Hani, çocukken öğretmişlerdi; “orada, bir köy var, uzakta / gitmesek de, görmesek de / o köy, bizim köyümüzdür.” diye...
İnsan gitmediği, görmediği yerleri özler mi? Cevabı kolay; özler... Yıllarca, anneanneden, büyükbabadan dinlediğin, “biz memleketteyken...” diye başlayan hikayeler, annenin çocukluk anıları... Görmediğin bir yere hasret duyarsın... Hem de yanıp tutuşurcasına... Çok güzel söylemişler; “Göçmen; birinci kuşak yeni yerine alışmaya çalışır, ikinci kuşak kazanmaya bakar, üçüncüsü ise köklerini aramaya çıkar...” Köklerimi hep merak ettim, sonunda aramaya çıktım.
Makedonya'da köklerimi aramaya çıktım!
Selimiye Camii’nin muhteşem minareleri, bizi yolcu ettiğinde; hava, henüz kararmak üzereydi. 50 yıl önce, annemin, henüz 10 yaşında küçük bir kız çocuğuyken, bir daha hiç çıkmamacasına girdiği bu kapıdan, ben çıkıyordum artık. İnsana kasvet veren, soğuk gümrük muamelelerinin ardından, Avrupa Birliği’ne hoşbulmuştuk bulmasına da Sofya’ya kadar, yol levhalarının haricinde, bize Avrupa Birliği’ni hatırlatabilecek hiçbirşeyle karşılaşamadık. Çok ilginçtir ki bir adım ötenizdeki Türkiye sınırında hiçbir şey yokken; Bulgar tarafına geçtiğiniz anda sivrisinek istilasına uğruyorsunuz. Bunu anlatırken ne kadar abartabilirim diye düşündüm, kelime bulamadım. Seyahatin en can sıkıcı anı, Bulgar Gümrüğü’nde sivrisineklerle boğuşmamızdı herhalde...
Kapitan Andrevo gümrüğünden, Bulgaristan’ın Las Vegas’ı diye tabir edebileceğimiz Svilengrad’a (Mustafapaşa) kadar, Meriç’in sol yakasındaki Yunan köylerinin ışıkları eşlik ediyor bize.
Plovdiv (Filibe) üzerinden vardığımız Sofya ise gece daha bir güzel gözüküyor sanki... Bulgaristan’ı gece karanlığında, transit geçiyoruz... Yaklaşık 25 kişilik gezi grubumuz, yol yorgunluğunu biraz olsun üzerlerinden atabilmek için, uyuyor ya da sadece, gözlerini dinlendiriyor. Zira; heyecandan uyumak ne mümkün? Çoğunluğu -benim gibi- “memleket”e ilk kez gidiyor... Hepsi de birbirine yakın köylerden göçmüşler; Blatec (Blatsa), Lipec (Lipsa), Gradec (Grades) ya da Kocani (Koçana), Vinica (Vinitsa)... Kimisi, 10 yaşında göçmüş, kimisi askerliğini orada yapmış. Birkaçı, daha önce gitmiş, ama yine aynı heyecan... Yaş ortalaması biraz yüksek... Nasıl defalarca anlattılarsa; nasıl defalarca dinlediysem; bıkmadan usanmadan, her defasında ayrı bir haz alarak; sanki, o hikayelerin geçtiği yerleri, hemen buluverecekmişim gibi... Yine de yanımda oraları bilen birilerinin olması güven verici... Hüseyin Amca... “Unuttum, konuşmaya konuşmaya” , diyordu; ama, hepsini hatırlayıverdi birdenbire, memleketine girince... Arnavutça, Makedonca, Sırpça... O da uyuyor şimdi, diğer yolcular gibi... Hatta otobüsümüzün şoförü bile galiba? Bir ara yolu şaşırmış neyse ki çabuk buluyor.
Bulgaristan-Makedonya arasındaki birkaç sınır kapısından biri Delchevo... Daha kuzeydeki, Üsküp’e giden yol üzerindeki sınır kapısına nispeten, az kullanılan bir geçiş noktası burası; öyle ki gümrük muhafızı oldukça şaşırıyor, uykusundan uyandırıldığı için biraz da sinirleniyor galiba... Rutin gümrük kontrolleri ve Bulgaristan’da iken başımıza gelse bu kadar şaşırmayacağımız can sıkıcı bir alıkoyma... Geziyi tertipleyen, Bursa Hamzabey-Muradiye Rumeli Göçmenleri Derneği’nin, bölgede yaşayan Türk çocuklarına armağan etmek için getirdiği, “Euro 2008 – Türkiye” logolu atkılar, üzerinde Türk Bayrağı olduğu gerekçesiyle dost bildiğimiz Makedon polisi tarafından, gümrükten içeri alınmıyor.
