İsmi bu kadar garip olan bir yere gelmek kimin aklına gelebilir? İsmi kadar kendisi de güzelliği ile bizi şaşırtan şehir Ljubljana. “Lubyana” olarak okunuyor. Slovenya'nın başkenti ve en büyük şehri. Bize biraz olsun Eskişehir’i andırdı.
Zagreb’ten Ljubljana’ya 12.30 treni ile geliyoruz ve akşamüzeri burada oluyoruz. Otelimiz Hotel Meksiko tren istasyonuna yaklaşık 1-2 kilometre uzaklıkta ve 10-15 dakikada ulaşabiliyoruz. Konumu ve temizliği ile otelden memnun kaldık. Şehir içine yürüyerek ulaşımı oldukça kolay sağlayabilirsiniz.
İlk olarak merkeze doğru inerek Ejderha Köprüsü’ne varıyoruz. Köprü dünyada yapılmış ilk beton köprü olarak biliniyor. Manzara karşısında etkilenmemek elde değil. Nehrin bir yakasında kafeler ve restaurantlar; diğer yakasında ise katedral ve pazar yeri bulunuyor.
Aziz Nicholas Katedrali ise köprülerin üst kısmında yer alıyor. Yeşil kubbesi ve ikiz kuleleri ile şehir merkezinde tanınan bir yapı. 18.yüzyılda Barok mimarı tarzında yapılmış. Katedralin içini de ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz. Katedralin sokağında yer alan hediyelik eşya dükkanından da Ljubljana’ya özgü farklı eşyalar alabilirsiniz.
Buradan Preseren Meydanı ve Üçlü Köprü’ye gidiyoruz. Ljubljana'daki Preseren Meydanı'nında da ünlü Sloven şair France Preseren’in heykeli bulunuyor. Bu heykelin ilginç bir de hikayesi var, şairin meydanın karşısındaki bir binanın duvarının üzerinde duran Julija'nın yarı kabartmasına sonsuza kadar seyreden heykeli bulunuyor.
Akşam yemeği için tercihimiz nehir kenarında ki Burger Bar oluyor. Dana eti ile yapılmış kendilerine özel lezzetleri ve kendilerine has biralarını denemelisiniz. Yemekten sonra Vigo isimli dondurma dükkanını keşfediyoruz. Hayatımızda yediğimiz en iyi dondurma olduğunu iddia edebiliriz. Mango ve beyaz çikolatalı dondurmalar favorimiz oluyor.
Gezimizin ikinci gününde önceliğimiz Tivoli Park… Buraların yeşilliğine hayran olmamak elde değil. Parka girişte National Geographic fotoğrafçıları tarafından; Slovenya ve Amerika Milli Parkları’nda çekilmiş birbirinden hoş fotoğrafların yer aldığı sergi bulunuyor. Parkın geçmişi 1800’lere kadar dayanıyor. Genişliği 5 kilometrekare olan park ziyaretçiler için yapılmış kartpostallara koyulacak muhteşem manzaralı yollardan oluşuyor. Yürüyüşünüz esnasında size eşlik eden siyah ve kahverengi renklerdeki sincaplarsa ortamın ne kadar doğal kalabildiğinin kanıtı. Tüm çocuklar tüm gençler kendilerini parka atmış, anneannemiz yaşında teyzeler bisiklet üzerinde bizden daha dinç duruyorlar.
Sonrasında rotamızda Ljubljana Kalesi ve şehir manzarasını görmek var. Kale güzel bir panoramik şehir manzarasına sahip. İsterseniz teleferik ile yukarı çıkabiliyorsunuz, isterseniz de güzel bir yürüyüş yolundan çıkabilirsiniz. Biz tercihimizi yürüyüş yolundan yana kullandık biraz yorucu bir yol ama mutlaka görülmeye değer. Yukarı çıktığımızda da zaten teleferiğin çalışmadığını öğreniyoruz. Kale manzarasından şehri görmek ve güzel bir yemek için restoranlar bulunuyor. Geçmiş yüzyıllarda kraliyet ailesinin ikametgahı ve ordu karargahı olarak kalenin hizmet verdiğini de öğreniyoruz.
Kaleden aşağı indiğimizde şehir meydanında Belediye Binası ve Robba Çeşmesi’nin olduğu alanda bir çok alışveriş dükkanına rastlayabilirsiniz. Bu meydan da 15.yy’da yeniden oluşturulmuş.
Zagreb ve Ljubljana doğal güzelliği bakımından birbirinden çok farklı olmasa da, Ljubljana’nın ekonomik oluşu ve nehir kenarında şehrin konumu bize kendini daha çok sevdirdi diyebiliriz. Biz buralara doyamadık. Buraya mutlaka gelinmeli ve en az üç gün kalınarak şehrin tadını çıkarmalısınız.