Havaalanında beni alacak arkadaşımı beklerken en az İstanbul kadar kozmopolit bir yer olduğunu hissetmeye başlamıştım. Beni karşılayan arkadaş üniversiteyi 5 yıl Nişantaşı’nda beraber okuduğumuz Yasin’di. 3 yıldır Güney Afrika’da yaşıyordu.
Çok geçmeden beni havaalanından aldı ve eşyaları bırakmak üzere kaldığı eve gittik. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili ortası çimenlik bahçelik Türkiye’deki site tipi evlerin olduğu bir yapı. Ancak en fazla 3 katlı binalardı. Eşyalarımı koyduktan sonra yemek yemek için dışarı çıktık. Yurt dışında genelde tercihimi Türk restoranlarından yana kullanıyorum. Ancak bu sefer bize en yakın restoran km’lerce uzakta idi. O yüzden Yasin’in bildiği güvendiği deniz ürünleri restoranı olan Ocean Basket restorana gittik.
Önce iştah açıcı olarak suşi geldi. Ardından kalamar, karides, şahane bi balık ve acı soslar vardı. Onca çeşit yememize rağmen gayet makul bir ödeme yaptıktan sonra çıktık. Yol boyu muhtelif restoranları gördüm. Bulunduğumuz muhit Müslümanların ağırlıklı olduğu bir semt olması sebebiyle ekseriyatla restoranların tabelasında veya vitrininde ‘’Halal’’ yazıyordu. Burada işletme sahipleri Müslüman olmasa bile bu konuda gayet hassas davranıyorlardı. Hatta marketlerde restoranlarda bile bir çok üründe helal sertifikası vardı. Özellikle Hintliler ve Pakistan’lılar restoran konusunda sektörü ele geçirmişler diyebilirim.
Nefsimizi doyurduktan sonra arkadaşımın şirketini ziyaret etmek üzere yola çıktık.
Gittiğimiz yollar ve güzergahlar bazen çok geniş ferah gelişmiş ve modern bazen de çok bozuk dar ve ot kaplıydı. Halbuki hepsi aynı şehrin içerisinde. Aynı şekilde semt semt insan profilleri de keskin bir değişiklik arz ediyordu. Kısaca orta direk diye tabir ettiğimiz kesim neredeyse yok, zengini çok zengin fakiri aşırı derecede fakirdi. İlk etapta siyahiden çok beyaz gördüm sokaklarda. Fakat program icabı varoşlara doğru gitmeye başlayınca ülkenin asıl sahiplerinin varoşlarda olduğunu gördüm. Araçla seyahatimiz esnasında arkadaşım sık sık camı sonuna kadar açmamamı kapımı sürekli kilitli tutmamı sadece 4-5 parmak aralık bırakmamı söylüyordu. İlk başta çok ciddiye almadım dediklerini. Ancak dünyadaki en güvensiz şehirlerden biri olduğunu duyunca o camı 5 parmaktan fazla açmamaya başladım.
Kızgın bir Somali’linin o aralıktan elini sokup bıçağı boğazına dayayarak paranı istemesi işten bile değildi. Çünkü burada beyaz adam demek para demekti. Bu arada yanlış anlaşılmasın can güvenliği sadece beyazlar için değil herkes için sorundu. Yine de karşımda son derece gelişmiş, modern, bir şehir vardı. 8 şeritli muhteşem yollar, yollarda arz-ı endam eden son model araçlar, lüks markalar, İstanbul’dan daha canlı bir gece hayatı… Türkiye’de 160 bin TL’ye alabileceğiniz bir aracı burada 70-80 bin TL’ye alabiliyorsunuz ve dahası vergi, yakıt derdi yok. İstediğin en lüks aracı da alsan vergin Türkiye’deki orta halli bir araçla aynı. Bu yüzden yollarda son model lüks araçlar cirit atıyor.
Velhasıl OYA Sweet Company’e ulaştık girişimci bir işadamı olan Ümit Bey’in kurduğu şirket oradaki pazarı resmen kalbura çevirmiş. Yönetim kadrosunda çalışanların neredeyse hepsi Türk. Hala daha acil kalifiye eleman ihtiyacı olduğunu söylüyor. Şirkette çalışan arkadaşların ekseriyatı artık Türkiye’ye dönmek istemediklerini orada devam etmek istediklerini söylüyorlar. 3-5 ay gibi kısa bir sürede hiç İngilizce bilmeyen biri bile gayet güzel İngilizce konuşmaya başlıyor dil problemi yok diyorlar. Birkaç saatlik hoş beşden sonra istirahat için eve geçiyoruz.
