Yolculuk başlıyor, hastaneden bir arkadaşımla beraber hastaların üstümüzde yarattığı travmayı atmak üzere yola çıkacağız birazdan. Buluşma sonrası kendimizi TEM’e atıyoruz. Cuma akşamı her zaman olduğu gibi berbat bir trafik var, herkes sözleşmiş gibi kendini İstanbul’un cehennem sıcağından çevre illere atıyor. Neyse Silivri civarına gelince tatil alışverişi eksiklerini tamamlamak üzere Maxi Alışveriş Merkezi’ne uğruyoruz. E-5 üzerinde mola verilebilecek güzel bir mekan bana göre. Deniz için terlik ve yeni bikini alışverişinden sonra, kendimizi Mado’ya atıyoruz. Öyle ya, koca hafta sonu için enerjiye ihtiyacımız var!
Tekirdağ’a varışımız yol çalışmaları olduğundan dolayı akşam 7’yi buluyor. İlk konaklama yerimiz Şarköy’e yakın Mürefte! Tekirdağ’dan sonra yol için 2 seçeneğimiz var. Birincisi, Malkara yolundan devam edip Şarköy’e inmek, diğeri ise deniz kenarından Kumbağ, Hoşköy üzerinden devam eden sahil yolu. Ben 10 yıl önce sahil yolunu kullanmıştım, o zamanlar çok bozuktu, yine de 10 yılda bir şeyler değişmiştir diye umarak, deniz çocuğu olduğumdan sanırım, sahil yolunu tercih ettik. Bol virajlı, kenarında ‘taş düşebilir’ diye tabelalar bulunduran, böbrek taşı düşürmeye bire bir sahil yoluna çevirdik rotayı. Yaklaşık 70km sonrasında Mürefte’ye vardık. Otelin kapısına gelince bizde biraz hayal kırıklığı uyandırsa da misafir umduğunu değil bulduğunu yer mantığıyla odamıza yerleştik.Keşke Tekirdağ otellerini daha detaylı araştırsaydık diye düşünsek de saat 22.30 olsa da hemen giyinip kendimizi Şarköy’e attık.
Şarköy 17.000 nüfusu olan küçük bir sahil kasabası. Arabayı bir yere park ettikten sonra sahilde yol yorgunluğunu atabilmek için soğuk bir bira içebileceğimiz bir pub aradık. Tabii ara ki bulasın… insan sahil kasabası ve turistik bir mekan olunca her yerin cafe ve barlarla dolu olduğunu düşünüyor. Bir o tarafa yürüyoruz, bir bu tarafa, yok da yok. Güzel cafeler var fakat, sebebini bilmediğim bir şekilde deniz kenarında değil. Birkaç seyyar satıcıya da sorduktan sonra, boynumuzu bükerek, Ajdar’dan bir ton daha iyi olan bir solistin olduğu ve tüm masaları boş olan bir bara geçtik. Öyle ya misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş. Uzaktan bakınca iskelenin orada başka bir mekanı gözümüze kestirdik, buradaki şarkıcının bize kattığı yorgunluğu da üzerimize alarak, iskeleye doğru yol aldık. Bu arada tavsiye edebileceğim, müzikleri hoş olan bir pub’un önünden geçtik, yanlış hatırlamıyorsam cafe de paris…, ama Tuborg tekelinde olduğundan tercihimizi yine iskele yönünde kullandık. İskeleye 2-3 tane yan yana balık restoranı yapmışlar. Akşam rakı balık yapmak isteyenlere şiddetle tavsiye edilir. Kumkapı usulu çalgıcılar bir taraftan, akşamın serin rüzgarı bir taraftan gerçekten dinlendirici bir ortam. Sabah erken kalkmamız gerektiğinden eğlenceyi kısa kesip tekrar mürefte’ye dönmeye karar verdik. Ama dönmeden Şarköy’de yaptıracağımız son bir şey kaldı. Tabelası da aynı olan ‘tatil dövmesi’…. Benim omzuma kelebek konduktan ve arkadaşım Özge’nin bacağına sarmaşıklar sarıldıktan sonra gece 2 gibi ancak otele varabildik. Ama gece henüz bitmedi. Şükürler olsun ki otelde canlı müziğini kaçırdığımız terastaki barına çıktık. Otel hakkındaki tüm hayal kırıklığımız bir anda uçtu gitti. Terasa sakin, manzarası alabildiğine deniz olan, hizmette sınır olmayan bir bar kurmuşlar. 1 duble rakı eşliğinde koyu bir sohbete başladık. Ayaklarımızı uzatıp denizi izledik. Derken garsonlardan birisi tek müşteri biz olduğumuzdan yanımıza gelerek sohbetimize katıldı. Daha önce internetten araştırmama rağmen yöresel şarap yapım atölyelerinin telefonlarını bulamadığım için garsonumuz İsmail’e bu konuda danıştım. Konu şaraptan açılınca hemen kalkıp bize tadımlık bir şişe şarap getirdi. Aker şarapçılık diye bir imalathane varmış Mürefte’de.
