Çölün Ortasındaki Palmiyeler Şehri: Eriha

Filistin'e gitmeden önce, kafamda nasıl bir yerle karşılaşacağımı tam olarak kestiremiyordum. Hep Lefkoşa'dakine benzer bir yer hayal etmiştim. Kudüs'ün ortasından yüksek duvarlı, tel örgülü bir sınır geçecekti. Ortada ise bir geçiş kapısı. Onlarca askerin koruduğu, saatlerce güvenlik ve vize taramasının yapıldığı, kapıdan geçmek için kırk takla atman gereken bir yer hayal ettim hep. Tel Aviv'den kiraladığımız arabamızla yaklaşık 1 saati biraz aşkın bir yolculukla Kudüs'e vardık. Haritada 1949 antlaşmasına göre çizilmiş sınıra yaklaşınca hafif bir heyecan hissettim doğrusu şu an ne olacak diye. Elinde G3 olan bir asker Eski Şehrin Şam Kapısı'na yakın yolun ortasında bekliyordu. Önümüzdeki otobüse sorgu sual etmeden yoldaki dubayı kaldırıp kenara koydu. Otobüsün ardından biz ilerleyince bize yaklaşıp nereye gittiğimizi sordu. Leyla kısaca "To our hotel" dedi. Kimsin nesin bile demeden dubayı kaldırıp eliyle buyrun işareti yaptı. Filistin'e girişimiz bu kadar kolay oldu. 

Sonra gezindikçe anladım ki aslında ortada uygulamada herhangi bir Filistin Devleti yoktu zaten. Nasıl kabul ederseniz edin; ister İsrail'in işgal ettiği topraklar olarak görün burayı ister bağımsız Filistin Devleti'nin toprakları, benim gördüğüm neredeyse bütün Batı Şeria'nın tam anlamıyla "de facto" (pratikte) İsrail kontrolünde olduğu. Birçok İsrailli burayı İsrail'in Judea, Samaria ve Benjamin eyaletleri olarak görüyor ve bu "Kutsal Topraklar'a" yerleşmelerinin tarihsel olarak hakları olduğunu düşünüyorlar. Filistinliler ise burayı Özgür Filistin Devleti'nin toprakları olarak görüyor. Ben bu durumu orada nasıl gördüm onu Eriha'ya giderken yazacağım. 

(Öncelikle coğrafyaya daha iyi hakim olabilmeniz için kendim için hazırladığım haritamın linkini paylaşacağım: https://www.google.com/maps/d/edit?mid=zZFFS3ph-SXs.ktmArqd0tt-8)

Kudüs'te bir gece kaldıktan sonra arabayla 1 numaralı otobandan doğuya doğru yol almaya başladık. Yollar çiçek gibi; 3 şeritli otoban. İsrail'dekinin aynısı. Tahminimce İsrail Devleti yapmış. Tabelalarda ilk dil İbranice hala çünkü. Bu arada İsrail'deki neredeyse tüm tabelalar 3 dilli zaten; İbranice, Arapça, İngilizce. İsrail'den aldığımız telefon hattımız sorunsuz tam kapsamayla çekiyor, radyoda ise İbranice ve İngilizce yayınlarda herhangi bir hışırdama dahi yok, gayet net çekiyorlar. Dünyanın belki de bilinen en eski şehri olan (11000 yıllık) Eriha'ya varmak için Kelt Vadisi'ndeki eski Roma yolunu kullanmaya karar verdik ve böylelikle otoyoldan sapıp Judean Çölü'ndeki maceramıza başladık.

