Öğretmenliğe başladığım ilk yılda girdiğim İslam Tarihi'nde anlatırken beni heyecanlandıran, duygulandıran biraz da hüzünlendiren bir konu olmuştu her zaman Endülüs. Derslerde bir yandan tarihinden bahsederken bir yandan orada olmanın hayalini kurardım.
Ve yıllardır kurduğum hayal gerçekleşmişti, artık Endülüs’teydim. Orada bulunduğum zaman boyunca yaşamaya o zamanları tefekkür etmeye ve hissetmeye çalıştım.
İspanya’da Madrid ve Toledo’dan sonra rotamız Malaga, Sevilla, Cordoba, Gırnata şeklinde olmuştu. Ancak yazımızda Granada’yı öne almayı yeğledik. Zira yaşadığımız güzel hatıralar tazeliğini canlılığını yitirmeden kayda geçmeyi en çok istediğimiz şehirdi burası.
"Bir aşığın sevgilisine aşkını yazabileceği en güzel şehir"
Bu şehirdeyken insan kendi kendine bir masalın içinde mi bulunuyorum acaba diye şüpheye düşüyor veya bazen etrafınızdaki modern giyimli insanları görmezden gelip hala o çağlarda yaşadığınızı düşünebiliyorsunuz. Zira bu şehir ünlü İspanyol şair Federico García Lorca’nın da dediği gibi “Bir aşığın sevgilisine aşkını yazabileceği en güzel şehir”di öylesine güzel ve öylesine derindi.
Endülüs'ün Tarihi
Emevî Devleti'ne bağlı Berberî asıllı bir komutan olan Tarık bin Ziyad 710 ya da 711 yılında Cebelitarık Boğazını geçerek İber Yarımadası'na ulaşır ve bir rivayete göre geri dönüş olamaması için gemileri yakar ve ölümüne savaşır. O zamanlar İber Yarımadası Germen asıllı Vizigotların elindedir. Kısa bir süre içerisinde Vizigotlar dağılır ve İber Yarımadası Müslümanların eline geçer. 750'li yıllara kadar Emevî Devleti'ne bağlı bir valilik konumundadır. Ancak Abbasiler Emevî Devleti'ni yıkar ve neredeyse o soydan gelen tüm hanedan üyelerini kılıçtan geçirir. Bu kılıçtan geçirilme hâdisesinden kurtulanlardan biri Halife Hişam b. Abdulmelik’in torunlarından biri olan Abdurrahman b. Muaviye idi. Önce Kuzey Afrika’ya kaçtı daha sonra 755 yılında Endülüs’e geçip burada taraftar toplayıp Emevî hanedanlığını 756 yılında kurdu. Bir taraftan bazı fitneler ve otorite boşlukları sebebiyle bir yandan da durmayan Hristiyan akınları nedeniyle bu güzel topraklar sırasıyla Endülüs Emevileri, Müluku’t-Tavaif, Murabıtlar, Muvahhidler ve en son Gırnata’da kurulan Nasriler dönemlerinden geçti. Gırnata Emirliği veya Ben-i Ahmer Devleti (Kızıloğulları Devleti), başkenti Gırnata olan bu devlet Muhavvitlerin Las Navas de Tolosa Savaşı'nda Hıristiyanlara yenilmesinin ardından 13.yüzyılın başlarında kurulmuştur. Bu devlet, İber yarımadasında en uzun hüküm süren Müslüman devlet olmuştur.
