzlerine vurmak için inşa ettirilen tapınak, 1587’de aynı halkın egemenliğini yeniden ele geçirmesiyle tamamlanıyor.  Bu nedenle alt tarafı Burma, üst tarafı ise Thai stilinde. Altı, bir halkın yenilgisinin; üstü, bir halkın egemenliğini yeniden ele alışını simgeliyor.

Belki de o yüzden diğer gördüğüm tapınaklardan daha haşmetli, daha fütursuz, daha nev-i şahsına münhasır bir tapınak burası…  Bir nevi medeniyet füzyonu… Gökyüzüne alabildiğine uzanan merdivenlerinden çıkıp manzaranın tadını çıkarıyorum. Köşede bir Budist amca bana aldırmadan oturuyor. Huzuru burada bulmuş, Nirvana’ya burada ulaşmış kadar kayıtsız varlığıma.   

Tapınağın hemen karşında yer alan tapınağı gezdikten sonra, tapınağın önünde yer alan Buddha heykellerinin oturuşunu taklit edip bir sürü fotoğraf çektirmeye başlıyorum. Sonradan bir başka tapınakta öğreniyorum ki aslında Thai'ler buna çok kızıyorlar ve yapanları ağır bir dille uyarıyorlar. Siz siz olun Tayland’da Buddha’yı taklit etmeyin ya da ederken yakalanmamaya bakın…

Altın Dağ'ın tepesinden manzaranın görüntüsü ve karşısındaki tapınakta yer alan Buddhalar

Sırada Wat Phra Mahathat, Wat Chai Wattanaram ve Wat Lokaya Sutha tapınakları var. Tabii ki başka bir sürü tapınak gezdik ve muhtemelen de bu sırada gezmedik, ama çaktırmayın. “Ha buralara gitmişiz” diye bulabildiklerim ve size en anlatmaya değer olanlar bunlar : )

Wat Phra Mahathat, şu dallar arasına sıkışmış kelleyi göreceğim tapınak. Minibüsten iner inmez biraz ileride talihsiz kelle karşıma çıkıyor. Önü onunla fotoğraf çektirmek için sıra bekleyen bin bir çeşit turist ile dolu.

Ben bu kelleyi, hep mutsuz bir kelle olarak hayal etmiştim o ana kadar. Orada sıkışmış kalmış, yalnız ve hüzünlü gibi gelmişti bana hep. Ama şimdi canlı kanlı onu karşımda bulduğumda bana verdiği tek his mutluluk oluyor. Çünkü kim bilir kaç zaman önce bir savaş sırasında uçan bir Buddha kellesini korumasına almış, onu sarıp sarmalayıp bağrına basmış bu ağaca insan hayranlık duymadan edemiyor. Bu ağaç ve bu kelle artık tek vücut olmuşlar… Etle tırnak olmuşlar… Kaç nesli geride bırakıp, kaç nesle ve kaç savaşa rağmen hâlâ dimdik karşımızdalar… Buddha kafası bana güç veriyor. Hayatta daha güçlü, daha sağlam, daha dik olmayı, kafan da kopsa, vazgeçmemeyi öğretiyor sanki…

Wat Phra Mahathat yalnızca Buddha heykelinden ibaret değil. Hatta bu kelle, okyanusta bir damla gibi kalıyor denilebilir. Kellenin yanından ayrılıp şehri görmeye devam ediyorum. Çepeçevre tapınaklarla örülüyüm. Kukuletalı-kukuletasız bir sürü tapınak uzanıyor önümde boylu boyunca… Benim kukuletalı dediğim tapınaklara, Thai’ler “chedi” diyor, kukuletasız dediklerime ise “prang” diyorlar. Bu tapınakları gezerken bu iki sözcüğü çok duyacaksınız.

