İşte! Tam da şu tepeden koşuyordu Rahip Kiril… Şu da Sveti Jovan Kilisesi olmalı, Arnavut kızı Zamira’yı sakladığı, onunla kaçma planları yaptığı…
İki saat boyunca tek bir yere odaklanamama sorunumdan mütevellit; kötü bir sinema izleyicisi olabilirim belki ama Milo Manchevski’nin Yağmurdan Önce (Before the Rain) filmi, nedense, yer etmiş aklımda.
Sosyalist Yugoslavya’nın parçalanmasının hemen ardından, Makedonya’nın dehşet dolu günlerini anlatan film, Ohri’nin güzel manzarasıyla tam bir tezat oluşturuyor aslında ve ben şimdi, bu tezatın, güzeline bakıyorum; bindiğim gezi teknesinden…
MANASTIR (BITOLA)
Annemin doğduğu toprakları keşfe çıktığım bu yolculuğumda, Makedonya’ya kadar gelmişken, 2 günümü Manastır ve Ohri’ye ayırmadan olmazdı.
Manastır ya da Makedonların deyişiyle Bitola, başkent Üsküp’ten sonra Makedonya Cumhuriyeti’nin en büyük ikinci şehri. Şehir dediysem, bizim kasabalara ancak denk düşer.
Aslında Manastır’da dolaşmak için çok da fazla vaktim yok; akşama kadar Ohri’ye geçmeliyim.
Üsküp’ten bindiğiniz otobüs, yaklaşık dört saat sonra sizi, Manastır’ın kalbi; ünlü saat kulesi ve İshak Paşa Camii’nin de bulunduğu Manolya Meydanı’na kadar getiriyor. Makedonya’da şehirlerarası ulaşım, ekseriyetle otobüslerle sağlanıyor. Demiryolu ağı -tıpkı bizdeki gibi- pek yaygın değil.
Manolya Meydanı, aynı zamanda Manastır’ın en hareketli bölgesi, Shirok Sokağı'nın da başlangıcı. Shirok Sokak için, İstiklal Caddesi benzetmesi yapmak; sanırım yanlış olmayacaktır. Trafiğe kapalı olan bu sokak boyunca, butikler, kafeler sıralanmış; sokak müzisyenlerinden, pandomim sanatçılarına herkes sanatını burada icra ediyor. Makedonya’da, doğudan batıya gittikçe Türk izleri silinerek, yerini İtalyan kültürüne bırakıyormuş gibi geldi bana. Üsküp çarşısında dolaşırken adım başı karşıma çıkan börekçilerin yerini, burada, pizzacıların almış olması; bu kanıya varmam da en büyük etken oldu.
Öğle vaktini çoktan geçmişti ve açlığa pek tahammülüm olmadığından; yürüyüşe geçtiğim bu sokağın başında belki de atladığım çok detay oldu. Aradığım, yemek yiyebileceğim bir yerdi çünkü. Nihayet tüm Makedon şehirlerinde olduğu gibi burada da bir Türk restoranı çıktı karşıma. Üsküp’te tadına doyamadığım Kaşkavallı köfte, şimdi adını hatırlayamadığım bu restoranın da menüsünde vardı çok şükür. Kaşkaval mı? Aslında bizim kaşar peyniri, ben farkı anlayamadım. Köftenin üzerine rendelenerek servis ediliyor.
Evliya Çelebi’nin, “Rum ilinin en güzel şehri” diye betimlediği Manastır; 1912 Balkan Savaşı sonucu Osmanlı’dan Sırp Krallığına geçmiş. Osmanlının son dönemine kadar önemli bir Balkan-Türk kenti olan şehir, bugün artık, Makedonya’nın çoğu yerinde üzülerek gördüğüm üzere, bu tanımlamadan oldukça uzak kalmış. Son dönem Osmanlı siyasetine de yön vermiş, II. Abdülhamit’e karşı en büyük muhalif merkez, İttihatçıların kalesi, Manastır şehri… “Manastır, güzel memleketim / seni bütün kalbimle seviyorum / Manastır, güzel memleketim / seni seviyorum, sana şarkı söylüyorum...” ya da Makedonca söylendiği gibi; “Bitola moj roden kraj / jas te sakam od srce znaj / Bitola moj roden kraj / jas te sakam za tebe peam”.