Kristof Kolomb ve Kraliçe İsabel
Müslümanları Avrupa topraklarından çıkarmaya yemin eden Kastilya kraliçesi İsabel, Aragon kralı Ferdinand’la evlenerek güçlerini birleştirmiş ve bu devleti ele geçirerek Avrupa topraklarındaki Müslüman varlığına 1492 yılında son vermiştir. Son Gırnata sultanı Ebu Abdullah burayı 67 maddelik bir anlaşma imzalayarak savaşmadan vermiştir. Bu anlaşma şartlarını özetleyecek olursak: Müslümanların ve Yahudilerin canları, malları, dinlerine dokunulmayacak; örf adet, dil, giyim kuşamlarını muhafaza edebilecekler, isteyenler eşyalarıyla İspanya’yı terk edebilecekler, yeni Müslüman olanlar eski dinlerine döndürülmek için zorlanmayacak. Gırnata teslim olana kadar daha önce Hristiyan hâkimiyetinde bulunan İber yarımadasındaki Müslümanlar (Müdeccenler) bazı zorluklarla karşılaşsalar da dinlerini yaşama özgürlüğünü elinde bulunduruyorlardı. Fakat Gırnata alındıktan birkaç yıl sonra yapılan anlaşmaların aksine ya vaftiz olup Hristiyanlığa girmek ya da İspanyayı terk etmek durumunda bırakılmışlardır. Aksi takdirde Kraliçe İsabel tarafından kurulan engizisyon mahkemelerinde yargılanıp ağır işkencelere maruz bırakılmakta veya öldürülmekteydiler. Bu yüzden bazı Müslümanlar çıkış yolu olarak şeklen Hristiyan gibi görünüp kalben Müslüman olarak kalmaya devam ettiler, bunlara Morisko denmektedir. Ancak Hristiyan idareciler dinden dönmüş görünenlerin peşini bırakmamış. Her hafta ev ev gezip jamon denilen domuz salamı dağıtmışlar halka, kabul etmeyenlerin din değiştirmediğinden şüphelenip yargılamışlar. Koyu Katolik olan İspanya da belki de bu yüzden domuz hala çok yaygındır. Dana önce Almanya, Fransa ve Avusturya’ya gitmiş olmama rağmen hiçbir Hristiyan ülkede domuz etinin bu kadar öne çıkarıldığını görmedim. Endülüs’ü işgal eden Hrıstiyanlar sadece insanları din değiştirmeye zorlamakla kalmamışlar. Her camiyi katedrale çevirip kütüphanelerdeki kitapları Granada meydanlarında yakmışlar. Yani uzmanlarca da kabul edilen Rönesans’ın temellerini oluşturan bu medeniyeti yok etmişler…
Granada'da Gezilecek Yerler
Endülüs’ün hüzünlü tarihini şimdilik bir kenara bırakıp gezimizden bahsetmek istiyorum. Sabah erkenden Kurtuba otobüs terminalinden Alsa firmasının Granada otobüsüne binerek geliyoruz. İlk olarak El-Hamra Sarayının çok yakınında bulunan otelimize gidiyoruz. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra zaman kaybetmeyip hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak adına hemen yola koyuluyoruz. İlk durağımız El-Hamra değil. Çünkü saraya yoğun bir ziyaretçi akını olduğundan biletleri 1 buçuk ay öncesinden internetten satın aldık, saat 14:00'te orada olacağız ama önce şehrin diğer yerlerini görmek istiyoruz.
Granada Katedrali yukarıdan görünüm
Granada Katedrali
Çizdiğimiz rotaya göre ilk hedefimiz Granada Katedrali. Oraya giderken Gran Via üzerinde ortada iki tane heykel görüyoruz. Bunlar Kraliçe İsabel ile Kolomb. Kolomb, İsabel’in orduları Granada’yı kuşattığı sırada karargâhına gidiyor, yapacağı keşiften bahsediyor ve ondan maddi yardım istiyor. Rivayete göre kraliçe bunun için kendi mücevherlerini dahi veriyor. Kraliçenin İspanyollar nezdinde önemli bir yeri var ama bizim görünce içimiz ürperiyor. Çünkü aklımıza kraliçenin Granada’yı alana dek yıkanmayacağım diye and içtiği bu yüzden kirli İsabel diye anıldığı geliyor. Onlar belki bu yüzden kirli diye anıyor olabilir, fakat bizim aklımıza yaptığı insan ve medeniyet katliamının kiri geliyor. Bu düşünceler içinde katedrale ulaşıyoruz ve paralı olduğunu görüyoruz. 9 gün boyunca bir çok katedral gezmiş olduğumuzdan ve onların yanında bunun pek esamesi okunmadığından tutumlu davranıp içine girmiyoruz.
