Gurbetteki bir diğer evimiz küçük ve bağımsız kardeşimiz Kosova’dır. Takriben nüfus, 2 milyon civarındadır bu genç ülkede.
Sırplar; kendilerinden ayrılan Kosova’yı halen tanımamaktadır ve Kosova’dan Sırbistan’a geçmek isterseniz sınırda sorun yaşarsınız. Birçok insanın Türkçeye vakıf olduğu bu memleket (ki daha çok Prizren’de insanlar Türkçe konuşurlar günlük yaşamlarında) refahı yüksek bir ülke değildir. Yıllardır işsiz olan insanlar mevcut. Hayatlarını bir şekilde idame ettiriyorlar ve çok mutsuz görünmüyorlar.
Malum birkaç seçeneğimiz olan hava yollarında; makul bilet fiyatı bulup balkanların küçük bireyine uçmak güzel bir seyahat seçeneğidir. Bir hafta belki çok fazla sayılabilir ama göreceğiniz her yeni şehir için 1-2 gün ayırmanız kâfidir.
Havaalanından maalesef herhangi bir ulaşım ağı yok. El mahkûm bir sarı taksiye bineceksiniz ya da eşiniz dostunuz sizi almaya gelecek. Ortalama olarak 15 Euro taksi ücreti ödenmektedir merkeze ulaşım için. Ben de iki arkadaş ile bir taksiye binmek suretiyle merkeze gittim. İstanbul’dan gelen bu arkadaşların Nene Tereza Caddesi’nde bulunan bir hostelde rezervasyonları vardı. Konak şeklinde iki katlı evde müsait odalar olunca bende bu yeni tanıştığım arkadaşlara eşlik ettim ve aynı hostelde kaldık beraber. Bizim taksi ihtiyacımızı ise arkamızdan gelmekte olan yardımsever bir arkadaş çözmüş oldu. Arnavutça konuşarak taksici ile konuştu ve 10 Euro indirimi kaptı ve bizim istediğimiz (yani internetten edindiğim fiyat olan) fiyata işi bağladı ve bizi taksiye bindirip uğurladı (ne kadar güzel ki insanın memleketi dışında Türkçe konuşmak suretiyle iletişim kurması, dilimizi bilenleri ve kullananları görmesi).
Başkent Priştine’nin meşhur caddesi Nene Teresa’dır. Trafiğe kapalı olan bu yol (Eskişehir’deki Doktorlar Caddesi gibi) insanların bol bol yürüdüğü ve vakit geçirmekten keyif aldığı merkezi noktadır. Oturmak için bol bol kafeler mevcuttur. Tesadüf o ki benim bulunduğum esnada da grev yapılıyordu ve grev çadırı vardı.
Bir gece saat 01.00’den sonra Nene Teresa Caddesi’nde yürüyorken; yüksek sesle çalan Adnan Şenses yüzümde bir tebessüm oluşturdu. İnsan kendinden bir şeyler görünce her daim mutlu oluyor ve gurur duyuyor (bizden olan şeyin ne kadar tercih edilir bir şey olduğu ne kadar popüler olduğu veya popüler olmadığı önemli değil).
Kurban Bayramı esnasında gerçekleştirdiğimiz bu tatilimizde; sokakları arşınlarken halkın arasında dolanırken bu küçük ülkede görevli askerlerimizi gördük. Bayramlaştık ve ayaküstü hasbihal ettik.
Demokratik Türk Partisi önünde bayramlaşma ve kurban taksimi gibi konularla ilgili bir grup vardı.
Asker arkadaşlarımızın bizi oralarda görmesi kendilerini mutlu etti. Hala buraların ne durumda olduğunu, tarihinin ne olduğunu, Türkiye ve insanlarımızla olan bağlarını bilmeyen insanların olduğunu düşününce bu dönemde tatillerini buralarda değerlendirenleri ve buradaki kardeşlere manevi bir destek olmaları, onların yalnız olmadığını hissettirme çabalarının ne kadar önemli ve güzel olduğunu iletti (burada akrabalarımın olup olmadığını ve ne için buralara gezmeye geldiğimi sormasına istinaden; buraların bizlerden birer parça olduğunu ve bizlerin buraları unutmamamız gerektiğini ve ufak bir destek dahi olsa manevi de olsa onlarla birlikte olduğumuzu onların yanında olduğumuzu hissettirmek adına buraları görmeye geldiğimi paylaşmıştım).
Sokaklar arasında dolaşmaya devam ederken Tika’nın bolca tadilat yaptığını tarihi eserlere yeniden can verdiğini, geçmişimizi ve bağlarımızı ön plana çıkardığını görüyoruz. Tabii emeği geçen herkesin ellerine sağlık zihinlerine sağlık diyoruz. Sokaklarda bolca Türk firmaları ve Türk restoranları görmek gayet olağan bir sonuçtur.
