Trende huzur bulurum ben ve sebebini hiç açıklayamam, sadece huzur bulduğum için binerim trene. Yine böyle huzur aradığım bir gün trene atladım ve yola çıktım. Rotamda Bilecik garı var fakat şöyle de bir durum söz konusu; Söğüt'ü ve Bilecik’i gezmek için sadece 4 saatim var. Adana tarafından gelen treni yakalayıp İstanbul’a doğru devam edeceğim.
Gün ortasında tren Bilecik garına ulaşıyor. Hemen sırt çantamı koyacak bir yer arıyorum. Emanetçi bulmam lazım çünkü 35 litrelik çantamı sırtımda taşıyamam. Sonuçta 4 saat sonra yeniden gara geleceğim. Gar müdürüne kadar ulaşıyorum fakat kimse yardımcı olmaya niyetli değil. Emanetçi diye bir şey zaten söz konusu bile değil.
En sonunda biraz sinirlenip garın bir köşesine çantamı koydum ve bağırarak “Ben tüm Türkiye’yi gezdim sırt çantamla böyle bir davranış görmedim. Çantamı buraya bırakıyorum, içinde şüpheli bir şey olduğunu düşünüyorsanız polisi çağırın yoksa hiç dokunmayın. Kimse buradan bu çantayı alıp götürmez. Sorumluluk bana ait” deyip, ufak çantamı alıp gardan dışarı çıktım. Çantama ne olduğunu merak ediyorsanız yazının sonunu beklemeniz gerekecek.
Bilecik’e daha önce hiç gelmemiştim, gördüğüm ilk kahveye girip “Söğüt’e nasıl gidilir” diye sordum. Hemen bir amca çıkıp “100 metre ilerde sapak var oradan Söğüt minibüsleri geçer” dedi. Ben de marketten suyumu alıp başladım yürümeye. Bilecik sapaktan biraz daha yukarda kalıyor, gar şehrin biraz dışına yapılmış ya da şehri garın dışına kurmuşlar yüksekte olsun diye buna tam olarak karar veremedim. Söğüt’ten sonra zaman kalırsa Bilecik’te Şeyh Edebali’nin Türbesi’ne uğramayı düşünüyorum. Ama öncelik Kayı Boyu’nun Orta Asya’dan göç edip kurulduğu, ata topraklarına ulaşmakta. Türk halkının gözünde Anıtkabir’in nasıl bir yeri varsa, Söğüt’ün de aynı değere sahip olması gerektiğini düşünüyorum.
Ertuğrul Gazi Türbesi ilçenin biraz dışında kalıyor. Bilecik’ten gelen minibüsleri bekleyebilirim ya da yürüyebilirim. Yürüyerek 20 dakika falan sürer demişlerdi gözleme yediğim çadırda sorduğum zaman. Tabii ki yürümeyi tercih ediyorum ben de. Sonuçta sac ocakta pişmiş taze gözlememi mideye indirmiştim ve enerjim tavan yapmış durumdaydı. Tek sorun vardı tam gözümün üstüne kocaman bir yağmur damlası düşmüştü, sonra kulağıma ve ardından omzuma. Ama karar verildi bir kere o yol yürünecek… Tek başıma ne zaman bilmediğim bir yerde yürüsem aklıma Nazım Hikmet’in şu şiiri gelir:
“Yürümek; yürümeyenleri arkasında boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
karanlığın gözüne bakarak yürümek..
yürümek;
dost omuzbaşlarını omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek...”
Ve ekliyorum arkasından: "Yağan yağmura inat, kaçışmadan ya da saklanmadan yürümek…"
Yağmur benim bu inatçı tavrımı görünce 10 dakika yağıp duruyor ben de hafif bir ıslaklıkla yürümeye devam ediyorum.
