Sabah saat 11.00 sularında yanaştık Dubrovnik, eski adıyla Ragusa'ya. Bugün ve önümüzdeki iki gün (Venedik ve Bari'de) boyunca geçerli olmak üzere saatlerimizi 1 saat geriye almamız tembih edilmişti. Önceki geceden aldık saatlerimizi bu sebepten.
Gemiden panoramik Dubrovnik
Aslında Dubrovnik bu turda en merak ettiğim yerdi diyebilirim. Venedik ikinci sırada geliyordu. Ne var ki bir yere gitmeden önce beklentiyi çok yüksek tutmamak gerekiyormuş demek.
Turumuzun kapsamında “sur” gezisi yoktu. Bunun yerine Konavle + Dubrovnik turu satın aldık ailecek. Bu da demek oluyordu ki Game of Thrones'un çekildiği mekânları yakından göremeyecektim. Neyse, sağlık olsun diyelim ve devam edelim.
Büyük Onofrio Çeşmesi
Gemiden inmeden evvel, önceden tayin edilen bir salonda toplanmamız duyurulmuştu. Yanımızdan ayırmadığımız kartlarımız ve önceki geceden odamıza zarf içinde bırakılan turuncu biletlerimizle rehberlerin başını tuttuğu sıraya girdik. Neden mi? Gemide yaklaşık 300 Türk yolcu olduğundan çareyi üzerinde farklı sayılar yer alan stickerlar dağıtmakta bulmuşlar. Bu şekilde aynı rakamdaki yolcular aynı otobüslere yönlendiriliyor. Rehberimiz Toprak Demirci eşliğinde biz de 4 numaralı otobüsümüzün yolunu tuttuk gemiden iner inmez. Programa göre önce otobüslerle kısa mesafedeki Dubrovnik Old Town'a transfer edilecek, burada bir süre gezip bilgilendirildikten sonra da yine otobüslerle Konavle çiftliğine gidecektik. Nitekim öyle de oldu : )
Pile Kapısı'ndan giriyoruz Old Town'a. Kapının hemen üzerinde Aziz Vlas Heykeli karşılıyor bizi. Nam-ı diğer koruyucu aziz (not: mezarı Sivas'ta). Kapıdan girdikten 1-2 dakika sonra Dubrovnik'in meşhur Stradun Caddesi’nde buluyoruz kendimizi. Hemen sağımızda Büyük Onofrio Çeşmesi. Çeşme aynı zamanda rehberimizin ilk bilgilendirme durağı oluyor. Ta 15. yüzyılda yapılan bu çeşme, adını Dubrovnik'e ilk su tesisatını getiren Onofrio della Cava amcadan almış meğer. Bizim ahali buranın suyunu içmeden geçer mi hiç? Nayır : ) Sıcaktan korunma amaçlı birazcık da tepeyi ıslattın mı oh, devam edebiliriz...
Aziz Vlas Heykeli
Caddenin solunda, çeşmenin tam karşısında ise koca bir manastır yer alıyor. Daha önceki araştırmalarımdan bu manastıra aşinaydım. Zira kendileri Avrupa'nın ilk eczanesi olarak da biliniyor. Stradun Caddesi’ni arşınlarken şehrin doğu kapısından batı kapısına doğru ilerliyoruz aynı zamanda. Bilgilendirme faslının ardından gezmemiz için zaman tanınacağından sağlı sollu dükkânlara uğramadan geliyoruz caddenin sonuna.
Avrupa'nın İLK eczanesi
Burada saat kulesinin yanı sıra Sponza Sarayı, Rektörler Sarayı ve kilise bulunuyor. Ha bir de Orlando heykelimiz var, tabii. Kendisiyle ilgili iki ilginç bilgi: Rivayete göre Orlando amca saldırıyı haber vermek üzere bir askerin rüyasına girmişmiş, sonra da koruyucu ilan edilmişmiş... Bir de Orlando'nun dirsek ölçüsü (51,2 cm) o zamanın ölçü birimi olarak kullanılmış. Eveet, çocuklar cadde bu kadar. Şimdi dağılabiliriz : )
Orlando Heykeli
Esasında 1-2 saate Konavle çiftliğinde bir şeyler yiyip içeceğiz ama memleketteyken, buralara gelmişken mutlaka kalamar yememiz salık verilmişti. Hemen sağ taraftaki Konoba Lokantası’nın menüsüne bakıyorduk ki hatun bizimle Türkçe konuşmaya başlamasın mı! Aynı şekilde yanındaki garson da... Ayaküstü pazarlığımızı da yaptık ve siparişimizi verdik. Bizim altın kızları (annem ve teyzemler) masalarına oturttuktan sonra kuzenimle Gundulica Pazarı’na gittik.
Gundulica Pazarı
Oturduğumuz lokantadan birkaç adım mesafede küçücük bir pazar burası. Lavanta keseleri, esansları ile kuru sebze ve meyveler, zeytinyağları satılıyor. Cazip bir şey göremediğimiz için birkaç foto çekip ayrıldık meydandan. Benim kalamar yiyesim olmadığından (Asıl limandaki bir lokantada yemek gerekiyormuş. Oradakinde koca (!) tencerede nispeten uygun fiyata getirildiğini öğrendiğimizde iş işten geçmişti) benim memoyu (makineme verdiğim isim) da alıp daracık ara sokaklarında dolaşmaya başlıyorum...
