Sanat Kenti Aix En Provence

Sonraki durak Aix en Provence. İlk gece Thierry’nin bağevine konuk olacağız, ertesi gün şehir ziyareti ve Luberon’a ilk hareket. Evi bulmak biraz zahmetli olsa da hava kararmaya yakın Thierry’nin oğlu Alex’i uslu uslu film izlerken bulduğumuz evin kapısından giriyoruz. Çok zevkli döşenmiş evi Airbnb üzerinden misafirleriyle paylaşan eski bir 68li Thierry. Her köşeden çıkan zevkli müzik Cdleri, duvarların elin tersiyle yapılmış sanatsal badanası, mütevazı ama zevkli mobilyalar bize evsahibimiz hakkında ipuçları veriyor. Diyoruz ki bu çok kafa bir adam, tam muhabbetlik. Bunun da verdiği cesaretle, açtığımız Bordeaux şarabının yanına birkaç parça peynir çıkarıyor ve bilgisayarlarımızı açıp hem e-posta kontrolü, hem de küçük müzik setimizden gelen tınılarla keyifli bir akşama dalıyoruz erkenden yatan tavuk Alex’i uyandırmamaya çalışarak.
Konaklama olarak önerilerde bulunmak gerekirse, şehrin kalbinde yer alan Hôtel de France hem ekonomik hem de kaliteli bir otel. Ünlü Fontaine la Rotonde’ye 50-60 metre mesafede bulunan otel, birçok ulaşım ağına da yakın. Bu otele alternatif olarak Hôtel Rotonde SNCF istasyonuna kısa bir mesafede bulunuyor. 4 yıldızlı bu otel, Cours Mirabeau’ya da 2-3 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde yer alıyor.Les Milles’te ki Domaine & Cie ise doğal ortamıyla oldukça ideal bir seçim olabilir. Golf ve doğa yürüyüşü açısından elverişli lokasyonuyla sakin bir konaklama arayanlar için biçilmiş kaftan. Otel şehir merkezine de 10 dakikalık bir sürüş mesafesinde bulunuyor. Bunların yanında booking.com’a buradan girerek diğer Provence otellerine de göz atabilirsiniz.

Thierry ile tanışmamız geceyarısı sularında oluyor. Eve girer girmez, önce “Hoşgeldiniz!”, daha sonra da “Bu eve yiyecek getirmek yasak!” diyor evsahibimiz. Şaşkınca birbirimize bakıp, şaka sandığımız laflara gülüyoruz. Thierry gülmüyor, biraz kızgın. Allah allaah?? Bize katılıp şarap içme teklifimizi “O kullandıklarınız benim kadehlerim mi?” diye karşılayıp reddeden Thierry aslında kötü bir insan değil, sadece çok Fransız. Biz de belli ki bir hayli Türküz ki kuralsızlığımıza duyduğu apansız ama zararsız asabiyetini unutmaya çalışıyor ve biz saygısız misafirlerinin kahvaltıda ne istediğini sorduktan sonra odasına kapatıyor kendini. Thierry’nin evi şarap bağlarının hemen yanına ve yıldızların hemen altına yerleşmiş. O şarapları bitirmemek hakaret olur. Bitiriyoruz. Fransa’da ilk günümüz, ilk gecemiz ve hayat çok yumuşak. Gözlerimizi kapıyoruz.Biz uyandığımızda Thierry de uyanıyor ve kahve, kruvasan ve reçellerle besliyor bizi. Bölge hakkında bilgilendiriyor ve biraz affettiriyor kendisini önceki geceki engin konukseverliğinden(!?)  ötürü. Tam notumuzu düzelteceğiz, Thierry denen Clark Kent yine Superman oluyor ve çıkış saati 09:00’dadır diyerek bizi bahçede bırakacak şekilde evin kapılarını kendisi içeride kalacak şekilde kitliyor. Bu sıcak uğurlamayla bıraktığımız küçük köyü geçerek Aix en Provence şehir merkezine doğru hareket ediyoruz.

Marsilya’nın 30 km kuzeyindeki Aix en Provence, festivalleri, sokak müzisyenleriyle bir sanat kenti. Arabamızı önce park ediyor, sonra terk ediyoruz ve kendimizi Cours Mirabeau’ya atıyoruz; bir nevi bu kentin Champs Elysees’si.




Hava sıcak, Temmuz ayının vicdanı güney Fransa’da da pek yok. Kendimizi gezerken gölgeden gölgeye ve mola verince de soğuk içeceklerin koynuna atıyoruz.