El-Kayseriye
Katedralin çok yakınında tarihi Kayseriye Çarşısı var (El-Caicerie diye geçiyor). Bu tarihi çarşı ismini ipeğe çok önem verdiği için ipek tüccarlarına kolaylık sağlayan o zamanın Bizans kayzerinden alıyor. Çarşı daha önce bir yangında kül olmuş fakat daha küçüğünü yeniden yapmışlar. Buradaki dükkanları genelde Faslı esnaf işletiyor. İşin içine Faslılar girince haliyle çarşı buram buram deri kokuyor. Aynı zamanda Fas’a özgü kıyafetler ve çeşitli hediyelik eşyalar bulabiliyorsunuz. Saraya giriş saatimiz yaklaşmışken yol üstünde acıkıp bir restorana giriyoruz. Burada çok sayıda Faslı mevcut. Haliyle kolayca bir Müslüman restoranı bulabiliyorsunuz. Burada felafel yiyoruz ve yeniden yola koyuluyoruz.
El-Hamra Sarayı
Alhambra Sarayı'nın yani El-Hamra'nın girişinde ağaçlık bir yol karşılıyor bizi. Biraz temiz hava alırız diyerekten mutlu mesut yukarı doğru çıkıyoruz fakat sandığımızdan daha çok zaman aldığından yorulup ara ara dinleniyoruz. Yoldan geçen minibüsleri görünce içimizi pişmanlık kaplıyor. Siz siz olun dönerken eyvallah da gidişte asla yürümeyin, tabi kendinize çok güveniyorsanız o ayrı.. Plaza Nueva’dan buraya gelen minibüsler var onları kullanmanızı tavsiye ederiz. Güç bela saraya ulaştıktan sonra biletleri almak için sıraya giriyoruz. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki Müslümanlar İber Yarımadası'ndan çıkartıldıktan sonra bu sarayın bir kısmı yıkılıyor ve yerine V. Carlos sarayı yapılıyor. Bu saray mütevazi ve zarif işlemelere sahip Nasrid sarayının yanında oldukça hantal duruyor, burası pek ilgimizi çekmiyor ve girmiyoruz. El-Hamra daha sonraları terk ediliyor, bu yüzden bir müddet çingenelerin ve evsizlerin yurdu oluyor. Daha sonra Amerika büyük elçisi olan Washington Irving burada kalıyor ve El-Hamra hakkında bir kitap yazarak burayı yine göz önüne çıkarıyor. Kitapta El-Hamra hakkında şunları yazdığını biliyoruz: “Bir Hristiyan toprağının bağrındaki Müslüman sarayı; Batı’nın gotik binaları arasındaki şark abidesi; fetheden, yöneten ve yok olup giden yiğit, zeki ve seçkin bir halkın zarif kalıntısı El Hamra.” “Tek başıma, büyülü taşların cazibesine esir olmuş vaziyette, burada aylarca kaldım. İleriki sayfalarda anlatacaklarım, bu zevk verici esaretim esnasında yapmış olduğum araştırma ve kurduğum hayallerin meyvesidir”. Bu kitap sayesinde El-Hamra tadilattan geçiyor ve turistlerin vazgeçilmez uğrak yerlerinden oluyor. Saraya gidiş yolu üzerinde Irving'in heykeline rastlıyoruz. Sanki sarayı o yapmış :) Bu muhteşem yapının tekrar ortaya çıkmasındaki emekleri yadsınamaz tabi.
El-Hamra Sarayı 4 ana bölümden oluşuyor: Nasrid Sarayı, Alcazaba, Yazlık saray ve Generalife (Cennetü'l-Arif) bahçeleri ve de V. Carlos sarayı. Öncelikle belirtmeliyiz ki gitmeden önce okuduğumuz yazılardaki bilgilerin abartı olduğunu düşünürdük ama hiç oyalanmadan, hızlı bir şekilde bu sarayı gezmemiz 3 buçuk saatimizi aldı. Bu yüzden gezi planlamasında bunun göz önünde bulundurulması gerekiyor.
El-Hamra gezimize Nasrid Sarayı'ndan başlıyoruz. Bu saray oldukça mütevazi ama el işlemeleri bakımından belki dünyada eşi benzeri olmayacak bir yapı. Nasrid Sarayı'ndaki odaların her biri muhteşem çini ve hat yazılarıyla büyülüyor.
