Tanrıların Ülkesi: Nepal

Seyahat tutkum galiba anne tarafımdan geliyor. Almanya’ya ilk gidenlerdenmiş büyük annem ve dedem. Haliyle annem de gurbette yaşamış. Doğum için de yer Almanya’nın Aachen şehrinin Stolberg kasabası olmuş. Tabii ki babamın mesleği sayesinde zaman zaman babamın mesleği yüzünden Anadolu’nun dört bir tarafını dolaştık. Bu pek çok açıdan iyiydi yeni kültürler, yeni tatlar, yeni insanlar… Dezavantajı da çok tabii ki adaptasyon sorunu ve tam bu adaptasyonu sağlamışken yine yeniden taşınma telaşı.

Edward Perrimon Cole Mayıs’ta öldü. Bir Pazar öğleden sonrasıydı ve gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Diye başlar ‘’The Bucket List’’ ya da Türkçede tam karşılığı olmadığı  için ‘’Şimdi ya da asla’’ filmi. Film birisi fakir bir araba tamircisi diğeri milyon dolarları olan bir iş adamı olan kanser hastalarının, az kalan zamanlarında hayatlarında hiç yapmadıkları, hiç denemedikleri yeni deneyimleri anlatır. Aslında bu film sonrasında ya da öncesinde hepimizin bir ‘’ölmeden önce yapılacaklar’’ listesi vardır. Çoğu maddi olsa da zaman zaman manevi değeri büyük olan yapılacaklar listesi. Pek çok insanın sorduğu gibi ‘’hayatın anlamı nedir?’’ sorusu belki de mezar taşımızda yazacak olan ‘’herkes bilsin harika bir hayat yaşadım’’ sözü olabilir.

Hikâyem tam da bugün 25 sene önce başladı. Ölmeden önce Himalayalar’ı gör maddesini gerçekleştirmek için doğum günümden daha özel ve güzel bir zaman olamazdı. Her ne kadar ertesi gün varacak olsam da yine özel bir tarihti; bu sefer de abimin doğum günüydü. Neden ve nereden geliyor bu Nepal merakım? Görkemli dağlar mı? Hindular ya da Kumari mi ya da efsanevi kar adamı Yeti mi? Görmek, bilmek istediğim neydi? Belki de sadece Nepal’i görüp ilk Asya seyahatimi tamamlamak istiyordum hepsi bu. Yeditepe Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmama 1 ay kala almıştım biletleri kendime verebileceğim en güzel hediye bu olacaktı. Biliyordum! Zahmetli bir yolculuk olacaktı direkt uçuş var ama pahalı bir seçenek bana kalırsa. Aktarmalı gitmek en iyisi. Hazırlıklarımı tamamlamıştım ancak hesaba katmayı unuttuğum tek ve büyük bir problem vardır karşımda. Musonlar! Bunu nasıl da atlarım. Günlerce hava durumuna baktım ve gördüğüm tek şey yağmur, yağmur ve daha fazla yağmur oldu. Bir yağmurluk mu almam lazımdı ya da büyük bir şemsiye, bilmiyorum musonlar hakkında ne kadar yazı varsa hepsini okudum ama bu hava durumu benim kâbusum oldu günlerce…

Arkadaşlarıma ve akrabalarıma Nepal’e gideceğimi söylediğimde hepsi çok şaşırdı. Hatta Nepal de neresi diye soranlar bile çıktı karşıma. Bende biliyorum Madrid’e ya da Berlin’e gidebilirdim. Sadece daha önce hiç karşılaşmadığım insanları, kültürleri görmek istiyorum. İlk kez Eiffel Kulesi’ni görmek, Berlin Duvarı’nı ya da diğer ismi ile utanç duvarını görmek. En son ne zaman ilk defa bir şey yaptık? Sanırım başka bir yere gidip ilk defa bir şeyler yapmaktan daha güzel bir seçenek olamaz. Belki de sadece ilk kez bir şeyler yapmak istiyordum. Himalayalar rüyalarımı süsledi. O muhteşem heybeti, sisli zirveler… Biliyorum bu seyahatimde Everest’i dünyanın çatısını ziyaret edemeyecektim ama bir sonraki sefer için istikamet kesinlikle orası olacak buna eminim.

Bu seyahat notumda deneyimlerimi, gördüklerimi, tattıklarımı sizlerle paylaşacağım ve elimden geldiğince sizleri Nepal’e götürmeye çalışacağım bu satırlarda. Sadece sizlere Nepal şurada, nüfusu burada, 2008’e kadar tek Hindu krallığı gibi bilgiler vermeyeceğim zaten böyle bir seyahate hevesli iseniz çoktan bu bilgileri edinmiş, oraya seyahat edenlerin yazılarını okumayı daha çok arzu ettiğinizi tahmin edebiliyorum. Ben de sizlerden birisiydim. Önümüzde uzun 9 gün, aktarmalı uçuşlar, meditasyon şarkıları, şarkı söyleyen kaseler, yağmurlar ve daha bir çok macera var. Sanırım en çok şikâyet edeceğim şeylerden birisi yağmurlar olacak. Eğer Nepal’e seyahat edecekseniz kesinlikle zamanı iyi ayarlayın.