Biraz canımız sıkılsa da yaşadığımız anın verdiği haz, bunu çabuk unutmamıza neden oluyor: Gün aydınlanmış, yemyeşil bir vadinin içine doğru önümüzden akıp giden yol, geçmemiz için açılmış son bir barikat ve bir tabela: Makedonya’ya Hoşgeldiniz!
Makedonya'ya hoşgeldiniz!
Makedonya’ya girdiğimiz andan itibaren, otobüstekilerin şivesi değişiveriyor... Herkes telefonlarına sarılıyor; “Baba! Şini girdik memlekete”, “Aba n’oluysunuz? Geldik, geldik”, heyecanlarını paylaşıyorlar, gelemeyenlerle... Gezi boyunca, bitmez tükenmez enerjisine ve keskin hafızasına hayran kaldığım Saire Teyze, teypte çalan Rumeli Türküsü’ne kayıtsız kalamıyor, başlıyor horoya, elinde, o an bulabildiği kağıt mendili sallaya sallaya...
Sınırdan geçtikten sonra, yaklaşık 1 saatlik yolculuk bizi bekliyor. Yeşil tepelerin arasında “Drama’nın İçinde Yaparlar Pazar” türküsüne eşlik edercesine yol alıyor otobüsümüz, kıvrıla kıvrıla giden asfaltta.
Herkes, kıpır kıpır; köylerden geçerken, ormanlarda , virajlarda... Başlar, hangi pencereden , nereye bakacağını şaşırıyor. Sanki, herkes, memleketin her karışını, en ince ayrıntısına kadar görmek, hafızasına kazımak istiyor, bir daha gelebiler mi, bilinmez?
Zvegor, Delçevo, Kamenica, Istibanja şehirleri selamlıyor bizi yolda; biz de onları selamlıyoruz, uzun zamandır görmediğimiz bir dostu selamlar gibi. Nihayet anlatılan hikayelerin en az bir kaçında geçen, Vinitsa ile birlikte bölgenin İştip’ten sonra en büyük şehri Kocani (Koçana) ‘ya varıyoruz.
İlk durağımız Kocani
Sırtını Osogovski Dağı’na yaslayan Koçana, Tikveş yakınlarında Vardar’a karışan Bregalnica Çayı’nın açtığı ovadaki pirinç tarlalarını seyrediyor. Osogovski Dağı, termal kaynakları sayesinde turistik bir bölge olmasına rağmen, Koçanalılar, pek turist görmeye alışkın değiller ya da bizde öyle bir izlenim yarattılar. Koçana Deresi kıyısındaki küçük otelimize yerleştikten sonra, kahvaltıya kadar biraz dinleniyoruz. Koçanalı çocuklar, gençler, otelimizin yanındaki açık yüzme havuzuna gidiyorlar, bizi selamlamadan geçmiyor hiçbiri “Dobro Utro!”.
Kahvaltıda otelin ikramı, ne olduğunu anlayamadığımız bir çorba... Sade suya, haşlanmış 1-2 sebze, tel şehriye...
Doğru düzgün bir şeyler yemek ve döviz bozdurmak için çarşıya çıkıyoruz. Makedonya’nın para birimi Dinar. 60 Dinar, yaklaşık 1 Euro’ya tekabül ediyor. Burada Dinar ile birlikte Euro’yu, hatta Bulgar Leva’sını da rahatlıkla kullanabilirsiniz, ama Makedonya’da Türk Lirası’na pek itibar gösterilmiyor.
Grubun bir kısmı, biraz uyumak için otelde dinlenirken, biz Koçana’yı dolaşıyoruz. Hafta başı olmasına rağmen, insanlar sakin görünüyor. Bursa’daki telaştan eser yok burada, sanki kimsenin bir işi yok, hiç kimse bir yerlere yetişmeye çalışmıyor gibi. Esnaf, kapı önü sohbetinde, parklarda insanlar, sabah güneşinin tadını çıkarıyor. Caddeler, temiz, planlı... Trafik yok denecek kadar az; lüks otomobiller, sosyalist dönemden kalan sağlam Rus Moskovichleri... En çok da Kore malı küçük otomobiller... Koçana, ödüllü bir şehir. Avrupa’nın en temiz hava ve suyuna sahip şehri.
