Gökyüzü çok berrak; aşağıda 1. ve 2. köprüyü, Ömerli Barajı’nı, adaları, Büyük ve Küçük Çekmece göllerini ve Marmara Adası’nı seçebiliyorum. İçimden anın anlam ve önemine binaen bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum : ) “From a distance theeere is haaarmony and it echoes through the laaand...”
Kendi söylediğim şarkı bende ninni etkisi mi yaratıyor nedir, az sonra uykuya dalıyorum. Uçuş süresi sadece 1 saat 20 dakika, “İniş için alçalmaya başlıyoruz” anonsu tatlı uykumu bölüyor. Alçalırsan alçal pilot kardeşim, masamız kapalı, koltuğumuz dik, camımız açık, alçalmaya başlamandan teker kondurmana daha çok zaman var, ne diye yaygara yapıp uyuyanları uyandırıyorsun!
Uçak körüğe yanaşmıyor, bu havaalanında körük var mı ondan bile emin değilim. Körükten geçtim otobüs de yok sanırım. Merdivenden inip açık alanda terminale doğru tıngır mıngır yürüyoruz.
İlk kez gidilen bir şehirde uçaktan inildiğinde diğer yolcular takip edilir, pasaport kontrolünden geçilir, check-in’de valiz verilmişse dönen bandın başında valiz beklenir. Bu rutin her şehir için aynıdır, üzerinde düşünülmeden sürüye uyarak gerçekleştirilir. Düşünmeye başlanan ilk an terminalden çıkılan ve elde valiz, ilk kez görülen etrafa şaşkın şaşkın bakınırken şehir merkezine nasıl gidileceğinin kestirilmeye çalışıldığı andır. İster TT ol (Tutumlu Turist), metro vs. ara, ister iş gezisinde ya da geri ülkede ol taksi durağı ara; o şaşkınlık illaki yaşanır.
İşte tam o şaşkın ördek anımızda, az ileride yanındakine Türkçe bir şeyler anlatan üniformalı, çakı gibi diye tabir ettiğimiz bizden yaşça büyük bir Türk subayı gözüme çarpıyor. Hemen atılıp yardım istiyorum. O da sağ olsun hemen atılıp bizi taksicilerin yanına götürüyor ve 25 Euro’dan açtıkları kapıyı 15 Euro'ya bağlayıp, şoförün adresi anladığından da emin olup bizi uğurluyor. Heyt be gözünü sevdiğim Türk askeri diyoruz, bu işi kolayca hallettiğimize sevinerek Priştine merkezine giden yolda etrafı izlemeye koyuluyoruz.
Etrafı nasıl anlatsam, zamanda geriye yolculuk gibi... Eski ve dökük bina yığınları görüyoruz. Hemen yanı başlarında yeni yapılan çoğunun sıvası tamamlanmamış yüksek binalar ve çocukluğumda, çok küçükken bindiğimizi hayal meyal hatırladığım tipte şehir içi otobüsleri...
Hafif endişeleniyoruz, merkezi böyle değildir filan diyoruz, Ankara Esenboğa ve merkez arasındaki yolu düşün misal diye birbirimizi avutuyoruz : )
Merkeze yaklaştığımızı tahmin ediyoruz çünkü ciddi bir trafik başlıyor. Öyle ki saat henüz 16.00 suları olmasına rağmen trafiğin başladığı noktadan otelimize varmamız yarım saati geçiyor. "İstanbul’da yaşayıp trafik çekmekten daha kötüsü böyle bir şehirde yaşayıp trafik çekmek olurdu herhalde" diyor Ahmet. Doğru söze ne hacet!
Peki, merkezde isek neden etrafta gördüklerimizde bir düzelme yok? Acaba diyoruz şoför adresi anlamadı da bizi başka bir yere mi götürüyor. Adama adresi bir daha gösteriyorum. İngilizce de Türkçe de bilmiyor, sadece "Ok, Ok" deyip duruyor uyuz oluyorum. Nihayet bir yanda oto tamir dükkânları, bir yanda manav, bir yanda market olan tuhaf bir sokakta Hotel Prima yazısını görüyorum. Oh be! Organ mafyasından bu sefer de paçayı kurtardık. Yaşlandıkça anneme benziyorum. Stres yapınca hayal gücüm sınır tanımıyor : )
Otelimiz çölde bir vaha! 3 katlı 7 odalı minicik ve yepyeni bir otel.