Yatmadan önce salonda bir harita dikkatimi çekiyor. Üzerinde sınırların ve yolların olduğu siyasi bir harita. Dikkatle bakıyorum Afrika kıtasının neredeyse bütün ana yolları Johannesburg’dan geçiyor. Çizgiler o kadar yoğun ki adeta örümcek ağı gibi bir görünüm arz ediyor. Öyle diyor Yasin; Capetown başkenttir fakat orası daha ziyade turistik ve göstermelik bir şehirdir. Asıl ticaretin ve paranın döndüğü finans merkezi Johannesburg’dur.
Ertesi günü bir Türk restoranına gidiyoruz. Ustalar ve yardımcıları Türk servisçiler ise Afrikalı. Türklerden biriyle sohbete koyuluyoruz. Bir yandan işini yapıyor bir yandan da anlatıyor.
Şehri turluyoruz farklı enstantaneler yakalıyoruz. Akşama doğru Afrika kıtasının en büyük camilerinden olan NizamiyeComplex’e gidiyoruz. Türk işadamlarının yaptırdığı bu cami , Süleymaniye Camii’nin % 20 oranında küçüğüymüş. Tasarımı ve projesi birebir Süleymaniye…
Nizamiye sadece bir cami değil bir külliye-kompleks olarak düşünülmüş. Avlusunda ve çevresinde restoranlar, iş yerleri, dükkanlar, Hastahane, Üniversite ve tezgahlar var. Adeta bir panayır yeri gibi kalabalık ve renkli. Kurutulmuş etten yapılma çubuk krakere benzeyen bir şey alıyoruz. Bol baharatlı acayip lezzetli bir atıştırmalık. Hindistan yöresine ait olduğu baharatların çokluğundan belli oluyor.
Dış avluları geçtikten sonra içeri girerken kapının kenarından başında kırmızı bir fes olan adam dikkatimi çekiyor. Selam verdim ismini sordum muhabbet ettik. Cami görevlisiymiş mihmandarlık yapıyormuş. 3-5 dakika muhabbetten sonra sordum neden bu fesi takıyorsun diye. Koca dudaklarını ısırarak güldü önce ''Çünkü sizi seviyoruz'' dedi. Sarıldım sıkıca. Türkiye'ye gelirsen beklerim ''Biz de sizi severiz'' dedim. İçimde tatlı bir huzurla devam ettim.
Ertesi günü şehrin en lüks alışveriş merkezlerinden birine girdik; Nelson Mandela Square. Mandela’nın sadece adını duymuştum bugüne kadar. Heykelinin dibinde Mandela’nın özgürlük ve Güney Afrika’nın bağımsızlık hikayesini dinledim. Filmlere konu olmuş efsanevi bir karakter. Filmin adı: Özgürlüğe Giden Uzun Yol. Türkiye’ye döner dönmez izledim filmini, mutlaka tavsiye ederim. Arkadaşımın ısrarları üzerine Pakistanlı bir berbere gittik. Belki internette görmüşsünüzdür kafaya şaplak ata ata masaj yapan müşterilerini traş eden Hintli berberleri. Bu da aynı kültürden gelen Pakistan'lı Muhammed. Türklere karşı özel bir sevgisi ve ilgisi var. Gerçi hoş bütün Pakistan'lıların Türklere karşı ayrı bir sevgisi vardır. Muhammed ile dükkanında çok hoş sohbetler ettik keyifli dakikalar geçirdik.
Yaklaşık 10 günlük Güney Afrika seyahatimin son günlerinde meşhur Aslanlı Parka ve Sürüngenler parkına gittim. Park dediysem öyle çocuk parkı oyun parkı değil bildiğiniz safari park. Sanırım ilk defa aslanlara dokunma mesafesindeydim. Sürüngenler parkında yılanlarla bayağı bi samimi olduğum doğrudur.
Kendi özgür topraklarında tutsak yaşatan aslanlar gibiydi Güney Afrikalılar. Yıllarca devasa altın ve elmas madenlerinde işçi olmaktan, köle olmaktan öteye gidememişlerdi. Dünyanın en büyük altın madenleri beyaz adamlara hizmet etmekten başka bir işe yaramıyordu. Bugün Cape Town hala beyazların yönetiminde. Belki de bu yüzden bu ülkede Afrikalılar kızgın ve saldırgan. Kendilerinden olmayan herkese karşı bir refleksleri var. Etiyopya’daki o naif Afrikalı imajı burada yerle bir olmuştu benim için ve haklıydı da adamlar…
Son söz…
Dünyayı içinde bulunduğu bu bataklıktan kurtaracak olan bilim, akıl veya teknoloji değildir. Vicdan ve inançtır. Şu an gelişmiş ülkeler elindeki teknolojinin %100'de 1'i kadar vicdana sahip olsaydı dünyaya bu kadar zulüm edemez bu kadar fesada boğamazdı. Vahşi bir iştahla ellerindeki bütün imkan ve güçlerini dünyayı daha da b*ka batırmakta kullanıyorlar.