Öğle yemeği için otele döndüğümüzde, bizi yemekte yine bir sürpriz bekliyor. Salata! Bizim çoban salatasını arıyor gözler, ama ince ince kıyılmış beyaz lahanadan başka bir şey yok salatada... İnsanların karnı acıkıyor, başlıyorlar salatayı didiklemeye... Aslında çok da kötü değilmiş, üzerine gezdirilen sos ve sirkeyle güzel bir tat... Yemek biraz gecikince, grupta şikayetler başlıyor. Sonradan öğreniyoruz ki burada salata yemekten önce aperatif olarak ikram ediliyormuş. Yani bizde nasıl ki çorbanız bitmeden ana yemek servis edilmez, orada da salatamızı bitirmemizi bekliyorlarmış. Ama biz salatayı yemekle birlikte yeriz? Et yemeklerinde biraz tedirginiz, sebzeyi tercih ediyoruz...Neyse ki kimsenin gözü yemekte değil; herkes bir an önce köyüne gidip görme sabırsızlığında.
İkinci durak: Vinitsa
Grades, Lipsa ve Blatsa köylerinin kavşak noktası Vinitsa’ya gidiyoruz. Bizi, rehberliğimizi yapacak olan Hüseyin karşılıyor. Hüseyin, şivesiyle beni kendine hayran bırakıyor daha ilk tanışmamızla: “Grades’ten Ali Mustaaocanın toruniyim ben”... Vinitsa’da yakınları olanlara, tek tek anlatıyor hangisi kimin evi... “Şa-ban Aga’nın ev te burda te emen!”
Geleceğimizden haberleri olan Abdülrahim Amca ve Gülhanım Teyze, sokağın başında bekliyor bizi. O kadar candan davet ediyorlar ki evlerine, ayak üstü uğramamak olmuyor. Selvi’yi soruyorum, torunları, hamur yoğuruyormuş, ekmek yapacak “tamina”... Abdülrahim Amca ve Gülhanım teyze ile, torunları Selvi aracılığıyla tanışmıştık, Skype üzerinden internet vasıtasıyla birkaç defa görüşmüştük. Gülhanım Teyze, kamerama konuşuyor, Türkiye’ye selam gönderiyor: “Buyursunlar gelsinler, doğdukları yerleri görsünler” Bir ara sesi titriyor, beli etmeden gözünün yaşını siliyor. Bıraksalar, hepimizi aynı anda kucaklayabilecek kadar büyüyecek kolları. Vinitsa’da bulunduğumuz süre içinde bizi hiç yalnız bırakmıyorlar. Vinitsa’yı anlatıyorlar, oradaki Türkleri, kendi yaşantılarını... Neden siz de gelmediniz, diyorum? Burası bizim vatanımız diyorlar. Türkiye, gurbet... Her ne kadar anavatan da olsa. ”Burada yaşam daha kolay, biz çoğu zaman kapımızı kilitlemeden uyuruz, burada hırsızlık hiç duyulmamıştır...“ Mutlaka kendilerince başka sıkıntıları vardır, ama bunlardan hiç bahsetmiyorlar.
Çarşıya giden yol, Vinnitsa Kalesi'ne bakıyor. Hani şu türküde bahsedilen kale; “Şefo’nun evi, kaleye karşı”... Hangisi acaba Şefo’nun evi diye kendi kendime bakınıyorum etrafa (!), diğer torun İbrahim’le yürürken... İbrahim 6.sınıfa gidiyor, yolda bize kardeşi Abdullah yetişiyor. Biraz laflıyoruz, sonra kırmızı bir BMW duruyor, çocuklarla bir şeyler konuşup, selam veriyor. BMW’nin sahibiyle, çarşıdaki marketin önünde, içeride alışveriş yapanları beklerken tekrar karşılaşıyorum; tanışıyoruz... Levent, 20’li yaşlarında. Burada artık 50-60 Türk hanesiyiz sadece diyor. Köylerde ise hiç Türk kalmamış. Biraz sitem ediyor, bizi burada bırakıp gittiniz, unuttunuz... Haklı, bir şey diyemiyorum. Ayaküstü laflıyoruz. Yaşlıların aksine, orada yaşamanın o kadar da toz pembe olmadığını anlatıyor. İş imkanları kısıtlı; herkes, büyük şehirlere ya da İtalya’ya, İsviçre’ye, Türkiye’ye gidiyor çalışmak için.
