Üçüncü günün sabahı Porto’ya doğru yola çıkacağız ama geriye kalan üç günümüzün ilk iki gününü, duraklaya duraklaya aradaki yerleri görerek gitmeyi planlıyoruz. Bütün diğer ara şehirleri görebilmek için araba kiralayıp kiraladığımız arabayı Porto’da bırakıp oradan trenle tekrar Lizbon’a dönmeye karar verdik çünkü uçağımız yine Lizbon’dan kalkacak. Ama ara şehirleri yapmadan direkt Porto’ya gitmek istiyorsanız araba kiralamanıza hiç gerek yok çünkü hızlı tren Porto’ya 2,5 saatte gidiyor.
İlk durağımız Cascais, Portekiz’in ünlü sayfiye kasabası. Eski bir balıkçı kasabası olan Cascais, kraliyet ailesinin yazlarını 19. yüzyıldan itibaren burada geçirmeye başlaması ile ünlenmiş sonrasında da hem Portekizliler hem de yabancı turistler için bir tatil kasabasına dönüşüvermiş. Kraliyet ailesinin yazlarını burada geçirmesi kasabayı o kadar kalkındırmış ki diğer şehirlere ulaşım çok az iken 1889 yılından itibaren tren yolları bu kasabaya ulaşmaya başlamış bile. Aynı zamanda şehrin tamamı elektrik ağları ile birçok şehirden çok daha önce donatılmış.
II. Dünya Savaşı sırasında Portekiz taraf tutmadığı için, kaçınılmaz olarak Cascais birçok başka ülkenin kraliyet mensuplarının kaçıp saklandıkları yer olmuş, o yüzden bugün bile dünya jet sosyetesinin geldiği önemli yerlerden biri halinde.
Cascais, Lizbon’a araba ile yarım saat mesafede dolayısıyla isterseniz Lizbon’da kalıp buraya günübirlik de gelebilirsiniz. Hatta taksi ile bile gelebilirsiniz, bazı taksiler biraz fahiş fiyatla da olsa günlük Cascais/Sintra turları bile yapıyorlar (günlük tur fiyatı 220 euro) ama sadece taksi olarak geliş gidiş için uygun fiyata gelip dönebilirsiniz. Cascais’te birçok popüler kumsal var bunlardan Guincho Beach en popülerlerinden, aynı zamanda surf ve kitesurfing için de mükemmel bir lokasyon. Okyanustan esen rüzgâr özellikle sörfçüleri bu noktaya çekiyor. Carcavelos Beach ise aileler ve güneşlenmekten hoşlananlar için ideal. Sintra Dağları’nın denizle birleştiği yerde dramatik falezler ve mağaralar oluşmuş, bu da hem dalgıçlar hem de fotoğrafçılar için ziyafet niteliğinde. Golfseverler için de 10 farklı golf sahası varmış. Ek bir bilgi olarak bir James Bond filmindeki bir sahne de Hotel Palacio’da çekilmiş.
Cascais aynı zamanda gece hayatı ile de Lizbon’da konaklayan herkesi kendine çeken bir özelliğe sahip. Kalesi, kumarhanesi, dünya kalitesindeki otelleri ve Old Town’un içerisindeki ilgi çekici gece kulüpleri ile yüreğinize damga vuracak tatilleri garantiliyor. Öyle ki oradan ayrılırken “buraya mutlaka aileler ile birlikte yeniden gelmeliyiz” diye aklımızın bir köşesine yazıyoruz.
Araba ile Cascais’ten yarım saat uzakta olan Pena Kalesi’ne çıkmak için döne döne bir dağı çıkmanız gerekiyor dolayısıyla eğer araba ile gelmediyseniz ya bir tur ya da herhangibir ulaşım aracı ayarlayın mutlaka, çok ciddi bir tırmanış yolu var çünkü. Kasabadan kalkan shuttle bus’lar da bir opsiyon. Sintra 19. yüzyılın romantik anıtları ile tanınan bir şehir, üstelik birçoğu da UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girmiş. Pena Sarayı da bunlardan biri.
Gitmeden önce sanki Disney Şatosu gibi diye okuyorum, hakikaten de öyle rengârenk boyanmış bir saray. Önünde çok ciddi kuyruklar var, o yüzden sabah erken saatlerde gitmek eminim daha iyi ve hatta bir tam gününüz de varsa, tüm gününüzü saray ve sarayın etrafındaki doğal parkta geçirebilirsiniz. Bizim sadece sarayı gezecek vaktimiz var dolayısıyla girişte sadece saray girişi için bilet alıyoruz.
Sintra hakikaten bir hayal kasabası; her yer rengârenk ve olağanüstü şirin. Benim bu yolculuk öncesi sağ kolumda bir sakatlanma olduğu için bu seyahate kameramı almamayı tercih ettim, iyi ki de öyle yapmışım çünkü cep telefonumu bile sürekli elimde tutup çekim yapmaya çalışmaktan kolum bir süre sonra ağrımaya başladı. Biz araba ile kalenin giriş kapısının en yakınındaki park alanına park ediyoruz. Biletlerinizi alırken kaleye çıkan shuttle’lar için de bir 3 euro ödeyin bence vaktinizi dik yokuşları tırmanarak geçirmeyin.
Pena Sarayı bize Romanya’daki Peleş Sarayı’nı anımsatıyor biraz ama Romanya’daki Peleş Sarayı’nın içi çok daha güzel. Pena Sarayı’nın içerisinden çok dışarısı ve renkleri cazip geliyor. Bu arada kedimin adı da Pena olduğu için içim zaten gelmeden çok önce ısınmıştı buraya.
12. yy.’da bu arazide ilk olarak Lady Pena’nın adına yapılmış bir şapel varmış, Lady Pena burayı 1503 yılında krallığa bağışlamış, aradan 300 yıl geçtikten sonra bir manastır tarafından satın alınan binanın yanına II. Dona Maria için yeni bir saray inşa edilmiş. 1885’de II. Don Fernando’nun ölümü ile saray Kontes Edla’ya geçmiş. 1910 yılında müzeye çevrilen saray, 1995 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girmiş. Saray bugün Disney’in çizgi filmlerindeki şatolarını andırıyor ve dünyanın her yerinden akın akın gelen turistleri ağırlıyor.
Pena Sarayı’nın dışında Sintra’da iki önemli yapı daha var; ilki National Palace, diğeri ise Moors Kalesi. Lizbon’dan yapılan günlük turlar genelde Pena Sarayı da dâhil olmak üzere bu üç yeri kapsıyor. Dolayısıyla Lizbon’a bir hafta ayırıp, Cascais ve Sintra’ya en az birer gün ayırarak günlük turlar yapabilirsiniz.
Daha fazla gününüz varsa o zaman hala Sintra’da gezilecek bir sürü yer sizi bekliyor…