Ertuğrul Gazi Türbesi
Türbenin yemyeşil bir bahçesi var, bahçede yine çok sayıda mezar ve mezar taşı gözümüze çarpıyor. Bunlar Ertuğrul Gazi’nin çocukları ve silah arkadaşları. Türbe ise ilk olarak 13. yüzyılda inşa edilmiştir fakat tam tarihi bilinmemektedir. İlk olarak Osman Gazi tarafından açık mezar olarak yapılmıştır. Daha sonra Çelebi Mehmet tarafından türbe haline getirilmiştir. Sultan III. Mustafa zamanında 1757’de yeniden yapılırcasına onarılmış ve ilk yapılıştaki hali değişmiştir. 1886 yılında ise II. Abdülhamit tarafından türbenin yanına birde çeşme yapılmıştır. Mimarisi klasik Osmanlı düzenindedir.
Türbe altıgen planlı, üzeri kubbe örtülü olup, dikdörtgen bir girişten sonra içeriye ulaşılmaktadır. Bu girişin yanlarında ikişer pencere bulunmaktadır. Türbenin duvarları bir sıra taş ve iki sıra tuğladan örülmüştür. Sandukanın bulunduğu türbenin içindeki batı ve güneydoğu duvarlarına dikdörtgen pencereler açılmıştır.
Türbe ziyaretimizi bitirdikten sonra tam karşımızda Türk Büyükleri tören alanı çıkıyor. Ataların büstlerini yapmışlar ve sıraya dizmişler. Pek beğendiğim söylenemez, daha düzgün ve nezih bir alan yaratılabileceği kanaatindeyim. Sanki sırf yapmak için yapılmış gibi duruyor, bence insan atalarına saygı duyacağı bir alan yaparken biraz daha özen gösterip düşünmeli.
Türbenin yanındaki kurulmuş çadırlardan birine girip gözleme ve çay ikilisini mideme indiriyorum. İşte bu ikiliyi beğendim; çayı taptaze, gözlemesini ben söyleyince yaptılar. Artık karnımda doyduğuna göre Söğüt ilçe merkezine doğru yürüyebilirim…
Söğüt
Söğüt’ün sokakları dar, düzenli ve kaldırım taşı döşenmiş yani klasik küçük ilçe görünümünde. Önüme sırasıyla Osmanlı eserleri çıkmaya başlıyor. Örneğin Söğüt Müzesi’nde Ertuğrul Gazi’ye ait eserler ve çevreden toplanan etnografik eserler sergileniyor.
Söğüt’te ayrıca çelebi Mehmet Camii (1420), Hamidiye Camisi (1915), Kütahya çinileri ile bezeli Kaymakam Çeşmesi (1919) ve kilise görülebilir. İnönü Savaşları Zafer Anıtı ise Söğüt Metristepe’de bulunmaktadır. Söğüt’ün tanıtımı için çok uğraşıldığı her halinden belli oluyor. Girdiğim her binada tanıtım broşürleri ve detaylı anlatımlar mevcut. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim müze ve çevresini 30 dakika boyunca gezdim, bir tek ben vardım.
Ellerinde pazar arabaları ve çantalarıyla yürüyen insanları görünce dedim ki buralarda pazar kurulmuş hemen oraya gitmeliyim. Söğüt’ün düzenli olduğunu söylemiştim biraz önce aynı şekilde pazarı da kurulmuş. Hemen köylülerin sattığı tarafa geçip Bozöyük kirazı alıyorum bir kilo. Napolyon denilen kiraz çeşidi vardır ya bilirsiniz. O zaman bunun adına da bir Osmanlı padişahının adı konmalı bence, Napolyon’dan eksiği yok fazlası var.
Söğüt sokaklarında biraz daha dolaştıktan sonra yine sora sora Bilecik minibüslerinin yerini buluyorum. Zamanım iyice azaldı 1 saat sonra tren gara gelecek. Gerçi şimdiye kadar hiç zamanında gelen tren görmedim onun için rahatım. Rahat olmama rağmen yine kendimi durduramadım ve şoföre “minibüs ne zaman kalkar” diye sordum. Aldığım cevap literatüre müşteri kaçırmadan nasıl zaman söylenir olarak kayıt edilmeli: “yarım saatte bir kalkar ama dolması lazım”.