Fiilen olmasa da, Makedonlarla Türkler arasında, özellikle genç nesilde, sürekli bir gerginlik var. Hırvatistan’ı mağlup ettiğimiz futbol maçından bahsediyoruz; her şeye rağmen; Türk Bayrağı'nı alıp, gece arabalarıyla turladıklarını anlatıyor, gururla... Levent'le vedalaşıp, ben de markete giriyorum. Raflarda lokum kalmamış, herkes tembihlemiş; “Hiçbir şey getirmeyin, sadece memleket lokumu getirin”, diye... Kutu kutu memleket lokumlarıyla, Lipsa Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz.
Üçüncü durak: Lipec Köyü
Lipec (Lipsa) köyü, civardaki köylere nazaran oldukça küçük bir yerleşim. Daracık asfalt bir yolla ulaşılıyor. Otobüstekilerde neşe, had safhada. Lipsalı olanlar daha da neşeli, heyecanlı. Köyün meydanına park eden otobüsten indiğimizde, köyün kıraathanesi diye tabir edebileceğimiz market-birahane karışımı dükkanda oturan köyün erkekleri, şaşkın, etrafımıza toplanmış, dil bilenlerle bir şeyler konuşmaya çalışıyor. Sanırım çok uzun zamandır, köye bu kadar kalabalık yabancı gelmemiş.
Köyün, Arnavut kaldırımlı sokaklarından birinden aşağıya doğru yürüyoruz, bu yol bizi Lipsa Camii'ne çıkaracak. Yol üzerinde, gezi grubundan Şaban Abi’nin ailesinin yaşadığı evi buluyoruz. Heyecanla içeriye giriyorlar, ablası Şaban Abi’ye anlatmaya başlıyor: Burası ahırdı, şurası bizim odamız, şurada erik ağacı... Karşı komşu, sokağındaki hareketi farketmiş olacak ki; dışarı çıkıp yanımıza geliyor. Bizi evine davet ediyor; diğer komşu da geliyor; camiyi görmek istediğimizi söyleyince; onun bahçesinden camiye çıkan kestirme bir yol olduğunu söylüyor. Bu yüzden mutlaka ona konuk olmalıymışız. Kocaman geniş bir bahçesi var, Her yerde tütün dizili. Anlatıyor, anlamıyorum... Dil bilenlerden birini yardıma çağırmak istiyorum, onları da diğer komşular esir almış. O kadar çok anlatacak şeyleri birikmiş ki... Bir komşu kadın giriyor bahçeye; elinde bir sepet dolusu elma. Hepsini ikişer üçer dağıtıyor bize. Yetmeyeceğini anlayan bir başka komşu, koşuyor gidiyor, kendi elmalarından da getiriyor. Lütfen biraz daha kalın, gitmeyin der gibi halleri var hepsinin. Gitmemiz gerek, tıpkı; bizden öncekilerin, 50 yıl önce gitmek zorunda kaldıkları gibi... Bizi uğurlarken, o kadar samimiler ki... İlk kez ve sadece on dakikalığına gördüğün birine, nasıl bu kadar candan sarılabilirsin? Belki de sarıldığı ben değildim, anılarıydı; yaşlı kadının...
Meyvelerinin, yapraklarıyla yarıştıkları erik ağaçlarının arasından, camiye ulaşıyoruz. Cami, daha önce bildiğimiz halde , hayal kırıklığı yaşatıyor yine de bizde... Zira; caminin yerinde yeller esiyor. Birkaç kalasla , yıkılmasın diye desteklenmiş; sıvaları dökülmüş bir minareden başka, orada bir camii olduğunu hatırlatan hiçbir şey yok...
Halama verdiğim sözü hatırlıyorum ve Lipsa'yı bilen biriyle gruptan ayrılarak; halamın yaşadığı evi bulmak için, köyün yukarı mahallesine gidiyorum. Büyük halam, Blatsa’dan Lipsa’ya gelin gelmiş. Gidersem; mutlaka fotoğraflıyacağım, demiştim. Evi buluyoruz. Virane... Avlusuna giriyorum, yaşlı bir kadın tütün diziyor. Sanırım diğeri de kocası... Elimdeki sözlük yardımıyla, bir zamanlar halamın bu evde yaşadığını ve fotoğraf çekmek istediğimi anlatmaya çalışıyorum. Yaşlı Marika, hiç durmadan konuşuyor, hiçbir şey anlamıyorum. En azından, bu evle ilgilendiğimi anlamış olacak ki elimden tutuyor, bahçenin diğer bölümlerini de göstermeye çalışıyor bana. Diğerleri ile de tanışmak için benimle birlikte otobüse kadar geliyorlar.