Nisan ayı sanırım en güzel zaman burayı ziyaret etmek için. Hem hava günlük güneşlik oluyor hem de festival zamanı burada. Turistlerin en yoğun olduğu dönem. Şu an tam olarak doğum günümün bitmesine 1 saat 50 dakika var. Biletimi almak için gişede bekliyorum daha açılmadı ama en önde ben varım çünkü hayallerimi gerçekleştirmek için sabırsızlanıyorum. En büyük hayalim tabii ki de bu değildi. Çünkü onu 2013 Eylül’ünde gerçekleştirmiştim. Neden bilmiyorum ama doğduğum yeri Aachen’ı bir türlü ziyaret etme şansı bulamamıştım ve Eylül 2013’te doğduğum hastaneyi, şehri gördüm bu deneyim bir hayali gerçekleştirmekten çok daha öteydi. Sanki bir hayalde yaşamak gibiydi.

Yepyeni ve hiç görmediğim bir dünya beni bekliyor. Korkuyorum diyemem ama ufak tefek kaygılarım ve bu kaygılarımı tek bir cümle ile silip atıyorum. Umarım Himalayalar hayallerimdeki kadar heybetlidir.

Biletlerimi aldım ve bavulumu tedirgin bir şekilde teslim ettim çünkü ilk defa bir kıtada verip başka bir kıtada alacağım bavulumu ve bekleme süremde çok uzun umarım bir sorun ile karşılaşmam. İlk deneyim demişken babamın memuriyeti sayesinde çok kullanamasam da yeşil pasaportum vardı. İtalya, Almanya ve Ukrayna’ya bu pasaport ile gittim (Ukrayna için vize gerekmiyor, bordo pasaport için de). İlk defa bordo pasaport yani normal pasaport kullanacağım bu da benim ilk seyahatim ilk yurtdışı çıkış pulum, damgam. Vizeyi indiğim zaman oradan alacağım. Doğrusunu söylemek gerekirse şuanda gitmek istediğim ilk yer Nepal değil. Dört yılda bir kapımızı çalan Dünya Kupası’nın bazı maçlarını kaçıracağım ne yazık ki. Havaalanında ufak bir televizyon buluyorum ve günün maçı olan Yunanistan-Kosta Rika maçını izliyorum. Hem zaman geçirmek hem de biraz daha futbola doymak için. Üçüncülük ve en önemlisi final maçına yetişeceğim ve biz katılamadığımız için favorim olan Almanya’nın kazanmasını ümit ediyorum. Duty Free’den birkaç tane Türk bayraklı buzdolabı magneti, nazar boncuklu bileklikler ve şekerleme aldım orada ki insanlar için. Ülkemi tanıtmak istiyorum.

Nepal hakkında internette araştırma yaparken orada ki insanların gerçekten fakirlik çektiklerini, ufak bir hediyenin onları ne kadar mutlu edebileceğini okudum. Ve bunları dikkate aldım bende hiç tanımadığım bir insanı bir iki saniyede olsa mutlu etmek kendisine bir hediye vermeyi gerçekten çok istiyorum. Hatta bir iki tane oyuncak aldım yanıma çocuklara hediye etmek istiyorum.

İyi ki doğdun abi… Her yıl olduğu gibi seni tam 00.00’da arayamadım ve her zaman ki o soğuk ‘’iyi ki doğdun iyi ki seni tanımışım‘’ esprisini yapamadım. 
Sabah 7.30 sularında aktarma yerim olan Dubai’ye indim. Uçakta çok büyük bir felaket yaşadım. Hayır türbülans ya da bir sağlık sorunu değil bir uçak dolusu ağlayan bebekler. Yaklaşık 20 tane belki de daha fazla 2-3 yaşları civarındalar. Sanki ‘’bebekçe’’ diye bir dil var ve nöbetleşerek ağlıyorlar. Dubai’ye doğru alçalırken birisi o kadar çok ağlamaya başladı ki hostesler bebek sinir krizi geçiriyor sandılar. Herhalde kendisine en iyi ağlayan bebek oscar’ı verilirdi.

Havaalanına indiğimde ise önümde aktarma için beklemem gereken tam 9 saat vardı. Uçakta yukarıda bahsettiğim nedenden dolayı gözümü bir saniye bile kırpamamıştım. Dubai terminal 2’de pek çok koltukta hatta zeminde insanlar uyuyordu. Pek çoğu Pakistan, Bangladeş ya da Afrika’ya seyahat edeceklerdi. Aynı uçakta olduğumuzu sonradan öğrendiğim Sudan’lı benim yaşlarımda bir çocuk ile konuşmaya başlıyoruz. O da uçakta ki bebekler yüzünden hiç uyuyamamış. Kendisi Mersin’de üniversite okuyormuş ve ailesine sürpriz yapmak için gidiyormuş Sudan’a beraber 7 saat bekleyecektik havaalanında. Yeni arkadaşım Montasır bana Sudan hakkında bilgiler veriyordu bende ona Sudan hakkında bildiklerimi söylüyor ve onu şaşırtıyordum. Zaman geçirmek için havaalanında ki panodan hangi şehrin hangi ülkede olduğunu bilme oyunu oynuyorduk. Zamanla uyku bastırdı. Lütfen bu uyarımı dikkate alın. Eğer Dubai’de ki terminal 2de benim gibi uzun süre bekleyecekseniz kesinlikle uzun kollu giysileri tercih edin. Klimaları inanılmaz derecede açıyorlar ve zamanla üşümeye, hatta kısa süreli titremeye başlıyorsunuz. Hatta danışmaya gidip şikayet de bulunduk. Daha sonra dereceyi düşürdüler. Derin bir uykudan sonra Montasır ile vedalaştık o Sudan’a ailesinin yanına ben ise Nepal’e hayallerime doğru yola çıktık.