Burada ilk durağımız St. George Manastırı idi. Burası 4. yüzyıldan beri aktif kullanılan bir Rum Ortodoks manastırı. 614 yılında Persliler tarafından yıkılmış, 1178 yılında Haçlılar tekrar restore etmek istemiş,1878 yılında buraya yerleşen bir Rum keşiş tarafınca 1901'de restore edilmiştir. Eski Roma yolunda giderken birden sağımızda kapı benzeri birşey gördük. Önünde 7-8 tane Dürzi satıcı vardı. İlerisinde ise asfalt olan yol birden çok bozuluyordu. Mecbur durduk. GPS geldiğimizi söylüyordu ama etrafta manastıra benzer birşey veya ingilizce bir tabela yoktu. Birden bütün satıcılar arabanın etrafını sardı tabi. Biraz ürkütücüydü açıkcası. Çölün ortasında, hiçbir medeniyet belirtisinin, herhangi bir insanın, muhtemelen herhangi bir kuralın olmadığı bir yerde etrafının bir sürü satıcı ile birden çevrilmesi ürküttü bizi açıkcası. Arabadan inelim mi inmeyelim mi derken, bir hışımla indim aşağı. Onlar "Hello" falan derken patlattım "Selamün aleyküm'ü". Hemen "Aleyküm Selam"ı alınca biraz rahatladım tabi. "Nerdensin, İstanbul, Akşam Karadayı var çok güzel dizi, benim yeğen de Türkiye'de" filan geyiklerini geçtikten sonra manastırın yolun hemen paralelindeki vadide olduğunu, yürüyerek 20 dakikada gidildiğini, seyir terasının ise 3 dakika mesafede olduğunu söylediler. İsmi Ali olana bize eşlik edip etmeyeceğini sordum ve bize seyir terasına kadar eşlik etti. Aslında ben içine girmeye niyetliydim de eşim birkaç dakika önceki ürkmüşlüğünün etkisiyle pek yanaşmadı. Ben de çok üstelemedim açıkcası. Gerçi dedim korkmana gerek yok bişey olursa ben bu 8'ini de aynı anda döverim diye de karşılık olarak bana sadece sessiz bir bakış atmasından pek inandırıcı olamadığımı anladım açıkcası. Seyir terasından vadiyi ve manastırı gördüğümüzde "Vay anasını güzelmiş bea" tepkisini verdik birlikte (eşim Keşanlı bu arada).

Ayrılma vakti geldiğinde aynı yoldan devam edip etmeyeceğimize karar veremedim ilk başta. Yol bozuk gözüküyordu ama Ali birkaç metre sonra yolun tekrar düzeleceğini söyledi ve öyle de oldu. Filistin'deki ilk şehrimize girerken (Kudüs hariç) tekrar bir şok daha yaşadık. Dev gibi sağlı sollu iki kırmızı tabelada şöyle yazıyordu: "Bu noktadan itibaren İsrail vatandaşlarının can güvenliğinden İsrail Devleti sorumlu değildir." Bir an durduk, düşündük. Ee, bize ne! Biz İsrailli değiliz ki zaten diyip yola devam ettik.

Sıradaki durağımız hemen yolumuzun üstündeki Eriha'nın Çınar Ağacı'ydı. İncil'de yazdığı üzere "İsa, Eriha'dan geçerken onu görmek isteyen zengin, vergi toplama şefi Zacchaeus kısa boylu olduğu için kalabalıktan onu göremiyor ve bu ağacın tepesine tırmanıyor." Gezimizin olmassa olmazı, elzem noktalarından biriydi. Önünde fotoğraf çekip geçtik hemen.

Sonra Eriha Teleferik'in önünden geçip bir çöl kalesi olan Hişam Sarayı'na vardık. Bu saray 10. Emevi Halifesi Hişam Bin Abdülmelik tarafından 8. yüzyılın ilk yarısında yaptırıldı. Arkeolojik açıdan Filistin'deki en önemli yapılardan biri burası. Yapının dekorasyonunun geleneklere karşı olması ve Pers kültüründen etkilenmiş olması yapının aslında Hişam'ın yeğeni Emevilerin en iyi şairi, sağlam içici, zevk adamı, 11. halife II. Velid tarafından da yaptırılmış olabileceğini düşündürmektedir. Saray 747 yılında henüz tamamlanamadan bir deprem sonucu yıkılıyor. Giriş 10 İsrail Şekeli. Hemen belirteyim Filistin'in kendine ait bir para birimi yok. Sıklıkla İsrail Şekeli kullanılıyor. Mısır ve Ürdün parası da geçiyor tabi.

