Avrupa'nın en genç devleti, Osmanlı'nın dile kolay tam 523 sene hüküm sürdüğü, Hüdavendigar'ın fethine ve katline tanıklık eden topraklara gidiyor olmanın heyecanıyla başlayan yolculuğumuz yaklaşık 1,5 saat sürüyor.
Havalimanında herhangi bir sorun yaşayacağımızı düşünmüyoruz. Ancak bordo pasaport sahibi ben ve iki arkadaşımı sonradan Türk bir görevliyi çağırarak yaptıkları ufak çaplı bir sorgudan (ne iş yapıyoruz, öğrenci miyiz, buraya hangi amaçla geldik vs.) sonra geçmemize izin veriyorlar nihayet.
Ufak çaptaki bu hayal kırıklığı ve moral bozukluğunun şokunu atlattıktan sonra dışarı çıkıyoruz. Priştine Havalimanı'ndan şehir merkezine sizi götürecek ne yazık ki tek bir seçenek var; taksi.
Dışarıda sizi bekleyen onlarca taksi şoförü göreceksiniz zaten. Kosova'da Türkçe bilen çok kişi olmasına rağmen taksi şoförlerinden Türkçe bilenine rastlamıyoruz. Pazarlık yapmaksızın şehir merkezine 20 Euro karşılığında ulaşıyoruz (Kosova’nın para biriminin Euro olduğunu hatırlatmakta fayda var).
Yaklaşık 25 dakika süren taksi yolculuğumuzun ardından şoförün bize şehir merkezi olduğunu söylediği bir cadde üzerinde iniyor ve sırtımızda çantalarla yola koyuluyoruz. İndiğimiz cadde Amerika Birleşik Devletleri eski başkanı Bill Clinton’ın adını taşıyor. Cadde üzerinde ayrıca Clinton'ın bir de heykeli mevcut. (90’lı yılların sonundaki Kosova Savaşı’nın sonunda Kosovalılar kendilerine Yugoslav hükümetine karşı yardım eden Başkan’a teşekkür etmişler böylece. Ülkenin genelinde Amerika’ya genel bir sempatinin hakim olduğunu da söyleyebilirim.)
Priştine'de geçirecek yaklaşık 5 saatimiz var ve bunu mümkün olduğunca iyi değerlendirmek durumundayız (aynı gün saat 17.00 otobüsüyle Üsküp’e geçeceğiz zira).
Hayal kırıklıklarıyla başlayan yolculuğumuz aynı seyirde devam ediyor bir süre daha; zira Priştine sıradan, küçük bir Anadolu şehrinden farksız gözüküyor gözümüze. Sıradan, mimari kaygıdan uzak binalar falan...
Görülmesi gereken yerler listemde Fatih Sultan Mehmed Camii var. Yolda gördüğümüz bir manavdan aldığımız elmaları yiyerek, sırtlarımızda devasa çantalarımızla insanların meraklı bakışları arasında camiye doğru yol alıyoruz, aldığımız yol tarifi neticesinde.
Şehir merkezine yaklaştığımızda bir saatçi tabelası ilişiyor gözüme. Soy adını hatırlayamıyorum ama adı Faruk. Faruk Amca; tam bir beyefendi. Hem hasbihal edip hem caminin yerini sorup hem de çıktı almamız için bir yer söylemesini rica ediyoruz. Dükkanını Arnavut bir dostuna emanet edip bizimle birlikte yola koyuluyor. Yolda gördüğü hemen herkese selam veren, herkesin saygı ve hürmet gösterdiği Faruk Amca belli ki “oraların çocuğu”.
Yolda Arnavut bir ahbabıyla karşılaşıyor ki bu adam tanıdığım en ilginç insan tiplemesi diyebilirim. Son derece sempatik olmasının yanı sıra çok çok zayıf birkaç kelimelik Türkçesini, ilginçtir Laz ve Ege şivelerini karıştırıp öyle bir Türkçeyle konuşuyor; nasıl diye sormayın tarifi imkansız, yaşamak gerek. Galatasaray’dan falan konuşuyoruz, az sonra da selamlaşıp/vedalaşıp hem ondan hem de Faruk Amca’dan ayrılıyoruz. İhtiyacımız olan fotokopi/çıktı merkezini buluyoruz az ileride. Oranın da sahibi bir Türk, Oktay Abi. İşimizi hallediyor, ne kadar ısrar etsek de nafile, para almıyor; Türk her yerde Türk işte… Sabahtan beri bir şey yememiş olduğumuzdan Oktay Abi’den güvenilir bir lezzet tavsiyesi istiyoruz. O da bizi Köfteci Ömer Abi’nin mekanı Grill Sarajeva adlı lokantaya yönlendiriyor.
Oktay Abi’nin selamıyla gittiğimiz lokantada 12 lira civarı bir para ödeyerek aşağıda fotoğrafını göreceğiniz, içinde kaymak olan enfes köftelerden yiyoruz. Nihayet camiye gidebiliriz artık.
Fatih Camii; Osmanlı döneminden kalma, adından da anlaşılacağı üzere Fatih Sultan Mehmed Han tarafından 1460 yılında yaptırılan oldukça şirin bir cami. Öğle namazı vakti olduğundan, başka bir ülkede/başka insanlarla birlikte saf tutmak istiyoruz. Bu duygu gerçekten farklı bir duygu; belki de Büyük Sultan'ın secde ettiği bir camide yaklaşık 550 sene sonra namaz kılmak… Eşi benzeri olmayan bir duygu gerçekten.
Yoğun manevi duygular yaşadıktan sonra çantalarımızı bıraktığımız lokantaya geri dönüyoruz. Derken aklımıza Sultan I. Murad’ın türbesi geliyor. Nerededir, nereden ve nasıl gidilir bilmiyoruz. Ömer Abi taksiyle gidebileceğimizi söylüyor. Taksiyi çağırıyor, taksiciye durumumuzu anlatıyor. Gidip türbeyi ziyaret edeceğiz, taksici bizi bekleyecek ve oradan da otogara götürecek.
Sultan I. Murad Türbesi, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) tarafından restore edilmiş. Bundan 600 küsür sene önce -1389 yılında- I. Kosova Savaşı'nın yapılmış olduğunu ve Sultan I. Murad'ın savaş alanını -yani bulunduğumuz alanı- gezerken Sırp milliyetçisi Miloš Obilić tarafından öldürüldüğünü bilmek insanı garip bir duyguya sevk ediyor. Birer turist olarak yürüdüğümüz o topraklarda yapılan meydan savaşlarını, kılıç seslerini, akan kanı, cansız bedenleri hayal etmemek imkansız.
Yüzyıllardır oranın türbedarlığını tek bir aile yapıyor. "Türbedar" soyadı da verilen bu ailenin şimdiki ferdi, mevcut türbedarı ise Saniye Teyze. Onunla yaptığımız sohbet günün en özel anları oluyor belki de... O kadar tatlı, sempatik ve o kadar içten, cana yakın bir insan ki! Özbekistan'ın Buhara şehrinden yüzyıllar önce göçen bir aile olduklarını söyleyen ve içini dökmek için sanki bizi bekliyormuş gibi görünen Saniye Teyze'nin değişik, zor anlaşılan Türkçesinden dökülen son sözler ise bir hayli manidar oluyor: "Padişah, "bir"dir."
Saniye Teyze, Priştine gezimizin son güzel insanı olarak aklımıza kazınıyor diğerleri gibi... Önce onunla, sonra da Priştine ile vedalaşıyoruz bir daha görüşebilme temennisiyle...