9 saat beklemenin ardından ve 4 saatin sonunda. Katmandu’daki havaalanına indim. İnanılmaz sağanak bir yağmur var. Vize bankosunu aramaya başlıyorum nem, rutubet havasızlık aman Allah’ım neler oluyor. Çeşitli evrakları doldurduktan sonra 25$ vize ücreti vererek ve Nepali dilinde merhaba anlamına gelen Namaste sözü ile Katmandu beni bekliyordu. Bavulları almak için bekliyordum 25 dakika geçmesine rağmen o kadar yavaş geliyordu ki bavullar insanlar adeta isyan başlatmak üzereydiler. Tam kapıdan dışarı çıkarken birkaç polis bavulumda ki etiket ile biletimde ki ismin eşleşmesini kontrol ediyorlardı. Daha sonra başka bir X-ray cihazından geçtikten sonra bir miktar para bozdurmak çok iyi olurdu. Havaalanının dışında daha önceden yer ayırdığım ve beni havaalanından almaları konusunda anlaştığım otel personelini gördüm. Adeta damacana su taşımak için kullanılan küçük bir araç ile geldiler. Sağda olan direksiyon pek alışık gelmemişti bana. İngilizceleri çok iyi değildi. Birkaç soru sormaya çalıştılar ve anladığım kadar onlara cevap vermeye çalıştım.

Endişelenmem boşuna çıkacaktı buna kesinlikle eminim ama filmlerdeki adam kaçırma sahnesini yaşıyordum adeta. Tek bir tarafı bile düzgün olmayan yollar, tek tük elektrik direkleri. Neyse ki 10 dakika sonra otele gelmiştim. Zaten beni getiren şoföre para verecektim ama ‘’Dubai parası var mı?’’ sorusu beni gerçekten şaşırttı. Hayır cevabı ile kendisine 100 Nepal rupee’si veriyorum.

Otel odamdan kesinlikle çok fazla bir şey beklemiyorum ve asla böyle bir takıntım olmadı. Her günüm sokaklarda keşiflerle geçecekti. Sadece uyumak ve duş almak için gelecektim odama. Duş ve güzel bir uyku ile günü bitiriyorum.

Tıpkı internetten edindiğim bilgiler gibi sabaha karşı elektrikler gitmiş azda olsa çalışan vantilatörüm kapanmış. Kahvaltı için otelin çatı katında bulunan kısma çıkıyorum ve güneşli Katmandu beni selamlıyor. Her yerde kiremitten çatılar, bayraklar, yeni yıkanmış kurumaya bırakılmış giysiler. Kahvaltı olarak çırpılmış yumurta, biraz marmelat, birkaç dilim kızarmış ekmek, birkaç dilim karpuz. Dediğim gibi bu tür yerlerde harika bir konaklama ya da servis beklemem o yüzden beklentimi hep düşük tutarım ve sonunda mutsuz olmam. Buraya gelmeden önce yine haberleştiğim bir turizm acentesi işleten Shree Bey’i aramalarını rica ediyorum resepsiyona. Otelin lobisinde 10 dakika kadar bekledikten sonra beni alıp kendi bürosuna götürüyor. Buraya giderken meşhur Thamel’den geçiyorum. Tek yönlü trafikte akan motorlar, küçük arabalar, bisikletler ve korna, egzoz dumanı arasında yoluna devam etmeye çalışan insanlar. Ofiste biraz bekliyorum ilk gün olduğu için planım çok geniş nerelere gideceğimi çok önceden kararlaştırmıştım ve sağ olsun kendisi de çok düşük ücret karşılığı bana bir araba tahsis etti. Yürümeye çalışsam kesinlikle bir güne sığdıramam. Taksi kullansam benden daha fazla ücret talep edebilirler.