Biliyordum, Manastır’da bir yerlerde bu şarkının kulağıma çalınacağını. Shirok sokakta, bir sokak çalgıcısını dinliyorum şimdi, elinde akordeonuyla ve hemen başımın üzerinde Eleni Karinte’nin balkonu. “Balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.” diyor mektubunda, genç Mustafa Kemal’in ilk aşkı, Eleni Karinte.
Her bina ayrı güzel, her birinin ayrı hikayesi var mutlaka, sokak boyunca. İşte bir tanıdık yüz daha; Milton Manaki. Sokağın en güzel köşesine dikilmiş heykeli. Shirok Sokak, sinema tarihi boyunca birçok filme sahne olmuş. Bunlardan ilki de aynı zamanda ilk Türk/Osmanlı filmi olarak da kabul edilen “Sultan V.Mehmed’in Bitola Ziyareti”. Filmi çeken de tabii ki Osmanlı tebaası, Makedon sinemasının öncüsü; Milton Manaki.
Uzun Shirok Sokak yürüyüşünün sonunda Partizanska Caddesi'nin kesişim noktasında karşınıza çıkacak olan ve bugün müze olarak kullanılan Manastır Askeri İdadisi'nin bir bölümü, Atatürk’e ayrılmış. Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen tarafından çalışılmış, Atatürk’ün balmumundan bir heykelinin yanı sıra, kullandığı bazı eşyaları ve döneme ait fotoğrafları da sergilenenler arasında. Yine de binanın durumu beni fazlasıyla hayal kırıklığına uğratıyor. Bahçesindeki bakımsızlıktan tutun da yer döşemelerine, sıvaları dökülen duvarlarına kadar… Yine de Şagirdân (henüz herhangi bir rütbesi olmayan askeri okul öğrencisi) 7348 Mustafa Kemal’in, koridorlarında dolaştığı, vatanı ve milleti için hayaller kurduğu bu mekanda bulunmak, buralara kadar gelmeye fazlasıyla değdi.
Yaz sıcağı, yerini akşamüstü serinliğine bırakırken ve Manolya Meydanı hınca hınç dolmaya başlamışken, benim de 3-4 saatlik Manastır serüvenim burada sona eriyor.
OHRİ (OHRID)
Tanrı, cenneti yaratırken, bir damlasını yanlışlıkla yeryüzüne düşürmüş. Bu damla da; Ohri Gölüymüş. Böyle anlatıyor Ohrililer, bin türlü anlam yükledikleri göllerine.
Avrupa’nın en büyük göllerinden biri ve denize kıyısı olmayan Makedonya’nın en önemli iç turizm merkezi Ohri Gölü, Unesco’nun Dünya Mirası Listesi'nde. Aynı zamanda, Arnavutluk-Makedonya sınırının da bir bölümünü oluşturuyor.
Zamanında gölden çıkarılan inciler, Ohri kentinin de simgelerinden birisi. Bugün çarşısında Ohri incisi diye satılan hediyelikler, aslında sedef. Zaten satıcılar da bunu gizlemiyor, yani sizi kandırmaya çalışmıyorlar.
Ohri ya da Makedonca ismiyle Ohrid, Türk ve Arnavutların çoğunlukta olduğu bir şehir. Makedonya’nın birçok kentinde Türkçe konuşan birilerine rastlayabilirsiniz fakat Ohri’de neredeyse herkes Türkçe konuşabiliyor. Çarşı esnafının çoğu da Türk. Girdiğiniz herhangi bir dükkanda, Mustafa Sandal ya da Hakan Şükür posterine rastlamamak işten bile değil.