Ne alaka demeyin, uzun merdivenleri ve dar sokakları görünce aklıma Liège geldi. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Yolda dikkatimi çeken bir başka öğe ise biri beyaz, diğer ikisi yeşil ve kırmızı renkli papağanlarıyla korsan kostümlü amca oldu. Etrafa bakındım ama bu teşhiri para karşılığında yapmadığını görünce şaşırmadım değil.
Neyse efendim birkaç kare çekip geçtim bizimkilerin yanına. Bir de baktım babam bira söylemiş. Sonradan araştırdığıma göre Hırvatistan'ın en meşhur iki birasından biriymiş Karlovačko. Gerçekten lezzetliydi. Gidecek olanlara tavsiye edilir ; )
Uzatmayalım, Dubrovnik'ten bir şey almadan bu sefer farklı bir noktada bekleyen otobüsümüze atladığımız gibi yine düştük yollara.
Hırvatistan'ın % 5 alkol oranıyla lezzetli birası Karlovačko
Sağ tarafımıza denizi alarak yukarı çıkmaya başladık. Bu esnada Dubrovnik ve genel anlamda Hırvatistan hakkında bilgilendirdi rehberimiz Toprak Bey.
Bu bilgileri madde madde özet geçecek olursak şöyle bir tablo çıkıyor ortaya:
- Dubrovnik'te organik bile olsa gübre kullanılmıyor. Bu sebepten sebze-meyveler çok lezzetli.
- Hırvatlar, dünyadaki en uzun boy ortalamasına sahip âdemoğullarıymış.
- Adriyatik, dünyanın en temiz denizlerinden olmasına rağmen midyesinin meşhur olması da bir çelişki.
- Konavle Çiftlik Evi’ne giderken solumuzdaki tepenin arkası Bosna Hersek.
- Bosna Hersek ile Hırvatistan arasında sürekli sınır giriş-çıkışını engellemek için Dalmaçya kıyılarındaki adalar üzerinden bir köprü yapımı çalışması var. Bittiğinde dünyanın en uzun köprüsü olacakmış.
- Yugoslavya'dan ilk ayrılan ülke Hırvatistan. 1991-1992 yıllarındaki savaşta Sırpların bombalı saldırıları sonucunda Srd (okunuşu: Sırc) tepesinde büyük kayıplar verilmiş. Söylenenlere göre Sırp askerler erkekleri kafasından, kadınları bacaklarından vurup ayrıca çok sayıda kadına tecavüz etmişler. Hatta birkaç sene evvel babalarının böyle bir rezalete iştigal ettiğini öğrenen çocuklara ve mağdur olanlarla çocuklarına da tüm dünyadan psikologlar seferber olmuş.
Konavle'deki 200 yılık taş ev
Sonunda geldik Konavle'deki çiftlik evine!
200 yıldır bu çiftlik evine sahip olan aileye konuk oluyoruz. Çitlembik ve manolya ağaçlarıyla karşılanıyoruz bir güzel... Dalından koparıp erik de yiyeceğiz daha bahçeden ama öncesinde evin gelin ve damadı yöresel kostümlerle karşılıyor bizi ellerinde meyve şaraplarıyla (ne güzel şaraptı o!). Hava çok sıcak olmasına rağmen içimi yaka yaka içtim vallahi : ) Afiyet olsun! Almak isterseniz yok ama. Satmıyorlar.
Lavanta ve muhtelif sebze meyvelerle çevrili bahçeyi gezdikten sonra taş evin içine davet ediliyoruz. Asıl eğlence buradaymış arkadaş!
Masalarımıza geçtikten sonra gaydasıyla mavi gözlü şirin amca dolaşmaya başlıyor aramızda. Bu arada soframızda bir şişe kırmızı, bir şişe beyaz şarap, bir şişe de limonata. (Laf aramızda üçü de güzel değildi. Nerede o girişte içtiğimiz şarap, nerede bunlar! Peh.) Hemen ardından ev yapımı peynir ile İspanyolların tapas benzeri füme et (sucuk ve pastırma formatında) ve zeytin tabağı geldi ortaya. Bunlar için kötü diyemeyeceğim ama sofrada turdan diğerleriyle dedikodularını da yapmadık değil hani. Yani bizim memlekette olsa donatırlar o sofrayı be! Nankörlük etmeyelim yine hadi...
Biz tıkınırken (!) bu sefer gelin ve damat yöresel dans şovlarını yapmaya başladılar. Akordeon ve kemençe benzeri enstrümanla onlara eşlik eden amcalar ve tabii ki aile reisi minik dedemiz (sesi pek gürdü) şarkılarıyla kulaklarımızı bir güzel cilaladılar.
Burada da yiyip içip eğlendik ve geri dönüş yolu göründü yavaştan.
E haydi bize eyvallah :D
* https://www.flickr.com/photos/kayitmaz/14305150258/in/photostream/
* https://www.flickr.com/photos/kayitmaz/14295424149/in/photostream/
* https://www.flickr.com/photos/kayitmaz/14502107913/in/photostream/