Bugün Malta Adası’nın iki önemli şehrine Mosta ve tarihi şehir Mdina'ya gidiyoruz.
Mosta şehri, Mosta Kilisesi ile ünlü. Roma'daki Panteondan esinlenerek yapımı 30 sene süren ve 1860 yılında tamamlanan kilisenin yuvarlak ve desteksiz 45 metre çapı ile Avrupa'nın üçüncü büyük kubbesine sahip. Kilisenin yüksekliği 51 metre, duvar kalınlığı ise 6 metre. İç yapı iskelesi kurulmadan inşa edilen kubbe ve kilise bir tasarım harikası (Maltalı mühendis George Grognet de Vasse).
Kilisenin içi kubbenin tepe noktasındaki ve altında dizilmiş olan camlar sayesinde ferah ve aydınlık, duvar ve tavan bezemeleri, süslemeler, yerlerdeki mermerlerin kalitesi ve dizaynı muhteşem. Sütunlar ve sütun başlıkları, heykeller, tablolar, avizeler, dolaplar ve dolap üzerinde kullanılmış olan mermerler ve dizaynlar gerçekten görülmeye değer. Dış cephesi ise sütunlu çan kuleleri, saatleri de oldukça heybetli.
Kilisenin inşası bittiğinde; din adamları mimarisi camiyi çağrıştırdığı için şiddetle karşı çıkarlar, oysa unuttukları İstanbul’da bulunan Aya Sofya’nın kubbesinin yuvarlak olduğudur.
Kilise ilginç bir hikâyesi de II. Dünya Savaşı sırasında, kilisede 300 kişinin katıldığı bir ayin sırasında 200 kg’lık bir Alman bombası, kubbeyi delip kiliseye düşer ancak şans eseri patlamaz, daha sonra yetkililer tarafından dışarı alınarak etkisiz hale getirilir, bu inanılmaz olay halk arasında bir mucize olduğu inancı ile efsaneleşir. Bu efsane bombanın bir maketini kiliseye ait eşyaların sergilendiği yan odada görebilirsiniz.
Bu kasabada da yine mimari aynı, rengârenk cumbaları, panjurlu camları ve güzel ahşap kapıları ile dar sokaklar üzerine dizilmiş eski evleri ile şirin küçük bir kasaba.
MDINA – SOYLULARIN SESSİZ ŞEHRİ
Mosta yakınında tarihi şehir Mdina’ya doğru yol alırken, şehir karşı tepede tüm azameti ile görüntümüze giriyor. Avrupa'nın en güzel antik sur şehri biraz ötemizde bizi bekliyor adeta.
St. Jean Şövalyeleri, Malta’ya gelinceye kadar Malta'nın başkenti ve tarihi 4000 yıl öncesine kadar giden bu Orta Çağ kasabası adanın tam ortalarında yüksekçe bir plato üzerine kurulmuş. Öyle ki güzel bir havada surların en yüksek bölümlerinden etraftaki köyleri hatta adanın her köşesini hatta Akdeniz'in harika mavi sularını görebilirsiniz. Mutlaka böyle bir nokta bulun, biz havanın oldukça açık ve güneşli olduğu bir günde gittiğimiz için tüm adayı, hatta Valletta'daki otelimizi dahi görebildik.
Çeşitli sıfatlarla anılan şehre Orta Çağ’da “Citta Notabile”, yani Soylular Şehri ve loş lambalarla aydınlatılan sakin ve sessiz gecelerinden dolayı da “Sessiz Şehir” denilen bu antik kentin etrafı Arap istilası sırasında inşa edilen yüksek surlarla ve derin bir hendekle çevrelenmiş. 1250 yıllarında Arap istilasından kurtulsalar da şehrin adı Arapça “şehir” anlamındaki Mdina olarak kalmış.