Bize birer kadeh Cabarnet- savignon ikram etti. Aman tanrım o da ne? Galiba hayatımın en güzel şarabını içtim. Ben şaraptan pek anlamam, ama sanki meyve suyu içiyorum. İnanmadığımdan şişesini kontrol etmek istedim, gerçekten bu içtiğim sıvıda %12 alkol mü var yani?? Evet, gerçekten varmış…
Sabah uyandığımızda ilk işimiz yamaç paraşütü yapmak. Biraz geç uyandığımızdan kalkıp apar topar Uçmakdere’ye yol alıyoruz. Buluşma yerimiz iniş alanı. Bu arada belirtmem gerekir ki hiçbir Tekirdağ’lının kilometre hesabına güvenmeyin. Ya onlar mil üstünden hesap yapıyorlar, ya da benim kilometre sayacım bozuldu. Yan yana oturan insanlara bile aynı yeri sorduğunuzda birisi 30, diğeri ise 80km diyebiliyor çünkü. Üstelik 30 km çok virajlı bir yolun 15 dakika süreceğini iddia edenler bile oldu. Tekirdağ yöresinde neden bilmem tabela eksiği olduğundan yolda gördüğümüz konuşabilen her canlıya iniş alanına ne kadar kaldığını sorduk. Aldığımız en güzel cevap; köprü, dere ve çeşme kombinasyonunu görünce sağa sapın cevabı oldu. Verdikleri kilometre hesabına güvenmediğimden bu kombinasyonu yakalamak daha mantıklı geldi. Sonuçta yaklaşık 25 dakika sonrasında iniş alanına vardık. Kadir bey’le buluştuktan sonra teker teker yukarı çıkıldığından önce ben attım kendimi kurban olarak. Arabayla 10 dakika mesafedeki tepeye çıktık. Malzeme hazırlığı da bitince uçmaya hazırım artık. Kadir bey bana ne kadar şu yöne koş dese de ben paraşütün çekim kuvvetinden kurtulamadığımdan sadece sağa sola saçma savrulma hareketleri yapabildim. Bana rağmen havalanabildik. Adam çuval taşısaydı muhtemelen onun için daha kolay olurdu. Ama havalandıktan sonra gerçekten muhteşem bir his, ayaklarınız yerden kesilmiş, havadasınız, yerçekimi hissetmeden yaşayabileceğiniz bir 10 dakika. İnişe geçerken denizin üstünde birkaç tur dönmeniz gerekiyor. Valla ne yalan söyleyeyim ben gözlerimi kapattım, kusmaya ramak kalmıştı çünkü. Ben indikten sonra sıra özgeye geldi, o sırada araç sorunu çıktığından hemen paraşütü paketleyip attık arabaya. Transporter gibi olmasa da sonuçta zirveye ulaşmayı başardım. Aynı paraşütün serilmesi hazırlıklar ve sonrası kabus koşu… yine de özge koşması gereken hedefi benden daha iyi tutturdu, ve havalanabildiler. arkalarından birkaç kare çekme çabam sonrası inişlerine yetişebilmek için bayırdan aşağı saldım ben de kendimi. İniş alanına vardığımda Kadir bey bir sonraki uçuş için tepeye doğru yola çıkmıştı bile.