Trafiğe kısmen kapalı olan Cours Mirabeau’nun tam ortasında bir şerit düşünün, o şerittle her 100 metrede bir tarihi bir çeşme görüyorsunuz. Öyle ki Aix-en-Provence’a “1000 Çeşme Şehri” diyorlar. Fransız şehircilik anlayışının belki de en güzel yönü bu geniş, kenarları heybetli ağaçlı, trafiğe tamamen ya da kısmen kapalı caddeler. 42 metre genişliğindeki caddede sağlı sollu cafeler caddenin uğrak noktaları. Bu cafelerin en popüleri Les Deux Garcons zamanında Paul Cezanne, Ernest Hemingway ve Emile Zola gibi isimlere hizmet etmiş olmasıyla ünlü. Biz ise hizmetimizi İtalyan mahallesindeki bir sokak üstü cafesinden hızlıca almayı tercih ederek günün temposunu yakalamak zorundayız.







Cours Mirabeau şehri ikiye ayırıyor. Kuzey ve doğusunda kalan şehrin eski merkezi dar, dolambaçlı yollar, eski sokak arası katedralleri, kemerler ve kimileri heybetli kuleleriyle 16, 17 ve 18. Yüzyıl yapıları dolu. Buralarda seve seve kayboluyor, kendimizi bir sanat galerisi açılışında buluyoruz, bir katedral düğününde; bir Cezanne tablolarıyla dolu bir dükkana dalıyoruz, bir croissant ziyafeti vadeden sokak arası pastanelerine. Ünlü doğal ve organik kozmetik zinciri L’Occitane’ın anavatanı tabi ki Provence ve Aix-en-Provence da bundan nasibini almış, iki sokakta bir L’Occitane dükkanının özgün sarı tabelası karşılıyor sizi.















Fransızların kısaca “Aix” dediği Aix-en-Provence, ne Cassis gibi romantik bir balıkçı kasabası, ne de Avignon gibi heybetli bir tarih merkezi. Ama kendine has, sanatsal, dokunaklı bir havası var. Hava sanat, şarap ve lavanta kokuyor. Cezanne’ın, Picasso’nun buraları neden mesken tuttuğunu anlamak çok zor değil.

Aix’in büyük ve kapsamlı turizm bilgi merkezine uğrayıp anlamadığımız Fransızca broşürlerden alıp kendimizi iyi hissediyoruz, çıkışta La Rotonde’daki tarihi anıt ve üzerinde bulunduğu çeşmenin önünde fotoğraf çektiriyor ve yola devam ediyoruz.







Aix-en-Provence’ın huzurunu yakalamış, belki de şehrin en ünlü sanatçısı Paul Cezanne. Ünlü ressamın şaheserlerini vücuda getirdiği atelyesi eski şehir merkezinin biraz dışında. Zamanında oldukça ıssız olduğunu tahmin ettiğimiz bölgede kendi özgün bahçesinin içinden şehrin yarı lavanta renkli görüntüsüne bakan eşsiz bir istırahathane. Artık bir müzeye dönüşmüş olan atelyenin içinde fotoğraf çekmek yasak. Zamanında Cezanne’ın ailesine miras kalmış, sonradan da bir hayranı tarafından satın alınıp müzeleştirilmiş küçük binada Cezanne’a ait eskizler ve anı değeri taşıyan birkaç özel eşyası var. Oraya kadar gitmişken sakin bahçede küçük bir tur atmadan ya da biraz soluklanıp serin gölgelerde dinlenmeden bu adamın ruhunu anlamak mümkün değil.



Her ne kadar turizm bilgi merkezinden aldığımız broşürler (en azından anlayabildiğimiz kısımları) bölgenin kaplıcalarla bezeli olduğunu söylese de, henüz daha romatizma sahibi olmak için çok genciz, hava da sıcak suya girmek için pek bunaltıcı. Arabaya biniyor, klimayı çalıştırıyor ve Luberon’un yolunu tutuyoruz.
Hani İstanbul’da - ya da hadi Türkiye’nin herhangi bir yerinde diyelim- tabelalarla yol bulmaya çalışırsanız kendinizi hep ters yolda bulursunuz ya? Ha işte Fransa’nın otobanları hiç öyle değil. Efendi gibi şeridinizden düzgün hızda gidip de tabelaları izlerseniz her yolu bulabilirsiniz. Aix-en-Provence’dan çıkıyor ve Avignon yönüne doğru tabelaların güvenli kollarına atıyoruz kendimizi.