Resepsiyondaki genç arkadaş kaydımızı yaparken Ahmet'in pasaportunun bir yerinde 17 Şubat tarihini görünce heyecanlanıyor. “Bu tarih bağımsızlığımızın ilan edildiği tarih, bizim için çok önemli” diyor. E adamlar bağımsızlıklarını ilan edeli henüz 5 sene olmuş, heyecan normal diyoruz ve bu tesadüften biz de çok etkilenmiş gibi yapıyoruz : )
Kosovalı kardeşimiz nereyi gezeceğimizi harita üstünde güzelce anlatıyor; Rahibe Teresa Caddesi ve meydanı şehrin en meşhur yeri. Hatta bizim gibi cami, külliye, kilise tarzı yapılarla ilgilenmeyenlerdenseniz bu cadde ve caddeye bağlanan sokaklar dışında gezilebilecek yer bulmak zor : )
Gezilecek yerler ve görülecek yerler listesinin başlarında olan cadde, şehrin geri kalanına göre çok çok güzel ama hakkını verelim. Bizim İstiklal Caddesi gibi, trafiğe kapalı, sağlı sollu kafeleri, restoranları olsun, patlamış mısır ve pamuk şeker satan seyyar satıcıları olsun, kermes tarzı ürünler pazarlanan stantları olsun, bir şehrin ana caddesi olma unvanını hak edecek aşağı yukarı tüm unsurlara sahip : )
Otelimiz buraya yürüme mesafesinde… Cadde üstünde 3-5 kez turlayıp 1-2 ara sokağını gezdikten sonra 21. yıldönümü kutlamamıza yaraşır bir restoran arayışına geçiyoruz. Onlarca kafe var ama restoran sayısı çok az. Yemeği evde yiyip kahve içmeye çıkıyor bunlar sadece herhalde. 1 Euro’ya sosyalleş! Oh ne ala memleket : )
Kosova’nın para birimi Euro. Şahsına münhasır para birimi olan ülkelerdeki gibi ödeyeceğin bedeli anlayabilmek için kafanda hesaplama yapma derdi yok, bu iyi haber. Gördüğümüz şık restoranların menülerinde Balkan mutfağından bir lezzete rastlayamıyoruz. Varsa yoksa İtalyan mutfağı… Kaderimize razı geliyor, ambiyansını en çok beğendiğimiz birini seçip romantik bir akşam yemeği yiyoruz.
Garsonumuz Türk olduğumuzu anlayınca kırık bir Türkçe ile konuşmaya başlıyor, biraz sohbet ediyoruz. Kosova'da nüfusun % 90’ı Arnavut olmasına rağmen, Türkçe birçok okulda ders olarak okutulduğundan, kimi de anadan babadan öğrendiğinden ülkede Türkçe bilen en az 300 bin kişi varmış. Başka bir ülkede Türkçe bilmenin bir meziyet olduğunu duymak insana gurur veriyor. Şarap şişemizin dibi gözüktü. "Sen bize iki kadeh daha aynı şaraptan getirsene" diyor, "ama torpilli olsun" diye de ekliyoruz. "Torpilli ne demek?" diye soruyor. "Kadehe şarabı çok koy demek" diyorum. Gülüyor, şaraplar balon bardağın yarısından çoğu dolu olarak geliyor : )
Yemek sonrası canlı müzik yapılan bir barda, cici bir kız ve saz arkadaşlarından romantik şarkılar dinliyoruz : ) Romantizm bir yere kadar deyip sonrasında lokal, latin, oldies, house vb. çalan çeşit çeşit bar gezip her çiçekten bal alıyoruz. Yorgunluktan bayılmadan kendimizi bir taksiye atıp 1,5 Euro'ya otele varıyoruz. Priştine’de taksi oldukça ucuz ve söylemeye gerek kalmadan taksimetre açıyorlar, bu bile bir gelişmişlik göstergesi bence. Zaten Balkan ülkeleri her ne kadar ekonomik anlamda olmasa da medeniyet anlamında gelişmişler... Binalar, arabalar, mağazalar Nuh Nebi’den kalma ama insanların karşısındakine saygısından, kızı erkeği, genci yaşlısı sosyal hayatın içinde olmalarından Avrupa’da olduğunuzu bir şekilde hissediyorsunuz.
Ertesi sabah kahvaltı sonrası otelimizin sahibinin önerisi üzerine merkezin biraz dışındaki Germia Park'a gidiyoruz. Çok özelliksiz geliyor, hemen geri dönüyoruz.
Ne varsa Rahibe Teresa Caddesi’nde var deyip buradaki kafelerden birine oturup sonbahar güneşinin tadını çıkarıyoruz. Burada iklim karasal. Öğlen 20 derecenin üzerine çıkan sıcaklığın, gece sıfıra kadar indiğine şahit oluyoruz. Zaten Priştine Arnavutçada bozuk mevsim anlamına geliyormuş. Dengesiz havalı bir şehir yani kısaca : )
Kahve keyfi sonrası Sister Terasa ile vedalaşıp, otelden valimizi kaptığımız gibi otogara gidiyoruz.
Yazarın diğer yazılarını www.gezentianne.com'dan takip edebilirsiniz.
Yorumlar