Allah'tan başka galip yoktur anlamına gelen "Ve Lâ Galibe illallah" yazısı her yere dantel gibi işlenmiş.
Girdiğimizde odalardan birinin tavanı dikkatimizi çekiyor. Burada yıldızlar, gezegenler vb. gök cisimleri var. Bu tavan yedi kat şeklinde yapılmış bunun "....Biz sizin üzerinize yedi yol (gök) yarattık..." ayetine atıf olduğunu öğreniyoruz.
Saraydaki bölümler arasında bulunan geçişlerdeki avlular oldukça güzel. Avluların ortasında dikdörtgen bir havuz bulunuyor. En güzel ve en meşhur avlusu ise "12 arslanlı avlu".
Maalesef kalabalıktan ne doğru düzgün izleyebiliyoruz ne de fotoğraf çekebiliyoruz. Zaten avludaki arslanlı bölmeye rahatça gidemiyoruz. Çünkü etrafı çevrilmiş ve etrafta güvenlik görevlileri var. Her odaya girişte oranın işlemelerini bir yere koymuşlar ve "Lütfen sarayın duvarlarına tahrip olmaması için dokunmayın, dokunmanız için size orijinal bir parça sunuyoruz" yazıyor.
Saraydan çıkınca bahçeler karşılıyor bizi hafif çiseleyen yağmur eşliğinde çok güzel manzaralar çıkıyor. Biraz gezdikten sonra yolun sonuna geldiğimizi düşünüyoruz, ikimizin de içinden "ne yani ünlü Generalife Bahçeleri bu kadar mıymış?" cümlesi geçiyor. Ama o da ne? Bir tabelada "Generalife'a gider" yazıyor. Daha başlamamışız bile :)
Bu bahçelerde çeşit çeşit güller farklı şekillerde kesilip biçilmiş ağaçlar bir bölümünde yetiştirilen sebzeler, evet sebzeler bulunuyor.
Bahçenin içinde yazlık saray var. Oraya da uğrayıp yolumuza devam ediyoruz. Az gittik uz gittik derken Nasrid sarayı çok uzaktan göz kırpıyor. Nasıl o kadar yürüdüğümüzü anlamıyoruz.Generalife bitince daha önce insanların yaşadığı Alcazaba denilen bölümü geziyoruz. Burada normalde mini bir şehir bulunuyormuş ama şuan yıkılmış durumda.Burayı da gezdikten sonra sarayın en yüksek bölümü olan gözetleme kulesine çıkıyoruz. Burada bir sürü bayrak var. Buradan Granada manzarasını seyredip El-Hamra gezimizi noktalıyoruz.
Albaicin Tepesi
Şimdiki durağımız Albaicin Tepesi. El-Hamra'dan dersimizi aldığımız için buraya taksiyle çıkıyoruz.
Albaicin denilen bölgede önceden müslümanlar yaşıyormuş.
Beyaz renkli, 2 katlı evlerden ve dar sokaklardan oluşuyor mahalle. Evler o kadar güzel ve şirin ki anlatılmaz yaşanır diyorum.
Albaicin Tepesi'nde ilk durağımız Gırnata Ulu Camii.
Burası Müslümanların şehirden ayrılmasından 511 yıl sonra inşa ediliyor. Burada cuma günleri ezan da okunuyor. E bu kadar gezdikten sonra acıkıyoruz ve caminin arkasındaki Fas restoranına giriyoruz. Burada humus ve Faslılara has kuskus yiyoruz. Yanında da Kuzey Afrikalıların nane çayından içiyoruz. Yalnız her Arap restoranına güvenmeyin, helal sertifikasına dikkat edin bunun sebebini ileride açıklayacağım. Daha sonra San Nicolas meydanına gidip El-Hamra'yı buradan bir müddet seyrediyoruz.