İlk durağım Boudhanath Tapınağı oldu. Kalabalık ve bol inekli, öküzlü yollardan sonra 4 tarafında gözler bulunan tapınağa geldim. Buraya girmek için 150 rupee ödedim. Tapınak son derece görkemli! Etrafında tavaf yapan ve dua eden insanlar, keşişler var. Tek kötü yanı bir ibadet yeri olmasına rağmen temiz olmamasıydı. Sokaklarda ki kirlilik ile burada ki kirlilik hemen hemen aynı idi. Yakılan tütsüler, geri kalan küller, kuş pislikleri, köpek pislikleri sıcağın etkisi ile hoş olmayan bir koku çıkarıyor meydana. Burada çeşitli dükkânlar var yine çevrede ki ufak kafeleri, büfeleri deneyebilirsiniz. Tapınağın etrafını saran dua çanlarını çevirerek ibadet etmiş oluyorsunuz burada birde büyük bir dua çanı var. Bende birkaç dua ettim aslında zevkli bir şey. Vakit öğlene doğru geliyordu. Acıkmıştım ne yiyeceğimi biliyordum ama güzel bir kafe seçmem gerekiyordu. Gölge ve vantilatörü olan bir yer bulup Nepal’in en meşhur yemeği olan Momo’yu denedim. Biz de ki mantının daha büyüğü. Biraz daha dinlendikten sonra sırada ki durağım büyük bir Hindu tapınağı olan ve ölülerin yakıldığı, saduları görebileceğim Pashupatinath idi.

Gezi duraklarımın arasında ki mesafeler yaklaşık 10 dakika civarındaydı. Dikkatimi çeken bir diğer konu ise kadın-erkek ayırt etmeden herkesin üzerinde Brezilya, Almanya ve çoğunlukla Arjantin futbol milli takımlarının formaları vardı. Hatta bazı sokaklara devasa bayraklar asılmıştı. Futbol insanları nasılda bir araya getiriyor. Belki de hiç gitmedikleri ya da gidemeyecekleri hatta haritada bile o ülkelerin yerlerini gösteremeyebilirler ama kesinlikle futbola aşıklar. Yine bol inekli, motorlu ve trafik ışıksız yollardan sonra yeni durağıma ulaştım. Beni burada maymunlar, köpekler, keçiye benzeyen ve ‘’Yak’’ diye tabir edilen bakışları aşırı derecede sinirli hayvanlar karşıladı.

Girişte yine bir ücret ödemem gerekiyordu ücret yüksekti. Bunu yadırgamadım çünkü birazdan göreceğim şeyi daha önce hiç görmemiştim ve istesem de kolay kolay göremezdim. Bileti aldıktan sonra birisi benimle konuşmaya başladı bir görevli zannettim daha sonradan fark edecektim rehber kılıklı dolandırıcı olduğunu. Buradaki tapınağa sadece Hindular ziyaret edebiliyorlar yani içeri girilmesi yasak. İçeride büyük bir altın renginde öküz heykeli var. Etraftaki keçilerin, maymunların arasından geçerek ve rehber kılığında ki adamı izleyerek ölülerin yıkandığı ve daha sonradan yakıldığı yere geldim. Ölen kişi ve yakınları için şanssız benim için ise şanslı bir andı böyle bir törene denk gelmek. Yakınları turuncu kıyafetler, çiçeklerle taşınan ölü adamı odunlarla hazırlanan yere koydular. Etrafında 3 defa tur attılar. Hemen yan tarafta başka bir tören yapılmış ardından kalan küller nehre dökülmüştü. Ürkütücüydü ama bu da hayatın bir gerçeği…

Nehrin karşısına geçtim ve oradan izlemeye başladım. Benim gibi bir sürü turist ellerinde fotoğraf makinaları ile bu anı bekliyorlardı. Alev yavaş yavaş odunların arasından adamı sardı. Bende bu anı izledim ve fotoğraf çektim. Onlar bu törenden sonra geri kalanları nehre atıyorlar ve ölen adamın ruhunun cennete kavuştuğuna inanıyorlar. Daha sonra birkaç sadu gördüm. Sadularda bu gezide en çok merak ettiğim kişilerdi. Onlar hayatta ki tüm zevklerden, duygulardan vazgeçmiş insanlardı. Yüzleri boyalı yıkanmayan, saçları uzun olan sadularla fotoğraf çekip cüzi bir miktar bağış yaptıktan sonra burada ki turum sona eriyordu. Araca doğdu yürürken peşime kolye satmaya çalışan kadınlar takıldı neredeyse beni 4-5 dakika ikna etmeye çalıştılar. Adeta başımdan savmak için para verdim. Bu seferde rehber kılığında ki adam benden para istedi. Beni baştan uyarması gerektiğini söyledim yine neyse dedim ve para verdim. Artık daha dikkatli olmalıydım. Sıradaki durak Swayambhu yani Maymunlar Tapınağı idi.

Burası gerçekten çok fazla maymunu, köpeği ve merdiveni olan bir tapınak. Merdivenleri çıkıp en üstte ulaşınca yine dua çanlarını, buda heykellerini, dükkânları görüyoruz. Buradan ayrıca şehri kuşbakışı görmek mümkün.

Karşımda görkemli Himalayalar, tütsü kokuları, turistler, meditasyon şarkıları burası gerçekten güzel bir yerdi. Maymunlar konusunda dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Her zaman aranızda mesafe tutun, yanlarında yiyecek yememeye çalışın. Eğer sizi ısırırlarsa ki bu düşük bir ihtimal bir süre hastane gözetiminde kalmanız gerekebilir ve bu da hiç hoş olmaz. Maymunlar bazen çok saldırgan olabiliyorlar köpeklerle kavga eden maymunlar bile gördüm ama çoğu sakin ve kendi halinde.

