KATAKEKAUMENE…
Amasyalı tarihçi Strabon'un "Alaşehir’den sonra, Mysia ve Maionia denen, 'Katakekaumene' olarak adlandırılan bölgeye gelinir. Burada hiç ağaç yoktur. Toprağın yüzü küllerle kaplıdır, dağlık ve kayalık olan ülke sanki yangından olmuş gibi siyah renktedir. Bazıları, bunun yıldırımlardan ve ateşli yer patlamalarından olduğunu tahmin etmektedir." şeklinde tarif etmiş, tarihi evleri, şifalı kaplıcaları, camileri, türbeleri, volkanik tepeleri, Yunus Emre’si ile ünlü, Manisa’nın şirin mi şirin ilçesini…
Bu gün ise ben; İzmir’den Ankara’ya doğru yola çıktığınızda, 143 kilometre sonra Divlit yanardağının eteğinde, sanki tarihin sayfaları arasından sıyrılıp, gün yüzüne çıkıvermiş, turistik olmaya çalışmış, ama henüz tam olamamış, ilgi ve sevgi bekleyen, biraz yalnız, biraz hüzünlü, gelin beni fark edin, size güzelliklerimi göstereyim dercesine sizi karşılayan bir yer çıkıyor karşımıza diyorum onun için.
Bir dönem Germiyanoğlu Beyliği'ne başkentlik yapmış, Süleyman Şah,Yunus Emre ve Tabduk Emre orada yaşamış, Kenan Evren ise orada doğmuş. Tarihi ahşap evleriyle, Arnavut kaldırımlı, labirenti andıran kıvrımlı, hatta bazılarından iki kişinin yan yana yürümesinin mümkün olamayacağı daracık sokakları, hanları, hamamları, çeşmeleri, camileri, köprüleri, türbeleri, kaplıcaları ile keşfedilmeyi bekleyen eşsiz bir yerleşim. Daracık sokaklarında yürürken, birden Cumalaıkızık’taki “Cinci Çıkmazı” ile Prag’daki darlığı nedeniyle, iki başına trafik ışıkları konulmuş olan sokaklar geliveriyor aklıma.
İsmi ile ilgili birçok rivayet olmasına rağmen, Lidya Kralı Giges’in, hasta olan kızının havası ve suyu iyi olan bu yerde şifa bulması için bir “Kule” yaptırdığı, yerleşimin kule etrafında yapılan binalar ile başladığı, daha sonra, o zamanlar bir göl olan şimdiki yerleşim yerinin etrafına doğru genişlediği, zamanla kule isminin değişime uğrayarak, “Kula” olduğu ise kabul gören olmuş.
Etrafı tepelerle çevrili çanak şeklinde olan Kula’nın doğusunda Eşme, batısında Salihli, kuzeyinde Demirci ve Selendi, güneyinde Alaşehir yer alıyor. En yüksek yeri, Umurbaba Dağı, en önemli akarsuyu Gediz… Burada su bol olmasına rağmen arazinin engebeli olması tarımı olumsuz yönde etkilemiş. Bizans dönemindeki ismi Opsikion olan Kula’ya, 1075 yılında Anadolu’ya gelen Türkmen aşiretleri yerleşmişlerse de aslında Kula ve çevresi 1233 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı “Alaettin Keykubat” zamanında Türklerin olmuş.
Tarihi Kula evleri ise, Osmanlı İmparatorluğu döneminde pek çok bölgede karşılaştığımız “Türk Evi” olarak isimlendirilen ahşap evler.Genellikle iki katlı, ahşap olan yapılar, danteli andıran ahşap oymaları, saçakların alt kısımlarındaki zengin süslemeleri, tahta kepenkli pencereleri, ahşap işlemeli tavanları, taş avlusu ile adeta bir sanat eseri niteliğinde. Evler büyük ailelerin yaşamına ve yaşamlarının büyük bölümünü evde geçiren kadınlarına göre düzenlenmiş.
Kula aslında kale içi bir yerleşim. Bu gün için kale kalıntıları görünmüyorsa da kalenin varlığı hissedilebiliyor. İç içe geçmiş, birbirinin üzerine binmiş görüntüdeki evlerin çatıları sokakları örtmüş. Her evin sokak kapısını gören bir penceresi mutlaka var. Bazı avlu kapılarında ise kapıyı açmadan gelen kişileri görebilmek için ayrı bir pencere yapılmış. Kapıdan içeri girince de geniş bir taş avlu sizi karşılıyor. Evdeki bütün odaların kapıları ise bu avluya açılıyor.
