Antakya, Roma İmparatorluğu’nun üç büyük kentinden biri. Kudüs kadar eski, Kudüs kadar paylaşılamaz bir kent Antakya. Kudüs inanç ve dinler açısından ne kadar zengin bir kültüre sahipse, Antakya’da o kadar çeşitli ve zengin bir kültüre sahip. Antakya öyle bir şehir ki Hristiyanlığın Kudüs’den sonra yayıldığı ilk kent. Hristiyanlar için tarihlerinde ilk olarak Kudüs yazıyorsa ondan sonra Antakya yazıyordur. Çünkü Hristiyanlığın bilinen ilk kilisesi bu şehirdedir. İsa’nın dinine inananlara ilk defa burada Hristiyan adı verilmiştir. Antakya sadece Hristiyanlar için önemli bir şehir değil tabii ki. Çok zengin bir tarihi geçmişi var Antakya’nın. Onlarca medeniyet, yüzlerce hükümdar görmüş bu muhteşem kent.
Antakya’yı Büyük İskender doğu seferi sırasında fethediyor. İskenderun ilçesinin adı da buradan geliyor zaten. Sonra burayı en büyük garnizonlarından biri yapıyor ve destek için kullanıyor. Büyük İskender ölünce bir bir dağılmaya başlayan ülke, burayı da kaybediyor ve Suriye kralı M.Ö. 4. yüzyılda burada Antiochos adını verdiği bir şehir kuruyor. Antakya adını ilk defa burada duyuyoruz. M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğu’na bağlanan şehir bu dönemde altın çağını yaşıyor. İmparator amfi tiyatro inşa ettirir, hipodrom yaptırır, saraylar yapılır, su kemerleri, köprüler yapılır. Kent gün geçtikçe zenginleşir. Bu zenginlik nüfusuna da yansır ve insanlar buraya yerleşmeye başlar. Antakya’nın bu yüzyıldaki nüfusun tahmini 300-400 bin arası olduğu bilinmektedir. 7. yüzyılda Hristiyan cemaatinin bağlı olduğu beş patriklik merkezinden biri Antakya idi. Diğerleri Roma, İskenderiye, Kudüs ve İstanbul’daydı.
Antakya’nın bu gelişmişliği, Akdeniz ile Mezopotamya arasında bir köprü oluşturmasından kaynaklanıyor.
Gemiler kıyıdan 30 km uzaklıktaki bu kente Asi Nehri üzerinden rahatça gelebiliyorlardı. Hareketli bir ticari yaşam ve lüks malların üretimi şehre büyük bir zenginlik kazandırmıştı. Bu refah dönemi, şehrin 526 yılındaki depremde yıkılmasına kadar sürmüştür.
Antakya daha sonra 300 yıl Arap-İslam ordularının denetiminde kaldı. Ardından Bizans ve Selçuklu dönemi yaşandı. 1516 yılında bir Osmanlı şehri oldu. 1918’de Fransız işgaline uğradı. 1938’de bağımsız bir devlet statüsü kazandı. 1939’da Hatay Devlet Meclisi’nin verdiği kararla Türkiye’ye bağlandı.
İşte Antakya’nın başından geçenler… Bu kadar farklı kültürü yaşamış paylaşılamayan başka bir şehir daha var mıdır diye düşünmekten kendini alamıyor insan.
Kentin tarihi dokusu genel olarak camiler ve Antakya evleri. Kentin tarihi dokusu büyük ölçüde korunmuş. Çeşitli dinlerden insanların yaşadığı bu şehir dışarıdan fazla göç almadığı için bozulmamış. Fakat şu sıralar hemen güneyinde insanlık en zalim yüzünü gösteriyor ve sığınılacak en yakın kent burası.
Antakya’nın ana meydanında eski meclis binası bulunuyor. Mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerin başında. Kentin tam ortasından yıllardır yemyeşil suyuyla buradaki insanlara yarenlik eden Asi Nehri geçiyor. Buradaki insanlara tarih boyunca hayat vermiş olan nehir şimdilerde biraz durgun akıyor.
Ana meydandan Kurtuluş Caddesi’ne doğru yönelince Habib Neccar Dağı’nın eteklerine doğru bir yol gider. Bu yolu izlediğinizde Hristiyanlığın bilinen ilk kilisesine ulaşırsınız. Dağın eteklerinde kayalar oyularak kuruluşmuş olan bu kilise, İsa’nın havarilerinden Aziz Petrus tarafından yapılmıştır. Aziz Petrus M.S. 29-30 yıllarında Antakya’ya gelmiş ve bu mağarayı Hristiyanlığın yayılması için verdiği vaazlarda toplanma yeri olarak kullanmıştır. İsa’nın dinine inanlara ilk defa burada Hristiyan adı verilmiştir.