İlk gün ve turumu çabuk bitirmiştim henüz hava kararmamıştı o yüzden Durbar Meydanı’na gitmeye karar verdim. İnternette burası içinde girişte para ödememiz gerektiği yazıyordu. Evet, birkaç tane kontrol noktası gördüm fakat kimse beni durdurmadı. Yollarda yürüyen insanlar, arabalar, motorlar, yere koydukları meyve sebzeleri satmaya çalışan insanlar, hediyelik eşya almaya çalışan turistler, rehber kılığında ki adamlar. Meşhur olduğu iddia edilen Freak Street’e de uğradım burada yine dükkânlar, kafeler var. Birkaç kafe turistlerin uğrak noktası haline gelmiş onları görmek ve bunu anlamak çok kolay. Sabah otelden çıkarken dükkânlar henüz açılmamıştı, dönüşte ise her yer ışıl ışıl idi. Thamel’deki kafeler akşam yemeği yemek için ideal. Ayrıca büyük ekranda Dünya Kupası maçları da var. Burada Brezilya, Fransa, İskoçya’dan insanlarla konuştum hepsi Nepal’e gelmeyi hep hayal etmişler. Hesap genelde 5-6$ civarı tutuyor. Yediğiniz yemeğe ek olarak devletin uyguladığı vergi ve servis vergisi oluyor hesaba. Otele geri dönüp dinlenmek en iyisi yarın başka bir şehre Patan’a gideceğim. Buraya gelmeden önce internette ‘’yolda size uyuşturucu satmaya çalışan insanlar olabilir’’ uyarını görmüştüm. Sokakta birisi bana bu soruyu yöneltti duymamış gibi yaptım ve yoluma devam ettim. Otele geri geldiğimde yine elektrik kesintisi beni bekliyordu ama buna alışmaya başlamıştım.

Sabah kahvaltısı için yine otelin çatı katına çıktım sisli dağlar, günlük güneşli bir hava, korna sesleri yine beni selamladılar. Bugünkü planım Patan’a gitmek. Araç ile yaklaşık 20 dakika. Toplu taşıma için resepsiyondan bilgi aldım. Durbar Meydanı’na doğru ya da Thamel Caddesi’nin başında otobüslerin olduğunu söylediler. Açıkçası ya kendime güvenemedim ya da biraz rahat etmek istedim. Resepsiyondaki çalışana taksi ile ne kadara gidebileceğimi sordum. 1000 rupee yani yaklaşık olarak 10$ yani Türk Lirası ile 20tl neredeyse. Fena fikir değildi hem yoldan kazancım olurdu hem de daha rahat bir yolculuk yapardım. Çalışandan bir taksi çağırmasını bekledim ve yolculuk başladı. Adeta çöl safarisi ya da off-road yapar gibi gidiyorduk yollarda. Yayaların tam arkasına gelip kornaya sonuna kadar basmak burada çok doğal karşılanıyor. Bunu bizim memlekette düşünemiyorum. Tuktuk diye çağırılan 3 tekerlekli bisikletler, yine 3 tekerli minibüsler, olabildiğince motorbisiklet bütün yolları kaplıyordu. Trafik ışıkları pek olmadığı için bazı kilit noktalarda trafik polisleri trafiği yönetmeye çalışıyorlar ağızlarını koruyan bir maske ve düdükleri ile…

Her şehirde olduğu gibi burada da Durbar Meydanı var. Meydana tam adımımı attığım anda yine bir görevli beni uyardı ve ücreti verdikten sonra boynuma asmak için üzerinde turist yazan kâğıdı boyuna astım. Bu göz alıcı pembe kâğıt sayesinde kim turist hemen anlaşılıyor. Durbar Meydanı yine büyük, eski, taş tapınaklarla dolu. Şansıma okul çıkışına geldiğimi düşündüm bir sürü öğrenci 11-12 yaşlarında olmalılar. Büyük meydanda pinpon topu büyüklüğünde bir top ile maç yapıyorlar. 5-6 kişi değil en az 30 kişi. Kim hangi takımda hiç belli değil. Öğretmenlerinin çağırmasıyla hepsi bir araya toplanıp tapınaklara gittiler. Herhalde bu da bir ders olmalıydı. Elimde fotoğraf makinesini görünce dayanamayıp birisi gelip sordu nerelisin diye. Türkiye dedim. Biraz düşündü gözlerini kıstı sonra koşup gitti. Herhalde Türkiye’nin nerede olduğunu bilemedi ve utandı. Tek dileğim umarım o akşam evine ya da ertesi gün kütüphane gidip Türkiye’nin neresi olduğunu araştırmıştır. Durbar Meydanı’nda yine birçok ısrarcı seyyar satıcı var. Ufak bir hediyelik dükkâna girip Kar Adamı Yeti anahtarlığı aldım. Satıcı kadın bana çok iyi davrandı çikolata ikram etti bende Duty Free’den aldığım Türkiye bayraklı magneti kendisine hediye ettim. Yine bu meydanda güzel kafeler var ya da Cafe Du Temple’da güzel yemekler var. Şansıma hiç yağmur yoktu. Durbar Meydanı’nı takip eden ana caddeyi uzun uzun yürüdüm. Tabii ki Katmandu’daki gibi yol ve kaldırım diye bir şey yok herkes yolda bütün araçlar kaldırımda gibi. Buralarda güzel heykeller var bazıları çok büyük, ağır. Ama bu konu hakkında bilgim çok olmadığı için almaya yanaşmadım. Keşke fırsatım olsa da büyük alsaydım. Keşke demek biraz benim felsefeme aykırı. İnsan hep iyi ki demeli. O yüzden cümlemi düzeltmeliyim. İyi ki büyük bir heykel alabilseydim.

