Hafta sonu ne yapalım diye düşünürken tam da Karadeniz zamanı diye düşünerek rotamızı Artvin’e çevirdik. Ben daha önce kısa da olsa Doğu Karadeniz turu yapmıştım, fakat Artvin’i görmek nasip olmamıştı. Bu kez nokta atışı olarak Artvin’e yolculuk yapmaya karar verdik.
Bence Artvin’in en önemli özelliği okuma-yazma oranının en yüksek ili olması. İnsanları çok cana yakın ve yardımsever. Doğasından bahsetmiyorum, tam bir dünya harikası bana kalırsa. En çok merak ettiğimiz bölgesi olduğundan bu gezide biz biraz Şavşat’a odaklandık.
Sadece iki günümüz olduğundan zamanı iyi planlayıp gezilecek yerlerin de hakkını vererek dolaşmamız lazım. Bu konuda zaten kendisi Şavşatlı bir profesyonel doğa fotoğrafçısı olan Murat Günküt’ün çok yardımı oldu. Zaman kısıtlı olduğundan olmazsa olmazları listeleyip bize güzel bir rota çıkartarak bizi ciddi zaman kaybından kurtardı. Konaklama yerimiz zaten Kocabey Yaylası’ndaki bungalov evler. Hızlı bir kahvaltı sonrası hemen çevrede fotoğraf çekimlerine başlıyoruz.
Yanımda iki fotoğraf aşığı ile gittiğim için onları bu manzaradan koparmak çok zor oluyor fakat başarıyorum. Daha sonra Ardahan sınırına doğru ilerliyoruz. Bu yol beni özellikle etkiledi, çünkü iki dağ yamacının arasında durup sanki bir atlasın içine düşmüşüm gibi hissettim kendimi. Sağımda yeşillikler içinde Karadeniz ormanları ile kaplı koca bir dağ, solumda Doğu Anadolu’nun mevsim nedeniyle hâlâ karlı çorak arazisi. Bu geçişi bu kadar keskin göreceğimi düşünmemiştim ve çok beğendim fakat fotoğrafçılarımız pek de beğenmemiş olacak ki oldukça kısa tuttuk buradaki ziyaretimizi.
Sonrasında adını çok duyduğumuz Arsiyan Yaylası’na doğru gidiyoruz. Arsiyan Yaylası merkezden yaklaşık 1,5-2 saat kadar sürüyor fakat kilometre hesabına kanmayın, yollar dar ve oldukça virajlı olduğu için yanıltıcı olabiliyor. Arsiyan Yaylası yolu üzerinde giderken ilk durak noktası Pınarlı köyü. Küçük ve sevimli bir köy, yol üzerinde durup fotoğrafını çekmek isteyeceğiniz birçok kareyle karşılaşıyorsunuz. O nedenle yollar da pek bitmek bilmiyor.
Henüz el değmemiş, etrafındaki doğa betonlarla kirletilmemiş, turkuazın yeşile çalan müthiş bir tonunu yakalayabileceğiniz aslında ufacık bir göl. Turkuazın güzelliği, ardındaki karlı dağlar ve masmavi gökyüzü ile harika kareler armağan etti bize. Şansımıza tüm gün hafif sisli olan hava da tam burada güneşle doldu. Eğer Şavşat’a kadar zahmet ettiyseniz Balık Gölü’nü görmeden dönmeyin derim.
Ardından görmek istediğimiz Arsiyan Yaylası hayal oldu. Bir gece önce kar yağdığı için yollar oldukça çamurlu olduğundan sadece 10 kilometre kalmış olan yolu tamamlayamayıp boynumuz bükük geri dönmek zorunda kaldık.
Şavşat denince akla gelen ilk rota Karagöl olagelmiştir. Belki bu kadar ön planda olduğu için beni biraz hayal kırıklığına uğrattı aslında. Arabadaki iki fotoğrafçı durumdan çok memnun olsa da ben o kadar da tatmin olamadım. Karagöl, Şavşat’ın en bilinen mesire yeri fakat göl kenarına araç ile girebiliyorsunuz. Bu durum kampçıların işine yarayabilir ama doğa fotoğrafı çekmek isteyenler için katliam bence. Tam güzel bir kare yakaladınız, önünde bir araç park etmiş. İnsanların dinlenmesi için yapılmış bankların üzeri kıpkırmızı brandalar ile kaplanmış. Tabii ki gölün bir kenarında insanların dinlenip, oturup manzaraya karşı güzel bir Karadeniz çayı içmesi gerekir ama boyasız badanasız hem de koca bir beton yığını olmamış bu gölün yanına.
Bu güzelim doğallığı bu kadar bariz insan yapımı ile kirletilmiş olması içime sinmedi ne diyeyim. Fotoğraf çekimleri sonrası gölde sandal ile gezinti yaptık biraz. Bu azıcık keyfimi yerine getirmedi değil.
Tibet Kilisesi’nin bence çok hazin bir öyküsü var. 900’lü yıllarda inşa edilmiş olan kilise çeşitli onarımlarla 1.000 yıl kadar dimdik ayakta durmuş. 1885’te yıldırım düşmesi sonucu ağır hasar alan kiliseye asıl darbeyi 1950’li yıllarda dönemin kaymakamı vurmuş. Dinamit ile tarumar olan kilisenin bir iki duvarı hâlâ direniyor. Şimdi ise köyde yaşayanlara emanet. Mevcut ve çok derin olan kültürümüzün korunmasındaki noksanlığın hâlâ yaşayan ve direnen bir örneği bence bu kilise. Köy kahvesinde Murat Bey ile çaylarımızı yudumlayıp sonraki günün rotasını çıkartıyoruz.
Şavşat’a yaklaşık 1 saat mesafede olan Maden köyünün en önemli özelliği tüm köy evlerinin ahşaptan yapılı olması. Gerçekten günümüze hiç bozulmadan gelmesi sağlanmış fakat bizim şansımıza hava fotoğraf için gerçekten çok kötüydü. Etrafta biraz zaman harcayıp havanın düzelmesini bekledik ama nafile.
Dönüş uçağımız Trabzon üstünden olduğundan yolda Borçka Karagöl’e uğramayı da ihmal etmedik. Karagöllerden hangisi daha güzel diye sorarsanız ben açık ara farkla Borçka derim. Göl etrafına araç girmediği için görüntü kirliliği yok, çevresel düzenleme de doğaya çok uygun yapılmış. Ben bir kenarda oturup çayımı yudumlarken fotoğraf çekimleri de tamamlandı.
Dönüş yolunda Rize’de Çayeli fasulyesi ziyafeti sonrası Trabzon Havaalanı’na vardık. Gidecek olanlara belki de tek önerim mutlaka yüksek araç, mümkünse cip kiralayın. Ayder Yaylası’nın kaderini paylaşmadan bakir kalmış doğasını mutlaka görün derim.
Erhan Hanlıgil’e fotoğrafları için teşekkür ederiz.
Diğer yazılarım için bloğumu ziyaret edebilirsiniz.