Özge’yle buluştuktan sonra zil çalan karnımızı doyurmak üzere yolda gelirken gördüğümüz bir kaç kır lokantasında yemek yemeye gitmek üzere arabaya atladık. Şarköy yönüne ilerlerken Hoşköy’ü biraz geçtikten sonra çınar kamp alanında durduk. Ya biz çok açtık, ya da yemekler çok lezzetliydi bilmiyorum ama kurt gibi acıkmışız. Muhteşem Tekirdağ köftelerinin ardından deniz kenarına attık kendimizi. Ne yalan söyleyeyim deniz berbattı, belki Karadeniz çocuğu olduğumdan ben alışmışım güzel kumsallara, burası ise genelde taşlık. Deniz de çok bulanıktı, yüzdüğüm yerin dibini görmüyorum, bilmediğim deniz, akıntı ihtimaline karşı açılamıyorum. Ama Marmara adasının manzarası eşliğinde denize girdik, güneşlendik, biraz da kestirdik. Uyandığımızda saat 7 buçuk olmuştu, eyvah diye feryat ederek, dün gece içtiğimiz harika aker şarap satış mağazasının kapanmamış olduğunu umarak tekrar Mürefte’ye döndük. Saat 8 olmasına rağmen hala açıktı. İnanılmaz güzel bir yer, inanılmaz güzel bir aile, inanılmaz güzel bir ortam ve en önemlisi inanılmaz güzel şaraplar. Mahzeni gezdik. Arabanın alabildiği kadar şarabı sağa sola sıkıştırmak suretiyle tekrar yola koyulduk, ikinci gece için konaklama yerimiz Marmara Ereğlisi. Bu kez dönerken Kumbağ değil, Naip üstünden devam ettik, yol nispeten daha iyi, yaklaşık 1,5 saat sonra Tekirdağ’a vardık. Daha önce niyetlendiğimiz gibi Tekirdağ’da ufak bir peynir tatlısı molası verdik. Tam meydana yakın, balkan pastahanesinden peynir tatlısı yemenizi tavsiye ederim. Ama dikkat mutlaka üstüne dondurma koydurun, çünkü o kadar tatlı ki, dondurma bile yanında tuzluymuş gibi kalıyor.
Küçük molamızın sonrasında Marmara Ereğli’sine devam ediyoruz. Her ne kadar nüfusu 10.000 olsa da bence Şarköy’e göre çok daha güzel ve daha turistik bir mekan. Otele yerleştikten sonra daha önce araştırdığım safir club, yeni spice olan mekana gittik. Gerçekten çok güzel bir mekan yapmışlar, müzikler güzel, dansçı kızlar zaten harika, yaklaşık bir saat mekanda takıldıktan sonra ortamı gençlere bırakmaya karar vererek otele döndük, sabaha kadar sahilde oturduk, İstanbul’un keşmekeşinden sonra biraz sakinlik iyi gelmedi desem yalan olur.
Ertesi sabah kahvaltı sonrası Tekirdağ’a döndük. Tekirdağ içinde çok kalamadık ama, zar zor navigasyonla bulduğumuz Namık Kemal evinin Pazar günleri kapalı olduğunu görmek açıkçası hayal kırıklığına uğrattı bizi. Ne yapalım hediyelik peynir helvaları da aldıktan sonra kendimize güzel bir plaj bulmaya karar verdik. Tabii ara ki bulasın… Durmadığımız benzinlikçi, sormadığımız pompacı kalmadı. Yine şahane yol tarifleri, kimi 5 km sonra diyor, kimisi 40 km sonra. Oteldeyken resepsiyondaki görevli gidilebilecek en uygun plajın Marmara Ereğlisi ile Tekirdağ yolu arasındaki Dallas olduğunu söylemişti. Dallas’ı bulamayınca başka bir yerde durduk. Şezlong yok, büfe yok, tuvalet yok. Tam bir hayal kırıklığı yani. Ama kafaya koyduk bulacağız Dallas’ı. Tekrar yola koyulduk, en güvenilir tarif olan, birinci camiden değil ikinci camiden sal aşağı kendini. Sonunda bulduk Dallas’ı. Şezlong bulunca harbi bir küp altın bulmuş kadar sevindim. Medeniyet böyle bir şey işte ya ama Tekirdağ plajları bizden geçer not alamadı.
Saat 7 buçuk gibi dönme vaktinin geldi, ama daha bitti mi? Tabii ki hayır. Tekirdağ sınırlarından çıksak da yenecek harika bir akşam yemeğimiz var, tabii ki Silivri ve tabii ki kılçık. Harika mezeler eşliğinde güzel bir günbatımı ile tatili bitirdik. İstanbul’a kalan 55 km mi? İşte o kısmı ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Ama yine de kulağınıza küpe olsun bence TEM’i tercih etmeyin.