Vakit yavaş yavaş akşam olmak üzereydi. Yine aynı yol ile Katmandu Thamel’e dönmem lazımdı. Thamel’in girişinde adını çok sıkça duyduğum mükemmel bahçeleri olan tertemiz Dream Garden’a geldim. Yine girişte 200 rupee ödedim. Artık bir yerlere girişte para vermesem şaşırıyordum. Adımımı attığım anda gözlerime inanamadım. Burası neresiydi? Yemyeşil bir park, ağaçlar, küçük havuzlar, havuzun üzerinde nilüferler, içerisinde balıklar, sincaplar, heykeller… Burası için 200 rupee gerçekten de çok ucuz. O kargaşa, o trafik burası adeta çölde bir vaha gibiydi. Çimlere konulmuş mindere uzandığım zaman ne kadar yorulduğumu anladım ve farkına varmadan orada bir buçuk saat uyumuşum. Biraz etrafı gezdim. İçeride bazı resimlerle burasının eskiden ne kadar bakımsız bir yer olduğunu gösteren sergi kurulmuştu. Yine daha sonradan anladım ki burası özellikle genç çiftlerin, genç aşıkların buluşma noktasıymış.

Akşam yemeği için Teriyaki Restaurant adlı bir mekâna geldim. Pek kalabalık değildi. Momo beni biraz hayal kırıklığına uğrattığı için bilindik bir şeyler yedim. Daha sonra Thamel’in ilerleyen sokaklarında kaybolmak istedim. Kafeler, canlı müzikli barlar, marketler ortalık ışıl ışıldı adeta Marmaris ya da Bodrum gibiydi. Burası Thamel’in ana sokağı gibi değil. Tarif etmek gerekirse Durbar Meydanı’ndan Thamel’e doğru gelin. Yolu sonuna kadar takip edin. Daha sonra Dream Garden’a doğru giden yolu değil de düz devam eden yoldan sola sapın işte bütün her şey buradaymış neredeyse. Dediğim gibi Dünya Kupası maçları, barlar, süpermarket. Biraz atıştırmalık bir şeyler almak için markete girdim.

Gözüme bizim memleketin ürünleri takıldı demek buraya bile geliyormuş. Marketin bir de üst katı varmış oraya çıkmadım çünkü aşırı yorgundum sadece otele gidip uzanmak istiyorum. Otele doğru geri dönüyordum. Her akşam yemeğinde yaptığım gibi üzerimde Fenerbahçe forması vardı. Usul usul yürürken arkadan bir ses geldi : ‘Hey şampiyon Türk müsün?’ Biraz afalladıktan sonra ayaküstü sohbet ettim. Hemen hemen 30-35 yaşlarında bir abi. Kendisi her şeyi bırakıp Hindistan’a taşınmış. Konuşmasından, saçından ve kılığından anladığım kadarıyla o da bir Sadu hayatı yaşıyordu sanki. Yarın durak Bhaktapur buraya otobüsle gideceğim.
                                                                                                 Kaldığım otelin adı Hotel Nepalaya idi. Çalışanları gayet sıcakkanlı, güler yüzlü. Odalar avluya bakıyor. Bazı misafirler havasızlıktan camlarını açıyorlardı ama ben kendimi riske etmemiştim uyurken camlarımı kapadım. Kahvaltıdan sonra çıkış işlemi için resepsiyona geldim. Bavulum büyüktü sürükleyerek otobüs duraklarına geldim. Bhaktapur’a giden otobüsler biraz eski idi ve bazıları minibüs gibiydi. Elimde bu koca bavul ile gitmeye çalışsam kucağımda taşıyamazdım. Bir yandan sürekli nereye gideceksin diyen muavinlerden illallah etmiştim. Bir taksi şoförü ile konuştum. 700 rupee giderim dedim yani 7$ neredeyse. Bana makul geldi ve ufacık beyaz araba ile Bhaktapur’a doğru yola çıktım. Şehrin girişinde araç durdu. Şehre giriş için ücret vermem gerektiğini söyledi. Buna alışıktım gişeye doğru gittim. Ne kadar pahalı olabilir ki? Görevli bana 1500rupee dedi yani 15$.  Biraz içime oturmuştu parayı verdim ama verirken Türkçe Bhaktapur bunu hak etse iyi olur dedim. Yaşlı insanların bakışları arasında şehre girdim. Otelim hemen şehrin girişinde sayılırdı. Kaldığım oda büyüktü fakat otelin içinde devam eden inşaat biraz sıkıntı yaşatmıştı bana. Yine otelde çalışanlardan yardım ve öneriler alarak Bhaktapur turuna başladım.