Hişam Sarayı'nın ardından tekrar geri geldiğimiz yere döndük ve teleferikin hemen karşısındaki Sultan Tümülüsü'ne (Tell Es-Sultan) gittik. Burası İncil'de bahsedilen dünyanın en eski ve en alçak (Rakım:-258) kenti, yani antik Eriha. Neolitik çağa tarihlenen bu kalıntılar Ain Es-Sultan adlı bir su kaynağının karşısında bulunmakta olup, insanlık tarihindeki ilk şehirdir ve ilk sur sistemi bu şehirde kurulmuştur. 23 tabaka olan bu antik kent "UNESCO Tentative List"te bulunuyor.

 

Antik kentte biraz gezindikten sonra artık teleferikle yukarı çıkmanın vaktinin gelip çattığını farkettik. Teleferik biletlerimizi aldıktan sonra merdivenlerden yukarı teleferiğe doğru çıktık. Teleferik yönetim ofisini gördüğümüzde bizi bir süpriz bekliyordu. Kapıda bir Türk bayrağı asılıydı. Görür görmez hemen oraya yöneldim, kapıyı çalıp içeri girdim. İçerde 3 tane esmer adam vardı. "Türkçe biliyor musunuz?" diye heyecanla sordum. Muhtemelen işletmenin sahibi Türk'tür diye düşündüm. Adamların yüzüme şaşkın şaşkın "Ne diyor bu!" ifadesiyle baktığını görünce adamların Arap olduğunu anladım. Sonra İngilizce neden Türk bayrağı astıklarını sordum. Türkiye'yi çok seviyorlarmış.

Teleferiğe bindik ve yukarı, en tepeye, İsa'nın şeytana uymadığı Temptation (ayartma, yoldan çıkarma) Dağı'na çıktık. Burada yerden 350 metre yüksekte yine bir Rum Ortodoks manastırı olan Qarantal Manastırı bulunuyor. İsa, vaftiz olduktan sonra bu dağdaki mağaralara gelir ve burada 40 gün 40 gece açlık çeker. Bu süreç boyunca şeytan devamlı ona görünür ve onu baştan çıkarmaya çalışır. İsa tüm bu ayartmalara karşı koyar ve en sonunda şeytan gider, diğer melekler de İsa'ya yemek getirir. İlk manastır Bizanslılar tarafından 6. yüzyılda yapılmış olsa da, şu an ki manastır 1895 yılında yapılmıştır. Manastıra girdiğimizde bizi gündelik kıyafetli, hafif sakallı bir adam karşıladı. İsmini unuttum ama bize manastırı gezdirirken kendisiyle 1 saat kadar muhabbet ettim. Kos Adası'ndan buraya birkaç aylığına gelmiş. Manastırın asıl isminin "40" olduğunu (Quarantana) bunun da İsa'nın buralardaki mağaralarda 40 gün açlık çekmesine tekabül ettiğini söyledi. Bizi mağaralardan birisine soktu hatta. Buradan çıkınca İsa'nın vaftiz edildiği yere gideceğimizi söyleyince, "Ürdün'e mi geçeceksiniz yani?" diye sordu. İsa'nın vaftiz edildiği yer Ürdün Nehri idi ama araştırmalarıma göre her iki ülkeden de ulaşılıyordu. "Yok İsrail'den gireceğiz" dediğimde şaşırmış bir bakış attı bize. Kendisiyle vedalaştıktan sonra tekrar teleferik ile aşağı inip arabamızı aldık. Arabayı aldığımız yerdeki hediyelik eşyacının kapısında Türk bayrağı asılıydı yine, ama bu sefer aynı muhabbeti tekrar yaşamamak için önünden geçip gittim. Eriha şehir merkezinde gezeceğimiz yerler bitmişti.