Akşam olmak üzere... Lipsalılar köy meydanında, bizi uğurluyorlar. Bir daha kimbilir, ne zaman karşılaşırız...
Dünyaca tanınan bir grup: Koçani Orkestar
Koçana’daki otelimize döndüğümüzde ne kadar yorulduğumuzu farkediyoruz. Akşam yemeğinden sonra dinlenmeyi planlarken, otelin bahçesinden gelen müzik sesi, bize daha cazip geliyor. Trompet, akordeon ve darbukadan oluşan bir orkestra, bahçede, hiç de yabancı olmadığımız müzikleri çalıyor. Koçani Orkestar’ı örnek aldıkları her hallerinden belli olan grup, gece geç saatlere kadar çalıyor. Türkiye’deki Romanlar için Kibariye ne ise Makedonya Romanları için de Koçani Orkestar o... Türkçe konuşan Koçanalı bir çingene olan trompet virtüözü Naat Veliov tarafından kurulan Koçani Orkestar, haklı başarıları sayesinde, bugün tüm dünyanın tanıdığı bir grup... Emir Kusturica’nın “Çingeneler Zamanı” filminin müziklerinin de sahibi olan bu grup; filmdeki “Ederlezi Avela” şarkısı ile bir çoğumuzun gönlüne taht kurmuştur herhalde “Şiki Şiki Ba Ba” adlı şarkıları, bir zamanlar Türkiye’de de dillere dolanmış; “L’orient est rouge” albümündeki “Maxutu” şarkısı ise, üzerine Türkçe söz yazılmış ve Mahsun Kırmızıgül tarafından ne idüğü belirsiz bir soundla “Alem Buysa Kral Benim” diye katledilerek sunulmuştu bize... İşte; bugün Koçanalıların en büyük gurur kaynağı; hemşehrileri Koçani Orkestar. “Kerta Mangae Dae” ya da bizde bilinen adıyla “Ayılana gazoz, bayılana limon” çalarken, ben odama çıkıyorum. Sabah erkenden yola çıkıp Blatsa’ya gideceğiz. Bir an önce yatıp dinlenmeliyiz artık.
Dördüncü durak: Blatsa
Erkenden uyandım zira uyumak ne mümkün. Bugün büyük gün. Blatsa’ya gidiyoruz. Apar topar bir kahvaltının ardından hemen yola çıktık, sabırsızlık had safhada.
Araç, Blatsa meydanına girdiğinde, yanaşmadan atlıyorum hemen otobüsten. Benimle birlikte tüm gezi grubu bir anda meydanı dolduruyor. Herkes heyecanlı, bir an önce kendi evini bulma gayretinde. Köy meydanında birleşen birkaç sokağa dağılıyor herkes. Telefonda sözleştiğimiz üzere Blatsalı Vesna ve Blagica kızkardeşlerle buluşmak üzere, köy meydanından biraz yukarıda okula doğru ilerliyorum. Meydanda toplanmış köy delikanlıları, yabancı olduğumu, artık buralarla bir ilgim kalmamış olacağını hissetirmeye çalışıyor, bakışlarıyla bana. Umursamıyorum.
İşte okul ya da annemin deyişiyle “işkola”! Makedonya’da ilkokul dört yıl. Kız çocukları genelde okutulmaz ya da okutulsa da “dörde kaa”…
Facebook üzerinden tanıştığım, bana Blatsa’da rehberlik yapacak olan Vesna ve Blagica Todorova… Samimi karşılamalarına sözlükten ezberlediğim birkaç Makedonca kelimeyle karşılık veriyorum : “Zdravo! Kako si?”
Vesna ve Blagica ile uzun zamandır Facebook ve Skype üzerinden iletişim halindeydim. Buraya gelmeden bir-kaç ay önce benim için büyük bir iyilikte bulunarak, annemin doğduğu evin de bulunduğu Gaber Mahallesi'ndeki tüm eski evleri fotoğraflayıp yolladılar. Bilgisayar başında hergün annemle oturup yeni gelen fotoğraflardan annemin evini bulmaya çalıştık. Sonunda bulduk: Gaber Mahallesi 67 numaralı ev…
Fotoğraf olmasa da bulurdum ya ben o evi… O kadar çok dinlemiştim ki rahmetli anneannemden yolun tarifini: “Miydandan çıkaysın yokuşi, çeşmeandan, daa biras gideysın, te emen en yokarıdaki ev. Büyik avliçinda… Portaanda bi igde agaci…”
Yol boyu ne konuştuk, ne anlattık Todorova kardeşlerle hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, yokuşun sonunda, birdenbire karşıma çıkan “igde agaci!”