Otelden yukarı doğru yürüyerek haritadaki Tomari Meydanı’na geldim. Burada gerçekten de inanılmaz büyük bir tapınak var. Merdivenleri dik, bir sürü ejderha heykelleri ile dolu çok büyük bir tapınak burası. En yukarı çıkmak biraz yorucu ama buradan aşağıya doğru bakmak gerçekten çok güzel bir duygu merdivenler ne kadar dik olursa olsun oraya muhakkak çıkın. Tapınağın hemen karşısında öğle yemeği yemek için güzel bir kafe var. Zaten oranın en dikkat çeken kafesi. Sadece öğle yemeği hizmeti veriliyor, biraz pahalı fakat çok lezzetli. İlerleyen yolu takip ederek Durbar Meydanı’na geldim.

Burada 55 camlı saray, müzeler ve yine tapınaklar var. Gezerken yine en son isteyeceğim şey başıma geldi. Adamın birisi ısrarcı bir şekilde rehber olmak istedi. Ben reddettikçe kendisi daha çok ısrar etti. Hızlı hızlı yürüyerek oradan uzaklaştım. Meydanın soluna doğru bir ara sokakta çok güzel el emeği şapkalar, minyatürler satılıyor. Ayrıca tezgâhlarda maskeler, şarkı söyleyen kâseler, kaşmir şallar. Nepal halkının taktığı şapkaları hatıra olarak almak istedim. Pahalı değildi 200 rupee. Satıcı ile koyu bir sohbete daldık. Türkiye ve özellikle İstanbul hakkında çok fikri vardı. Kendisine bir başka magneti hediye ettim bana sarıldı sanırım bu şimdiye kadar gördüğüm en dost canlısı Nepalli olmalıydı.

Sıradaki durak ismi kulağa çok komik gelen Dattatraya Meydanı’na geldim. Burada ki merkez tapınağın içerisinde keçiler, büyük siyah tüylü yaklar vardı. Bazısı oturuyor, bazısı orada ki otları yiyordu. Hiç kimse yadırgamıyordu haliyle bende yadırgamadım. Bol bol fotoğraf çekip, insanların yüzlerine baktıktan sonra, o yolu takip ettim ve bir süre sonra otele doğru geri döndüm. Mesafe olarak uzaktı otel. Otelin aşağısında ki yolu takip ettim bir başka yere gidiyordu. Yapılmakta olan taş bir köprüden geçtim. Bir süre sonra çok yorulduğumu fark ettim ve geri dönmek istedim. Köprünün başında bilet gişesi gördüm. Görevli bana gelerek şehre girişte parayı ödeyip ödemediğimi sordu ve biletimi görmek istedi. Biletim yanımda değildi otelde unutmuştum ve görevliye durumu anlatana kadar çok çabaladım. Akşam yemeği için Tomari Meydanı’nda bulunan başka bir kafeye gittim. Terasta otururken tapınağın önünde ki yaşlı ellerinde çalgı olan insanları gördüm. Adeta şarkı söyleyerek geceyi aydınlattılar. Tek bir kelimeyi bile bilmiyordum ama enstrümanlar, mumlar, neşeli tavırları beni büyülemişti. Saat geç olmuştu Bhaktapur turumun sonuna gelmiştim. Yarın yine Katmandu’ya dönüp 1 gün dinlendikten sonra Pokhara’ya doğru yola çıkacaktım.

Kaldığım Cosy Hotel’i pek öneremeyeceğim çevrede başka kaliteli oteller var mı açıkçası pek bilemiyorum. Odanın genişliği çok güzeldi fakat devam eden yeni oda inşaatları ve özellikle tuvaletin uçaklarda ki gibi olması hiç ama hiç hoşuma gitmedi. Zayıf bir kahvaltı yine aynı ücret karşılığında bozuk yollar, ilginç bakışlar, bol egzoz ve korna sesleri ile beraber yine Thamel’e geldim. Yarın Pokhara’ya seyahat edeceğim. Günün geri kalanını Thamel ve Durbar Meydanı’nda geçirdim. Thamel’in renkli ve güzel gözüken camında mini pizzalar, donutlar olan restoran hoşuma gitti. Her zaman ki gibi tuvalet tam bir skandal! Pis olması bir tarafa tuvalet kâğıdı yok, su akmıyor, sabun yok haliyle. Mümkün olduğunca elimi kullanmamaya çalıştım yemek yerken. Otele geri dönerken yine esnaftan fiyat almaya çalıştım. Yük etmemem lazım son gün alabilirim hediyelik eşyaları. Sabaha erken kalkmam lazım. Encounter Otel’e geri döndüm Thamel’in aşağısında biraz. Oda çok güzel, klima çok iyi ama tahmin edebileceğiniz gibi tuvalet rezalet. Sabah 7.00’de uyanmam lazım erkenden otobüs ile Pokhara’ya seyahat edeceğim. Fransa-Almanya ve Brezilya-Kolombiya  maçlarına bakabilirim sanırım.