Şehre giriş kapısının hemen önünde süslü faytonlardan birine bilebilirsiniz ancak karşımızda haşmetle duran ve muhtemelen soylu kralların da geçtiği muazzam kapıdan bir kral/kraliçe edasıyla yürüyerek girmek daha cazip değil mi :)
Bir şehre değil de bir kaleye girer gibi bir duyguya kapılacağınız kesin. Araçların (yaşayan kişilerin mini arabaları hariç) giremediği beton bir köprüden, sonra da heybetli bir kapıdan geçerek şehre adım atar atmaz tarihin kucağına düşeceksiniz.
Açık hava müzesi gibi şehrin tüm sokakları, hemen her köşesi buram buram tarih kokan büyüleyici bir şehir burası. Kireç taşından yapılmış, birbirinden güzel, Orta Çağ ve Barok mimari karışımı tarihi binalar daracık sokakların her iki tarafına dizilmiş, bu arada sokak lambalarını da kaçırmayın.
Etkileyici saraylar, kiliseler ve hepsinin muhteşem kapıları sizi tarihin içine çekip alarak Orta Çağ'a götürecek. Bana biraz İtalya'nın Toscana bölgesini anımsatsa da tüm ada gibi buranın da tek eksiği yeşil. Hangi sokağa gireceğimizi şaşırıyor, en iyisi tarihin içinde kaybolalım diyerek yürümeye başlıyoruz.
Elbette merkeze yaklaşınca şehrin kalbinde yer alan muazzam bir yapı karşımıza çıkıyor.
AZİZ PAUL (ST. PAUL) KATEDRALİ
Valetta şehrinde St. Jean Kilisesi’ni gezmiştik, bir ülkede iki katedral olur mu derseniz Malta’da olmuş. Bu iki başpiskoposluk katedralleri eşit statüye sahip. (M.S. 5 yılında Tarsus’ta doğmuş, hem Yahudi hem Roma vatandaşı, Roma’ya giderken Malta’da geçirdiği gemi kazası sonucu Mdina’da yaşamış havarilerden bir aziz St. Paul)
Adına Roma Katolik Kilisesi 1693 yılında meydana gelen depremde yıkılan küçük bir kilisenin yerine (mimar Gafa) yapılmış. Tam bir Barok tarz olan yapı dikdörtgen bir tabana oturuyor, ön cephede 2 çan kulesi, alt kısımlarında saatleri ile muazzam ancak kubbesi de sıra dışı bir güzellikte, uzak bir mesafeden mutlaka görüp fotoğraflayın.
Yapının içi ise gerçekten görülesi bir mekân, tavan ve duvarlardaki resimler, vitray süslemeler, avizeler, org, tablolar, müthiş ahşap işçiliği örnekleri… Malta camından yapılmış birkaç beyaz cam işçiliğinin görüleceği oval pencereleri de sakın kaçırmayın.
Mdina, eski dönemlerde olduğu gibi bugün de Malta'nın soylu ailelerinin, zengin ailelerinin yaşadığı bir şehir. Mdina'yı 12. yüzyıldan itibaren yurt edinmiş olan Norman, Sicilyalı ve İspanyol derebeylerin torunlarına bu şehrin sokaklarında rastlayabilirsiniz.
Şehirden büyülenmiş olarak çıkıyor ve hemen akınındaki Mozaik Müzesi’ne de uğrayarak çok güzel mozaikler, inanılmaz geometrik desenler, süslemeler hatta bizim ünlü “Çingene Kız”ı andıran bir pano ve çeşitli antik objeler görebilirsiniz.
Buraya kadar geldiyseniz yakın civardaki el sanatları köyünü ve cam fabrikalarını da gezebilir, ustaların cam işleme, fırınlama ritüelini izleyebilir, hediyelik eşyalar alabilirsiniz.
Yarın UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki antik kentleri (Tarxien Tapınakları - Hagar Qim & Mnajdra Park) Osmanlı Şehitliği’ni geziyoruz, yüzyıllardan öncesinin taş araba tekerlek izlerini görüp çok şirin bir sahil kasabasında balık yiyeceğiz.
Kaçırmayın :)