Bir kadın, orta yaşı biraz geçkince, evin sahibi -şimdiki sahibi demek daha mı doğru olur bilemedim- avluda çamaşır yıkıyor. Bizi görünce şaşırıyor. Ellerini kurulayıveriyor, bir çırpıda, etekleriyle…
Arkadaşlarım anlatıyor, biraz huzursuzlanıyor sanırım, evi görmek istediğim için. Eşini çağırması gerektiğini söylüyor, yanımızdan ayrılıyor.
Biraz bahçede dolaşıyoruz. Kocaman bir avlu, yemyeşil. Önde, ailemin ahır olarak kullandığını düşündüğüm yıkık dökük alçak tavanlı bir yapı. Arkasından çiçekliğe açılan bir kapı. Rengarenk çiçekler. Avlunun sonunda ev, köyün en tepesinde. Buradan bakınca,bütün köy ayaklarımın altında şimdi. Sanırım evin içi boş, kullanılmıyor. Yeni sahipleri arkada betonarme yeni bir ev yapmışlar kendilerine. Biraz aşağıdan Bregalnica deresinin şırıltısını duyabiliyorum. Temmuz sıcağına rağmen, serin esen bir yel…
Çok geçmiyor, kadın ve kocası geliyorlar, yanlarında ben yaşlarda oğullarıyla. Tedirginliğin tekrar yaşanmaması için Bursa’dan getirdiğim hediyeyi takdim ediyorum kadına. Güzel bir Bursa ipeği... Eşarbını doluyor hemen boynuna. Tekrar anlatıyoruz, bu evle neden ilgilendiğimi. Ailemin, Yugoslavya’dan çıkarken aile pasaportlarına yapıştırılmış fotoğraflarını gösteriyorum. İkna oluyorlar, oğulları açıyor Gaber Mahallesi 67 numaralı kapıyı….
İçeride beni annem karşılıyor, merdivenlerin başında. 9 yaşlarında ya var ya yok... Dayım, annemin küçüğü, çiçekli kırmızı basma eteğine yapışmış annemin bir şeyler anlatmaya çalışıyor, telaşlı. Bir yaramazlık yapmışlar belli… Ya komşunun eriğine dadanmışlar, son anda yakalanmaktan kurtulmuşlar ya da birinin camını kırmışlar yine… Üst kattan, kundaktaki teyzemin ağlaması duyuluyor. Hep beraber yukarı koşuyoruz. Tahta basamaklar, üçümüzü birden taşıyamayacak kadar zayıf… Uzun yıllardır kimse çıkmamış gibi… Sağdaki odada anneannemi görüyorum. Saçlarını ortadan ikiye ayırmış yine, uzun örgülerini omuzlarından aşağıya sarkıtmış. “Nerdesınız siz! Baban gelsın da bir bir düvericim eppisını” diye çıkışacakken tam bize, aşağıdan büyükbabamın sesi duyuluyor. “Aticeaanım! Yokarda misın!?” Kabahat büyük sanırım, merdivenleri ikişer üçer iniyoruz bu sefer daha da telaşlı… Avluya kaçıp, iğde ağacına çıkıyorlar, annemle dayım. Ben de peşlerinden,çıkabildiğim bir iki dala kadar, yaprakların arasına gizlenmeye çalışıyorum. Drajo, koca cüssesiyle havlıyor aşağıdan: “Çibu! Çibu! Git buradan, yerimizi belli edeceksin şimdi!“ Büyükbabamdan önce annemin “Kojo”su buluyor bizi, pamuk ninesi… Teker teker indiriyor hepimizi ağaçtan. Bir daha yaramazlık yaparsanız masal yok size diyor. Bir daha yapmayacağımıza dair söz veriyoruz Kojo’ya. Kuyuda elimizi yüzümüzü yıkıyor Kojo, kirden pastan arındırıyor hepimizi. Teyzem yine ağlıyor yukarıda…. Sonra, bir polis geliyor bahçe kapısına. Göğsünde kırmızı Yugoslav yıldızı. Bir şeyler anlatıyor büyükbabama: Gideceksiniz diyor buradan. Gideceksiniz, neyiniz varsa bırakacaksınız… Anılarımız var, onları da mı?