Manastır’dan sonra yaklaşık 1,5 saatlik bir otobüs yolculuğu sonunda Ohri’deki otelime vardım. Ohri’de konaklama tesislerinin çoğunluğunu “apartman” dedikleri apart-pansiyonlar teşkil ediyor. Sahilden daha içeride bir apartmanda, geceliği 600 denar’a (yaklaşık 10 avro) kalabilirsiniz. Birçoğu aile işletmesi, sade döşenmiş fakat temiz.
Ohri’nin gece ya da gündüz fark etmeksizin kalbinin attığı yer Ohrili Aziz Kliment Sokağı (Sveti Kliment Ohridski). Bu sokak ve ona paralel Makedonski Prosvetiteli Bulvarı, limana ve kordona çıkıyor. Her ikisi de trafiğe kapalı, gece kulüpleri, bar ve diskolar, restoranlar, hediyelik eşya dükkanları hepsi burada.
Akşam yemeği için bir Makedon arkadaşımın önerisiyle Dr. Falafel’i tercih ettim. Burası daha çok vejetaryen yemekleriyle tanınsa da humus ve tabii ki -yine- köftesini önerebilirim. 80-100 denar’a (1,5 avro) çok rahat doyabilirsiniz. Aslında Ohri gibi Makedonya’nın tamamında yemek ve ulaşım ücretleri oldukça ucuz.
Sahile doğru kısa bir gece yürüyüşüyle Ohri’ye bir merhaba deyip, dinlenmek için otelime geri döndüm. Zira cadde oldukça kalabalık ve disko-barların gürültülü müzikleri dışarıya kadar taşıyor.
Tatilde genelde erken kalkıp, günün tamamını kullanmayı tercih edenlerdenim. Makedonya’daki son günümde, daha da erken kalkıp bir an öne dışarı çıktım.
Gezimin başlangıç noktası olarak, Sveti Kliment Sokağı'nın girişindeki küçük meydanda bulunan Halveti Tekkesi’ni seçtim. Tekke kapalı olduğu için (belki de saat çok erkendi) içeriye girme imkanım olmadı ne yazık ki. Ohri ve -hatta Batı Makedonya diyebiliriz- Bektaşi tarikatlarının ve tekkelerin en önemli merkezlerinden birisi. Bölgede yaşayan hemen her Türk ya da Arnavut ve hatta Torbeş (Müslüman Makedon) bu dergahlardan birine bağlı. Ohri merkezinde ve civarında birçok tekke bulunmakta. Meydanda yan yana bulunan kilise ve cami güzel bir görüntü oluşturuyor aslında, gerçek hoşgörü adına.
Gece karanlığında ve kalabalıktan pek de bir şey göremediğim sokak, güne uyanıyor şimdi. Esnaf yeni yeni dükkanlarını açmış. Herkes, dükkanın önüne süpürmek yerine, sokağın tamamını yıkıyor. Kulağıma Türkçe konuşmalar çalınıyor. Esnafın çoğu yine Türk.
Sokağın sonunda göl görünüyor. Gezi tekneleri limanda demirlemiş, birazdan buraları dolduracak turistlerini bekliyor.
İskele meydanında Aziz Kiril’nin heykeli var. Adından anlaşılacağı üzere, Rusya, Ukrayna, Makedonya, Bulgaristan gibi Slav ülkelerinde kullanılan Kiril Alfabesinin yaratıcısı, Aziz Kiril. (Sveti Kiril)
Aziz Kiril ve kardeşi Methodius, Bizanslı misyonerlerdir. Şehir efsanesine göre, zindana atıldıklarında, gizlice haberleşebilmek adına yeni ve kimsenin bilmediği bir alfabe geliştirmişler. Bu da Slav (Kiril) alfabesinin temelini oluşturmuş. Tabii ki bu sadece bir söylenti. İşin aslı, Yunan kökenli bu kardeşler, Ortodoksluğu Slavların arasında yaymak için Bizans İmparatoru tarafından görevlendirirler. Kiril ve Methodius, İncil’i Slavcaya çevirmek için, Yunan alfabesinden uyarlama, Slav diline daha uygun bir alfabe oluştururlar. Bu alfabe daha sonraları Ohrili Kliment tarafından geliştirilir ve bugünkü Kiril Alfabesi ortaya çıkar.