Sırada İsa'nın Vaftiz Yeri vardı, yani Ürdün Nehri. Arabayla şehirden çıkarken farkettim ki şehirde gördüğümüz tüm bakkalların tabelalarında "Coca Cola" amblemi vardı. Ülkemizde İsrail protestosu için "Coca Cola" içmeyen insanları düşününce durum çok ironik geldi bana. Birkaç dakikalık araba yolculuğundan sonra anayolda İsa'nın Vaftiz Yeri sapağını görüp saptık. Gideli çok olmamıştı ki bir sınır kontrol kapısı belirdi. Açıkcası adamın söylediklerinden sonra tam emin olamadım, İsrail'den çıkmadan burayı görebiliyor muyduk yoksa Ürdün'e mi geçmemiz gerekiyordu. Vizemiz tek girişli olduğu için açıkcası gitmeye cesaret edemedik. Daha doğrusu günün geri kalan rotasında bir sürü daha yer olduğu için vakit kaybetmek istemedik. Yemişim İsa'nın Vaftiz Yeri'ni edalarıyla yola devam ettik. Sonradan öğrendim ki oradan istesen de Ürdün'e geçemiyormuşsun, sınır kapısı olan Allenby Köprüsü daha kuzeyde kalıyor çünkü. Orası rutin kontrol noktasıymış sadece. 

Eriha civarındaki son noktamız ise hemen yol üstündeki Hugala Manastırı idi. Bu manastır Ürdünlü Gerasimus'a atfedilmiş. Gerasimus, zengin bir ailenin çocuğu olarak Likya'da, yani Anadolu'da, doğuyor. Sonrasında tüm aile zenginliğinden vazgeçerek kendini çöllere vuruyor. Ürdün sınırına gelip burada bir manastır kuruyor kendine. 475 yılında ölene kadar da burada yaşıyor. Aslanın ayağına batan dikeni çıkartıp onu evcilleştirdiği hikayesi ile meşhur bir Hristiyan figür kendisi. Bu manastır ile ilgili diğer bir hikaye ise; Meryem, Yusuf ve bebek İsa, Herod'dan kaçarken burada bir mağaraya sığınıyorlar ve bir gece geçiriyorlar. Şimdi bu mağarada küçük bir yeraltı şapeli bulunmakta.

Buradaki ziyaretimizden sonra ise artık Eriha'dan uzaklaşıyor ve Lut Gölü'ne doğru yol alıyoruz. Lut Gölü kıyısında yine Filistin toprakları içerisinde çok ünlü bir antik şehir bulunmakta; Kumran Mağaraları. Hikayesi şöyle; sene 1947. Çobanın biri bu mağaralarda gezerken daha sonrasında Ölü Deniz Parşömenleri olarak adlandırılan birkaç parşömen buluyor. M.Ö. 2. yüzyıl ile M.S. 68 arasına tarihlenen bu parşömenler, Yahudilik tarihi ve erken dönem Hristiyanlık ile ilgili çok değerli bilgiler vermekte. Hatta ve hatta ki üniversitelerde "Kumranik Çalışmalar" adı altında yeni bir bilimdalının doğmasına neden olmuştur. Bu parşömenleri Kudüs'deki İsrail Müzesi'nin "Shrine Of Book" adlı bölümünde görebilirsiniz. Mağaraların önünde ise eski şehrin kalıntıları bulunmakta. Burasının Kitab-ı Mukaddes'de geçen "Tuz Şehri" olduğuna inanılmakta. UNESCO'nun "Tentative" listesinde olan bu şehir, Filistin kontrolünde değil İsrail Milli Parklar Dairesi'ne bağlı.

Burayı da bir güzel gezdikten sonra Eriha'da gideceğimiz yerleri bitirdik. Tabii bizim gezimiz burada gitmedi. Ardından Ein Gedi (İsrail)'de Lut Gölü'ne girip yüzüp, sonrasında da kendimizi çamura buladıktan sonra UNESCO korumasında olan bir başka şehir Masada'ya uğradık. Bir başka yazıda da onlardan bahsetmek üzere yazıyı burada noktalar, hepinize esenlikler dilerim.