Meşhed-i Hüdavendigar yani Sultan 1. Murat’ın türbesi de başkent Priştine’ye yaklaşık 6 km uzaklıktadır.
Başkent Priştine ile Prizren arası çok uzak değildir. Takriben 2 saat sürmektedir.
Otogarı artık birçok şehrimizde kullanılmayan eski otogarlarımız görüntüsündedir.
Birkaç otobüs seçeneğiniz var ve otobüsün içerisinde ücretinizi ödeyerek seyahat edebiliyorsunuz. Yaptığımız bu yolculuktan sonra Prizren’e varıyoruz.
Otogarın hemen karşısında ise bir başka tarihi nokta Namazgâh bulunuyor.
Tam bu esnada TRT Türk ya da TRT Haber kanalı burada çekim ve program yapıyorlardı.
Bu namazgâh önünde “Ankara Büyükşehir Belediyesi” yazılı banklarda oturan iki gence yaklaşıp Türkçe olarak kalacak hostel sordum. Burada tanıştığım arkadaş ise yanındaki Türk misafiri otobüsle Arnavutluk’a yollayıp beni uygun bir yere götürebileceğini söyledi, ismi Fati idi.
Sonra bu sert görünümlü fakat çok içten ve sıcakkanlı kardeş ile şehir merkezine doğru yürüdük. Türkçe bilmeyen hostel çalışanına durumu anlattı ve müsait bir oda tuttuk. Zaten az önce uğurladığı Niğdeli arkadaşını da burada konaklatmış. Ardından meşhur Şadırvan meydanına doğru yürüdük. Aynı zamanda şehri de turlamış oluyorduk. Kendisi yorgun olduğu için bir 40 yıl yatırımı olan kahve içtik. Sonra kendisi yanımdan ayrıldı (bir süre sonra bir sebeple İstanbul’a geldiğinde görüşmek için aradı fakat hafta içi İstanbul’da olmam mümkün olmadığı için tekrar görüşme fırsatını yakalayamadık bu misafirperver arkadaşla).
Hemen her yerden görülen Sinan Paşa Camii ihtişamlı şekilde sizi şadırvan meydanında karşılıyor.
Arnavut kaldırımlı ve ağaçlarla bezenmiş sokaklarda yürümek muazzam bir keyif.
Hemen sırtınızda ise Kalaja yani Kale’nin kalıntılarını görebiliyorsunuz. Çıkmak istediğinizde o dik yokuşu bitirmek için sağlam nefesinizin olması gerekliliği farklı tecrübelerdir. Şehri en tepeden görmek kale kalıntıları arasında bir iki kare resim almak güzel anı oluyor.
Bistriça isimli nehir ve üzerine kurulu Taş köprü meydanda ve ana caddeye paralel halde şehre çok yakışmaktadır. Kültürümüzde suyun, çeşmenin, hamamın önemini hatırladığımızda; bir şehirde bulunan nehirde o şehrin incisi gibidir. Kattığı değeri ve güzelliği söylemeye zaten gerek yok. Bu yüzdendir ki birçok insan (buna bende dâhilim) bu köprü ve nehir civarında bol bol fotoğraflar çekmektedir.
Buralarda yemek yemeye ve bir şeyler içmeye uygun çok restoran ve kafeler mevcut.
Tıpkı kendi pazarlarımızda kapalı çarşılarımızda olduğu gibi “bujrun bujrun” diye bağıran lokanta/restoran personeli görmek sizi tebessüm etmeye sevk ediyor : )
Buralarda büyük porsiyonlarda yemek yemek lezzetli tatlıları ve kahveleri tüketmek insanı buralara bağlıyor. İnsanların ilgisi sıcaklığı ve sevgileri ise sizleri evinizde hissettiriyor.
Küçük bir memleket olmasından ötürü; Priştine’de yol tarifi aldığımız arkadaşlarımızı burada sokakta bulmak çok zor olmadı. Daha sonra şehirde bana eşlik edip beni gezdirdiler. Ömer isimli arkadaş ve diğer ismini hatırlamadığım arkadaş ile günümüzü gecemizi yiyip içerek bol bol resim çekerek geçirdik. Dönme vakti geldiğinde şehrin ortasında Priştine otobüsüne binerek bu güzide şehirden ayrıldık. Dönme vaktimiz gelmesine istinaden şehir yağmurlu idi, herhalde hüzün kapladı memleketi : )
Başkente vardığımızda yağış devam ediyordu. Otogardan şehir merkezine giden herhangi bir dolmuş olmadığı için insanlar taksiye biniyorlardı. Ben de birilerine sorup olayı öğrenirken Mirsada isimli bir hanım beni birlikte gitmeye davet etti. Kendisi de Prizrenli imiş ve aynı otobüste gelmişiz. Fakat Türkçe konuşamadığını söylemişti biraz bilmesine rağmen. Biz de iletişimimizi İngilizce sağladık.