Minibüs umduğumdan daha erken doldu ve Bilecik’e doğru yola çıktık. Şu yaşantımda sevmediğim bir şey varsa geçtiğim bir yoldan 2. defa geçmektir. Nedense aynı yerden geçmek zaman kaybıymış gibi geliyor. Ama bu yolculuklarım için hiçbir zaman geçerli olmadı bu kuralım. Her defasında farklı bir şey gözüme çarptı, farklı bir düşünce belirdi zihnimde. Sonra anladım ki bu şehir hayatımda sürekli aynı yaşantımdan sıkıldığım için kendimce oluşturduğum bir kural. 30 dakikalık minibüs yolculuğunun nasıl geçtiğini anlamadan Bilecik’e ulaştık. Yol kenarında indim ve yine yürümeye başladım, dolana dolana çukurda kurulmuş olan Orhan Gazi Camii ve Şeyh Edebali’nin türbelerine geldim. Bu yokuş yürüyerek çıkılacak gibi değil dönerken kesinlikle otostop çekeceğim.
Söğüt Müzesi
Orhan Gazi Camii
İşte beklediğim kalabalık buradaydı. Otobüsler dolusu insan akın akın geliyordu ziyarete. Caminin çevresi o kadar düzenli yapılmıştı ki o kadar huzur doluydu ki bahçede ağaç gölgesine oturan insanın kalkmasına imkân yok. İmparatorluğun kurucusu Osman Gazi’nin kayınpederi, Anadolu’daki ilk ahi şeyhlerinden bir din büyüğü olan Şeyh Edebali’nın Türbesi Orhan Gazi Camii’nden 50 metre uzakta, bir kayanın üzerindedir ve Orhan Gazi tarafından yaptırılmıştır.
Bilecik’teki en eski cami, dik bir tepenin yamacındaki Orhan Gazi Camisi’dir. Bu caminin ilginç yanı ise minaresinin ana binadan 30 metre uzaklıkta küçük bir kayanın üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Bu caminin kubbesi kurşunla kaplı olduğu için halk arasında “Kurşunlu Camii” olarak ta anıldığını öğreniyorum yazılı olan tabelada. Camii ve türbe her ne kadar çukurda da kalıyormuş gibi olsa da vadinin içinde eşsiz bir manzarası var. Biraz oturup o manzarayı seyrediyorum, ufak ufak notlar karalıyorum defterime. Aslında şehir merkezindeki saat kulesini de görmek istiyordum.
Saat Kulesi
Tarihi İpek Yolu kenarında II. Abdülhamit tarafından yaptırılan tarihi saat kulesinin uzaktan fotoğrafını çekmek zorunda kalıyorum. Saatime gözüm takılmasa zamanın nasıl geçtiğini fark edemeyeceğim nerdeyse. Trenin gara gelmesine son 15 dakika biraz daha hızlı davranmam lazım. Adımlarımı sıklaştırıp türbenin önünde otostop çekmeye başlıyorum. Daha ilk boş gelen araba duruyor ve yukarıya şehir merkezi yoluna kadar çıkartıyor beni. Buradan da gara giden bir minibüs bulmam kalıyor geriye. Onu da bulduktan sonra trenin geliş saatini 10 dakika geçmiş bir şekilde gara varıyorum.
Her ne kadar zamanında gelmeyeceğini biliyorsam da ya geldiyse diye telaşlanmıyor da değilim. Neyse ki trenin daha gelmediğini söylüyor görevliler. “Ben zaten tahmin etmiştim” diyorum içimden. Ama birde şöyle bir durum var ki çantam koyduğum yerde yok. Yine gidiyorum gişe görevlisinin yanına içeriye odaya koyduklarını söylüyor bana. Bende elimdeki kirazın yarısını onlara verip bir de teşekkür ediyorum. Sonra oturup treni beklemeye başlıyorum, sanki biraz yorulmuşum oturunca anladım. Aynen dediğim gibi oluyor ve tren saatinden tam 30 dakika geç geliyor. Seviyorum seni TCDD, erken gelme de ben beklemeye razıyım. Yolumuz uzun şimdi ki durak İstanbul…
Yazının diğer bölümü
Tolga Candur Nereye Dergisi G. Yayın Yönetmeni