Bulgarlar, Makedonların aslında Bulgar kökenli olduklarını, Makedon topraklarından tutun da Büyük İskender’e kadar her şeyin aslında Bulgar olduğunu iddia eder. Yunanlılarsa, kendileri sahiplenir. Makedonlar ise bunların hepsini reddeder ve Makedonların, şahsına münhasır, apayrı bir millet olduğunu savunur. İşte Kiril ve Methodius kardeşler de bu üç millet arasında paylaşılamayanlardan.
Kiril’le vedalaşıp (!) kordona çıkıyorum. Hediyelik eşya satıcıları, çoktan tezgahlarını kurmuşlar bile. Kendime bir magnet, bir İskender biblosu bir de oldukça detaylı bir Makedonya haritası satın aldım. Oldum olası haritalara bayılırım.
Uzun kordon yürüyüşüm, Holandiski Parkı (Hollanda Parkı) ve küçük bir dere ağzına kurulmuş yat limanında son buluyor. Aynı güzergahtan, Türk mahallesi ve kaleye çıkmak için geri dönüyorum.
Türk mahallesi, cumbalı evleri, dar sokakları Arnavut kaldırımlarıyla gerçek bir Türk mahallesi. Yokuşu çıkarken aşağıda OhriGölü'nü seyretmiyor olsam, Safranbolu’da olduğumu düşünebilirim.
Elimde fotoğraf makinesiyle dolaştığımı gören teyzeler laf atıyor, Türkiye’den olduğumu öğrenince -ki Türk turiste oldukça alışmış olmalılar- ilgi gösteriyorlar. Zaten şivelerine bayıldığım için ben de onlarla daha fazla laflama telaşına giriyorum:
“Bu yandan çık yokari çucugim, daa güzol gürünüy ordan göl”, “Yalanız mı dolaşıysın?”, “Sefte göreyım senı, diil misın burali?”….
Şimdi kaleden daha da güzel görünüyor Ohri… Hava açık, karşıda Arnavutluk kıyıları bile görülebiliyor. Küçük bir kahve dükkanına denk geliyorum, içtiğim en lezzetli Türk kahvesiydi diyebilirim, göl manzarası eşliğinde.
Öğle sıcağı tepemi kızıştırırken, sahile doğru inişe geçiyorum tekrar, daracık sokakları arşınlayarak.
Yaklaşık 4-5 liraya bir bilet alıp, bir gezi teknesine atlıyorum. Gölün turkuaz sularına karışma vakti şimdi. Sahil boyunca, yüzenler, kamp kuranlar… Balık tutanları, kordonda volta atanları izliyorum tekneden.
Keşke daha fazla kalabilseydim burada. Ne yazık ki fazla vaktim yok, akşam annemin köyüne son bir kez uğrayıp, arkadaşlarım Vesna ve Blagica’yla vedalaşıp Türkiye’ye dönme vakti.
Tekrar gelme umuduyla anın keyfini çıkarmaya karar veriyorum. Kıyıdan yukarıda Ohri şehri yükseliyor şimdi karşımda. Balkanların incisi Ohri... Eteklerini beline toplamış, suya giren mavi gözlü güzel kız…
Bir güzeli izliyorum şimdi; bindiğim gezi teknesinden… Milo Manchevski’nin Yağmurdan Önce’si aklımda…
Kayalıkların üstünde bir manastır… İşte! Tam da şu tepeden koşuyordu Rahip Kiril… Şu da Sveti Jovan Kilisesi olmalı, Arnavut kızı Zamira’yı sakladığı, onunla kaçma planları yaptığı…