Kendisi ile beraber bindiğimiz takside sürücü amcanın da Türkiye’ye dair söyleyecek anıları vardı. Önce hoş geldiniz diyerek beni selamladı. İstanbul’da yıllarca çalıştığını ve çocuklarının da orada yaşadığını anlattı.
Kısa süren taksi yolculuğunun ardından Mirsada’yı bir şeyler içmeye davet ettim ve taksiden indiğimiz bir noktada birer kahve içip dostluğumuzu pekiştirdik.
Balkan coğrafyasına gelip köfte yememek olmazdı. Doyurucu ve leziz köfteleri ayran ile afiyetle yedik. Buralara kadar gelmişken bir Bosna’yı anmak güzel olur diyerek muazzam Boşnak böreklerini de yedik. Allah bu lezzetleri yerinde tattırmayı bize bol bol nasip etsin : ) malum taş yerinde ağırdır.
Nene Teresa Caddesi’ne yakın diğer sokaklarda eğlenebileceğiniz güzel barlar kafeler restoranlar mevcuttur. Aroma Bistro da çok lezzetli yiyecekler mevcut.
Maroon Pub da mekân sahibi sizi masasında ağırlar ve kafanızı çevirdiğinizde önünüzde size sunulmuş ikram bulunur. Her 5-6 şarkıda bir Türkçe şarkı dinlersiniz ve eğlenirsiniz. Che Bar ise küçük bir oda gibi ama tıklım tıklım dolu bir nezih mekândır. Garsonları sizin Türk olduğunuzu anlayınca en sevdiğiniz takımın hangisi olduğunu sorarlar. Diğer bazı bize göre küçük sayılan oda gibi mekânlarda orglu şarkıcılı eğlence içerisinde bulursunuz kendinizi. Yine Türkçe müzikler çalınır ve birden mavi mavi masmavi şarkısına eşlik eder halde bulursunuz kendinizi. Davullu zurnalı düğün varmışçasına halay çekilir eğlenilir. Görece olarak küçük olan bu mekânlarda kocaman eğlenceler mevcuttur.
Yine kahve içip sohbet ettiğim bir diğer kişi ise Valbona Hanım’dır. Kendisi eğitimli kültürlü ve “Elveda Rumeli-Sütçü Ramiz” tadında Türkçesi ile güzel vakit geçirdiğim kişidir. Gitmeden önce de bol bol soru yağmuruna tuttuğum ve yararlı bilgiler aldığım Valbona Abla Priştine’ye adım attığımda da bana vakit ayırdı; birlikte sosyalleştik.
Toparlayacak olursak; Kosova küçük bir ülkedir. Gelişime açık yönleri de hayli fazla. Fakat bunlar Kosova’yı yerinde incelememize engel değildir. En azından seyahat güzergâhınıza yakın olduğunda da uğramanızı yerel insanlarla hasbihal etmenizi tarihi ve bağları yad etmenizi öneririm.
Benim tecrübelerimden oluşan bu mütevazı yazı ve paylaştığım fotoğraflar umuyorum ki sizler için +1 bahane/teşvik sayılır ve sizler de Kosova ve Kosovalı kardeşlerimizle tanışırsınız.
Son olarak buralar ile ilgili buralardan bir kişinin yazdığı şiiri aşağıda paylaşmak istedim. Kosova'nın Balkan Savaşları neticesinde Osmanlı hakimiyetinden çıktıktan sonraki hali üzerine babası bu topraklardan (Peje şehri yani ipek şehri doğumlu ‘’İpekli Tahir Efendi’’) olan Mehmet Akif Ersoy şu şiiri inşâd etmişti: ****wikipedia.org’dan alınmıştır.
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...
Sen misin, yoksa hayâlin mi vefâsız Kosova!
Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın
Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın
Hani asker hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd
Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün nerde o iyd
Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;
Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı?
Âh Meşhed! O ne sâhandaki meyhâne midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde şu peymâne midir?
Ya harîminde yatan, şapkalı sarhoşlar kim
Yoksa yanlış mı hayır, söyleme, bildim... Bildim!
Basacak mıydı, fakat, göğsüne Sırb’ın çarığı
Serilip yerlere binlerce şehîdin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesiniDürtecek miydi geçen, leş gibi her lîmesini?
Valbona, Mirsada, Fati ve Ömer isimli dostlarım…