Daha sonra çingene mahallesi olan Acro Monte'ye gidiyoruz. Tipler pek güvenilir değil. Ama El-Hamra buradan daha güzel görünüyor. Daha sonra aşağı doğru yürüyoruz etkileyici sokaklardan geçerek. Biraz aşağıda bir kafede oturup kahve eşliğinde El-Hamra'yı seyrediyoruz o esnada güneş batıyor ve ayrı bir güzellikle karşılaşıyoruz. Burayı Faslılar işletiyor ama Allah'tan güvenip et falan yememişiz. Çünkü tabelalarındaki yazıları önce dikkate almamıştım fakat ikinci gün tekrar gittiğimde bir çevireyim dedim. Bir de ne göreyim: Domuz pastırması, sucuğu, sosisi vs yazıyor. Bu yozlaşmışlığa üzülüyorum. Aklıma Müslümanların Hristiyanları ve Yahudilerin kültürünü bile etkilediği için reconquisita hareketlerinin başladığı geliyor. Şimdi ne yazık ki tam tersi bir durum söz konusu.
Ertesi gün saat 15.00'te Malaga'ya oradan Madrid'e gideceğiz. Gitmeden tekrar sokaklarında dolaşıyoruz bu güzel şehrin. San Nicolas Meydanı'na çıkıp el-Hamra'yı seyrediyoruz. Bu sırada gitarıyla bir İspanyol şarkı söylüyor, satıcı bir çingene (veya roman vatandaş mı desem) Flemenko'ya has zillerden çalarak ona eşlik ediyor. Etkileyici sokaklarından tekrar geçiyoruz El-Caicerie'ye ve el-Hamra'ya çıkan yola gidip sevdiklerimize hediye alıyoruz. Daha sonra Malaga'ya gitmek için otobüse biniyoruz. Otobüste aklıma Gırnata'nın son emiri Ebu Abdullah'ın savaşmadan şehrin anahtarlarını Kraliçe İsabel ve Ferdinand'a verdikten sonra bir tepeden Gırnata'ya son kez bakarken ağlayışı geliyor. İspanyollar buraya Suspiro el-Moro yani Arap'ın ağladığı yer diyorlar. Emirin annesi Ayşe Sultan bunun üzerine oğluna: "Ağla oğlum ağla erkekler gibi savaşmadın, kadınlar gibi ağla" der. Daha sonra diğer ülkelere ilim, kültür, sanat açısından ilham olan, İbn Hazm, İbn Rüşd, Kurtubi, İbn Arabi, Zehrabi gibi insanları yetiştiren bu asil medeniyetin nasıl yerle bir oluşu aklıma geliyor ve de yıkılıp yerle bir edilen İslam eserleri, kiliseye çevrilen camiler. Bir de şimdiyi düşünüyorum nerede onlar nerede biz, bu insanlarla ne kadar alakadarız. Eskisi gibi medeniyetlere ilham olabiliyor muyuz diyorum. Ve de Endülüs'ün bölünüp daha sonra çökmesine sebep olan faktörün kabile arası çekişmeler ve Müslümanların kendi içindeki mücadeleleri olduğunu hatırlıyorum. Aslında şimdiye ne kadar da benziyor diyorum. Aklıma Hristiyanlaşmış Faslılar geliyor ve içten içe ağlıyorum..
Son olarak Francisco Tarrega'nın "Recuerdos de Alhambra" isimli gitar resitali eşliğinde Ebu'l-Beka'nın Endülüs'e Ağıt isimli şiirinden bazı bölümlerle veda ediyorum.
https://www.youtube.com/watch?v=AhTXq-3NDLE
Endülüs'e Ağıt
Her yükselen bir gün düşer, inişler başlar zirveden
Ömrün mutlu günlerine niçin aldanır ki insan
Her şey değişir gök gibi, bir gün pırıl pırıl bir gün bulutlu
Sen de öylesin işte
Bu gün güldürürse, yarın ağlatır zaman
Kime ebedilik vermiş, kime yaramış sonsuzca
Hedefini delip geçmezse kılıçla mızrak
Geri döner, yaralar kendi sahibini
Zaman bu, ne kılıç kını tanır ne sağlam Gındam kalesi
Çürütür hepsini, paramparça eder zaman kılıcı
Düşün, nerededir şimdi var mı onlardan bir iz
Nerede muhteşem taçlı Yemen hükümdarları?
Şeddat’ın irem bağı, İrem cenneti nerede?
Nerede bu gün İran’ın Sasani hükümdarı?
Karun’un bitmez tükenmez serveti nerede bugün?