Bu nedenle Papa 6. Paul bu kiliseyi Hristiyanlar için hac yeri olarak ilan etmiş. Her yıl 29 Haziran’da kilisede Aziz Petrus anma törenleri düzenlenmektedir.
Kilisenin erken döneminden günümüze sadece taban mozaiğinin parçaları ve sunağın sağında, duvar boyamalarının izleri kalmıştır. Dağa açılan tüneli bir zamanlar burada toplanan Hristiyanların baskınlar sırasında kaçmak için kullandıkları sanılmaktadır. Kayalardan sızarak yalakta toplanan su ise vaftiz için kullanılmıştır. Son yıllara kadar ziyaretçilerin şifalı kabul ederek içtikleri, hastalara götürdükleri bu su sızıntısı depremlerden dolayı azalmıştır. Kilisenin ortasındaki taş sunağın üstünde eskiden 21 Şubat tarihinde Antakya’da kutlanan Saint Pierre Kürsüsü Bayramı için yerleştirilen taştan bir kürsü vardır. Sunağın üzerindeki mermer St. Pierre Heykeli 1932 yılında yerleştirilmiştir. 1098 yılında Antakya’yı ele geçiren Haçlılar kiliseyi birkaç metre daha uzatıp iki kemerle ön cepheye bağlamışlardır. Bu cephe 1863 yılında, Papa 9. Pius’un isteğiyle restore işlerine girişen Kapuçin rahipleri tarafından yeniden yapılmıştır. Restorasyona III. Napolyon da katkıda bulunmuştur. Bahçenin birkaç yüzyıl mezarlık olarak kullanıldığı bilinmektedir. Kilisenin iç kısmında da özellikle sunağın çevresinde de mezarlar bulunmuştur. Günümüzde müze olan kilise, özel izinlerle denetim altında ayin yapılmaya açık durumdadır.
St. Pierre Kilisesi
St. Pierre Kilisesi’nden çıktıktan sonra dağın eteklerinden yukarıya doğru patika bir yol çıkmaktadır. Genelde her ziyaretçinin görebileceği bir yol değildir. Dağın eteklerinden ilerleyen bu yolun sonunda kayalara oyulmuş dev bir büst bulunmaktadır. Gerçekten zor bir yolun sonunda böyle bir şeyle karşılaşmak insanı sevindiriyor. Üstelik muhteşem bir Antakya manzarası da sizi bekliyor orada. Büst, başında örtü bulunan bir insan portresi. HARON (cehennem kayıkçısı) adı verilen bu büst Antiochus döneminde bir veba salgını sırasında yapılmış. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan salgını önlemek için bir kâhine danışılmış ve onun tavsiyesi üzerine dağa şehre yüksekten bir mask oyularak üzerine ölümleri önleyecek sözler yazılmış. Maalesef günümüze bu sözlerin hiç biri ulaşmamış.
Haron Kayıkçısı
St. Pierre Kilisesi’ni gezdikten sonra eski Hatay evlerine doğru geçebilirsiniz. Muhteşem güzellikteki bu evler her dönemin izini taşıyor. Kimisi, Osmanlı dönemi mimarisi, kimisinde ise klasik Hristiyan mimarisi gözüküyor. Giriş kapısından içeri girdikten sonra bir avlu çıkar karşınıza. Evler genelde 2 katlı ve sadedir. Ama içlerindeki süslemeler gerçekten göz alıcıdır. Bu eski Antakya evlerinin bulunduğu sokaklar o kadar dar ki bir araba zor sığar. Ama sanırım güzelliği de burada saklı.
Evlerin arasında dolaşırken karşınıza Ortodoks Kilisesi mutlaka çıkar. Hürriyet Caddesi’nde bulunan kilisenin yapımına 1860’lı yıllarda başlanmış ancak, 1872 depreminde büyük hasar görmüş, tekrar başlayan yapım çalışmaları 1900 yılında tamamlanmış. Ayinlere katılan ve oradaki Ortodoks Hristiyanlarda oluşan bir cemaati bulunmaktadır.
Ortodoks Kilisesi
Kurtuluş Caddesi ile Kemalpaşa Caddesi kavşağında bulunan camii, Hz. İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda canını veren bir Antakyalının adını taşımaktadır. Caminin kuzeydoğu köşesinde 4 metre derinde Habib Neccar Türbesi vardır.
Bugünkü cami Osmanlı dönemi eseridir. Etrafı medrese odaları ile çevrili cami Avlusundaki şadırvan 19. yüzyıl eseridir.
Gezerken yorulursanız çarşıda künefeciler meydanı var. Mutlaka orada bir künefe yiyin derim ben. Eğer yaz aylarında gittiyseniz dondurmalı künefeyi tatmanızı tavsiye ediyorum.