Ayutthaya’da gördüğüm tapınaklar arasında bugüne dek en sağlam gelebileni ve en geniş olanı bana göre Wat Chai Wattanaram’dı. Wat Chai’yi diğer tapınaklardan ayıran yanı, etrafını yılanvari bir şekilde saran Chao Phraya Nehri’nin hemen batı yakasında kurulmuş olması. Nehir ya da deniz kenarında kurulan bütün şehirler, bana hep romantik ve huzur verici gelmiştir. Bu tapınak da bana diğerlerinden daha huzurlu ve estetik geliyor. Burada haşmetten çok insana dinginlik, sükûnet veren bir atmosfer var. Zaten Ayutthaya kralları da benimle aynı fikirde olacak ki kraliyet törenlerini bu tapınakta düzenlemiş. Hatta bazı kraliyet mensuplarının ölüleri bu tapınakta yakılmış.  

Sizi tapınaklara boğmak istemiyorum ama. Aklımda son kalan tapınak ise Wat Lokaya Sutha. Bu tapınak, Tayland’ın en büyük Buddha heykellerinden birine sahip olduğu için aklıma kalıyor. Aslında burada görüp görebileceğiniz tek şey de 42 metre uzunluğundaki bu yatan Buddha heykeli olacak. Bu Buddha’nın bir özelliği daha var. Ölmüş olması. Evet, tur rehberimiz Bangkok’taki Yatan Budan Heykeli’nin uyuduğunu ama buradaki tapınaktaki Yatan Buddha Heykeli’nin ölü olduğunu, o yüzden ayrı bir öneme sahip olduğunu anlatıyor.

İçimiz dışımız tapınak ve Buddha heykeli olmuş halde turumuzun ikinci kısmına başlıyoruz. Sırada kralın yazlık sarayına yapılacak yolculuk var. Ama burayı gezecek takatim kalmadığından, golf arabasına benzer bir araba kiralıyoruz orada tanıştığım iki Alman kızla ve başlıyoruz sarayı kolaçan etmeye… Burası güzel bakımlı bir botanik bahçesini andırıyor. İçeride de birbirinden farklı ve estetik evler ve yapılar var. Yine de yaklaşık 7-8 ayrı tapınak gezmiş bu gezginin o evlerin içlerini görmeye bile mecali yok. Buraya kadar gelmişken görmemek olmaz kabilinden, 1-2 eve güç bela girip, turu tamamlıyorum.

Otele dönerken mutluyum çünkü hayatta belki de en çok görmek istediğim yerlerden birini gittim gördüm. Buraya beni bir rüya getirdi ve ben hâlâ geceleri kendimi Ayutthaya’daki tapınakların içinde görüyorum. Huzursuz olduğum anlarda, stresli olduğum anlarda, gözlerimi kapatıp Ayutthaya’yı aklıma getiriyorum. Aslında ironik, çünkü Ayutthaya kendi tarihinde hiçbir zaman huzuru yakalayamamış bir yer. Kendisi bu kadar huzursuz bir geçmişe sahip bir yerin bana huzur verebilmesini aslında aklım almıyor. Bende bir tuhaflık var herhalde.

Akşam kendimizi  deniz kenarında restoranları ve turistik dükkânlarıyla dolu Asiatique Riverfront Pier’e atıyoruz. Buraya skytrain ile Saphan Taksin durağına kadar gelip, oradan tekneye binip geçiyoruz. Tekne ücretsiz. İndiğimizde bizi pırıl pırıl, cıvıl cıvıl bir yer bekliyor. Biraz ileride bir dönme dolap ışıkları geceyi aydınlatıyor. Burası turisti kadar yerlisinin de çok rağbet ettiği bir alışveriş ve eğlence merkezi gibi…

Baan Khanitha adlı denize nazır hoş bir restoranda güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Restoran şık, yemekler güzel ve hesap gayet uygun. Bangkok’taki ikinci günümü de halimden gayet memnun tamamlıyorum. Yarın tekne turu alınıp Büyük Saray ve Arun Wat gezilecek. Aslında Ayutthaya’dan sonra daha fazla tapınak görmeye halim kaldı mı bilmiyorum ama buraya kadar gelmişken onları görmeden dönemem. Bekle beni Büyük Saray!