Hani Ad, hani Adnan, hani Kahtan, bu dünya servetleri?
Çaresiz onlar da boyun büküp emrine tarihin
Çekilip gittiler birer birer, bir masal bir efsane gibi
O saltanatlar, sanki rüyada yaşanmış gibi
Gerçek değil de bir hayal, bir gölge sanki
....
Öyle bir felakete uğradık ki Endülüs’te biz
Üstümüze düştü sanki Sehlan ve Uhud dağları
Nazar değdi İslam’a Endülüs’te
Bela üstüne bela yağdı, yağmur gibi
O güzelim şehirlerin üstüne…
Sor, Mürsiye’nin halini şimdi, Valans’ı da.
Sor, başına gelenleri Şatiba’nın Ceyyan’ın!
Gördün mü bir bilgi okyanusuydu Kurtuba
Bir bilgi deniziydi, görseydin bilginleri
Sor, Hıms’ı şimdi de, pırıl pırıl aydınlık bahçeleri
Sor, nerede Azip nehri, şimdi öyle akar mı, şeker tadıydı suyu
İşte bunlar göz bebeği, Medine’ siydi Endülüs’ün
Bunlar ki birer viranedir artık.
Yarınından ayrılmış, feryatlar koparan bir genç gibi
Öyle dolmuş ki hüzünlü gözleri yüce İslam’ın
Soyununca İslam’dan, bir çöle döndü sanki
Onlar ki, küfür karanlığı içinde bayındır bugün
Birer kilisedir artık camiler, mescitler
Her yanda çanlar, putlar ve baykuş uğultuları
Mihraplar ağlar şimdi, taşla doldurulmuşsa da
İnler buna minber, cansız ağaçtansa da
Uyan ey gafil kişi, ibret denizi zaman,
Sen uykuya dalmışsan da, asla uyumaz zaman!
Ey kendi ülkelerinde gururla saltanat sürenler,
Siz Hıms’ı gördünüz mü, en güzelini ülkelerin
Her facia, unutulur biraz belki tarihte ama
Unutulmaz Endülüs’te başa gelenler..
Ey siz! En güzel ve şahin duruşlu
Arap atlarına binenler, yarış alanlarında!
Ey, keskin kılıçlı kahramanlar ordusu!
Ey, savaşın tozu dumanı içinde kılıcı parlayanlar!
Siz ey! Karşı kıtada bin nimet içinde
Saltanat içinde mutlu yaşayanlar!
Sizin hiç haberiniz var mıdır Endülüs’ten
Bir siz kalmışsınız duymayan halimizi!
Onlar sizden yana çevirerek gözlerini
Ufuklara bakıp, bir imdat beklediler
Öldürülen asker, esir düşen kadınlar
Ya nedir bu çatışma, bu ayrılık İslam arasında
Ey kulları Hakkın, kardeşsiniz kardeş!
Bir yardım duygusu bile, yok mu içinizde.
Alıp götürdü, nemiz var nemiz yok bir zulüm seli
Dün sultan idiler, bey idiler kendi ülkelerinde
Şimdi küfrün elinde bir uşak, bir oyuncak!
Çevirmiş onları, dört yandan zillet uçurumları
Dehşet içinde fırlamış gözleri, kimsesiz ve şaşkın
Sen de görseydin çığlıklarını, çırpınışlarını ey Tanrı kulu!
Ocaklarından kopartılıp satıldıklarını köle pazarlarında.
O feryatlar ki, koymaz aklını başında benim gibisini
Koparır gibi bedende ruhu, kopardılar anadan yavrusunu
Yeni doğan güneşin aydınlığı o kızlar ki
Öyle saf öyle temiz
Yakut ve mercandan dökülmüş sanki.
Dağ ucundan doğan, sabah güneşinin masumluğu gibi
O Meryem yüzlü kızlar ki
Sürüklenip sürüklenip saçlarından, kirli yataklara çekildi
Haykırışları gökleri yırttı.
Kan kustu babaları, arşa çıktı feryâd- ı figanları…
Eritir her kalbi, bu anlattıklarımın birisi bile.
Eğer varsa sende İslam’dan, imandan bir iz Ey insanoğlu!