Bazı evler restore edilmiş ve içerisinde yaşanıyor. Kenan Evren’in doğduğu ev Etnografya Müzesi olarak düzenlenmiş… Kestaneciler Konağı, restore edilerek, zamanın dekorasyonuna uygun olarak döşenmiş bir Türk evi. Bu evi belediye hizmete açmış. Hem avluda oturup çay kahve içip, hem de örnek bir Türk evini gezebiliyorsunuz. Anemon Otelleri de buradaki eski bir tarihi binayı restore ederek, butik otel olarak hizmete açmış.
Kula’da Rum ve Türk halkları uzun yıllar bir arada yaşamışlar. Hatta Rumlar Türkçe konuşur, şarapçılık yaparlar, ticaretle uğraşırlar, genellikle doktorlar ve mimarlar Rum nüfustanmış. Kula’da iki Rum ve bir Frenk Okulu’nun bulunduğundan hareketle Rum nüfusunun oldukça çok olduğu düşünülüyor. Gelelim Rum evlerine… Mermerden yapılmış Rum evlerinin kapıları yola açılıyor. Merdiven ile sokağa iniliyor. Evlerin üzerlerinde çok güzel işlemeler, melek ve bebek heykelleri, resimler var. Evlerini birbirine bağlayan yer altı yollarını bulunduğu söyleniyor. Mahallelerin yanındaki üç adet kiliseden ise sadece iki tanesi günümüze kadar ulaşabilmiş.
Demircilik, bakırcılık, halıcılık, semercilik, keçecilik, leblebicilik, helvacılık, tabaklık, saraçlık, ayakkabıcılık, tekstilcilik, tenekecilik, nalbantlık, dokumacılık bu bölgenin meslek kolları olmuş. Selçuklulardan miras kalan el dokuması halıları ile de ünlü Kula’da, halı tezgahlarında yün iplikten kök boyalı olarak dokunan Kula halıları en çok rağbet görenler. Göllü Kula, Gelinli Kula, Dilkozlu Kula, Çiçekli Kula, Vazolu Kula, Direkli Kula, Kömürcü Kula,Yılanlı Kula ve Manzaralı Kula isimleriyle anılan dokuma Kula halıları Kula’ya özgü karakteristik halılar. Su böreği, peynir böreği, susam böreği, höşmerim, kuzu ve oğlak dolması, sura, güveç, buğulama, şekerli pide, kakırdaklı pide ünlü yemeklerinden.
Kula’nın Gediz Vadisi kenarından çıkan, ülke çapında ünlü bir de maden suyu var. Günümüzde “Kuladokya” olarak anılan peribacaları ise, Burgaz köyü civarında. Binlerce yıl boyunca rüzgar ve suyun etkisiyle meydana gelen bu doğa harikası peribacalarının doğal olarak korunabilmesi için bölge doğal sit alanı olarak ilan edilerek, koruma altına alınmış...
Kula civarındaki volkanik bölgeye antik devirde “Katakekaumene” adı verilmiş. “Yanık, yanmış ülke” anlamına gelen bölgede yapılan kazılarda tepeden aşağıya doğru inen ilkel insanın ayak izine rastlanılmış olması burada yerleşimin ilk çağlardan beri var olduğunun ise bir kanıtı. Ters yöne yürüyen bir de küçük çocuk ayak izi ise uzun yıllar merak konusu olmuş.
İzler oluştuktan sonra, Divlit yanardağından çıkan ve onların üzerinde bir örtü meydana getirerek, korunmalarını sağlayan curuf, günümüzde briket imalatında ve inşaat işlerinde kullanılıyor. Kula’da jeopark çalışmaları ise, 2004 yılında Dünya Jeoloji Kongresi'ne verilen bir bildir ile başlamış. Kula Belediyesi tarafından yürütülen Jeopark Projesi “Kula Volkanik Jeoparkı” uluslararası alanda tanınan, Türkiye’nin ilk ve tek tescilli Jeoparkı olma özelliği ile de Kula’ya değer katıyor.
Evet… Kula’nın özellikleri saymakla bitmiyor. Ancak bu kadar çok konuda ünü olan bir yerleşimin, bırakın yurt dışında tanınmasını, şu an hala yurt içinde bile yeterince tanınmaması oldukça üzücü. O kadar değerli olan tarihi evlerin korunması ve restorasyonu için yeterli bütçe ayrılmaması, evlerin yavaş yavaş yıkılmasına neden oluyor.
Sokaklarda dolaşırken evlerin “kurtarın bizi” dercesine sessiz yakarışları hala kulaklarımda iken, bu yazım ile bu “yanık ülke”nin tanıtımına katkıda bulunmaya çalışırken, bir yandan da evlerinin haykırışlarının da duyulmasına yardımcı olmak istiyorum.
Sayın yetkililer, “LÜTFEN KURTARIN ONLARI” ki; gelecek nesiller de bu güzellikleri görebilsinler…