Yaklaşık 6-6,5 saat süren, sadece turistlere özel bir otobüs ile bir an bile heyecanı eksik olmayan, kazası bol, sollaması bol yolculuktan sonra otogardan yürüyerek otele geldim. Dün geç yatmamın etkisi ile yolda da çok uyumuşum. Yolda uyumaya pek alışkın değilim. Ayvalık, Akçay gibi bir yer burası yazlık bir mekân gibi adeta. Yarına gidilecek çok fazla yer var o yüzden bugünü Fewa Gölü’nde geçirmek yeterli. Kano ile gölün ortasında bulunan ufak adaya gitmek istedim. Tabii kano sahipleri yine ot isteyip istemediğimi sordular. Güneş, kürek derken bugün bir hayli yoruldum. Fakat gölün insanı büyüleyen güzel bir görüntüsü var. Çevrede pek çok restoran var. Çin restoranına gittim. Bilindik olarak tavuk ve pilav yedim. Bu gece çok iyi dinlenmem lazım, klimayı açıp yatmak en iyisi.

Otelin kahvaltısı ve personeli çok iyiydi. Yine aynı otelin ayarladığı özel bir taksi ile tüm gün 10$ anlaşarak yolculuğuma başladım. İlk durak küçük bir tapınak olan ‘’Biniyabasini’’ oldu manzarası fena değil ama burada 10 dakika bile çok fazla. Sonra ki durak ‘’Devil’s Fall’’ oldu. Çok kuvvetli akan bir su akıntısı. Derin ve sıcak olmasından dolayı buharlaşma çok yoğun. Güzel fotoğraflar çekilebilir yine aynı yerde ki hediyelik eşya dükkânları fena değil. Yine buranın karşısında bulunan bir mağara var. İsmi gerçekten çok karışık gittim ve tamamen zaman kaybı kesinlikle gitmeyin. Cüzdanımı kontrol ettiğimde yeterli param olmadığını gördüm. Çevrede herhangi bir döviz bürosu yoktu. O yüzden bir bankaya gittim. Sadece 100$ bozdurmak istemiştim… 35 dakika sürdü, 6 kâğıt imzaladım, banka müdürü ile konuştum. Pek böyle dolar bozduran olmuyormuş.

Sıradaki durak için önce karnımı doyurmam ve yanıma şişe şişe su almam lazımdı çünkü dün Fewa Gölü’nde gördüğüm dağın tepesinde bulunan ‘’World Peace Stupa’’yı ziyaret edeceğim. Şoför beni dağın yamacında indirdi ve buradan araçların çıkamayacağını söyledi ama ben eminim ki (tabii en tepeye vardıktan sonra) dağın bir kısmına kadar araç gidişi var. Tam 1 saat dağı tırmanıp, ter içinde kaldıktan sonra Fewa Gölü eve muhteşem Pokhara manzarası karşısında şaşkına döndüm. Birkaç kafe var çevrede biraz soluklanmak ve susuzluğu gidermek için güzel. Biraz daha mesafe yürüdükten sonra devasa stupa’ya ulaşıyoruz.

Gerçekten devasa Buddha heykelleri ve mükemmel göl, doğa, şehir manzarası ile yorgunluğu hemen unutabilir insan burada. Burada heykelin etrafında bir görevli var. Ayakkabıları çıkartmak gerekiyor ve tabii ki sessiz olmak. Tepeden inmek pek uzun sürmüyor yaklaşık olarak 25-30 dakika. Bu aşırı yorucu günün ardından otele dönüp duş almak ve klimayı açmak çok güzel fikir. Biraz dinlendikten sonra Gölün ortasında adaya en yakın yerinde bulunan güzel kafelerin orada zaman geçirmek güzeldi. Moondance’de güzel yemekler ve şahane ortam var. Dikkat burası Nepal’de gittiğim en pahalı yer. Otele dönüş yolunda yine her zaman ki gibi ‘’Ot ister misin?’’ soruları ile karşılaştım ama artık alıştım. Yarın Sarangot’ta ki gün doğumunu izleyip Katmandu’ya geri döneceğim.

Sabahın 4.30’unda yine bir taksi ile yola koyuldum. Gün doğumu ile beraber Pokhara’nın en ünlü tepesi olan Balık Kuyruğu yani Fish Tale tepesini göreceğim. Tepeye doğru çıkarken bir görevli durdurdu ve 30 rupee verdim(makbuzu aldım). Tepeye vardığımda ise güneşin kendisini göstermesine daha vardı. Etrafta pek çok Çinli vardı. Yaklaşık 1 saat bekledim güneş kendisini gösterse de dağılmayan sis yüzünden pek bir şey göremedim. Herkes üzgündü. Tam o sırada bir keşiş geldi tepenin bir kısmında Çinliler ile beraber dua etmeye, tütsü yakmaya başladılar. Ellerini birbirlerine birleştirerek dua ettiler. Bende aralarına katıldım tabii ki avuçlarımı açarak. Buradan Çinli bir topluluk ile Tibetan Camp denilen genç keşişlerin yetiştiği bir okula geldik. Ortam gerçekten çok güzeldi. Fotoğraf çekmek yasaktı ama tıpkı filmlerde ki gibiydi. Hocaları ile konuştu biraz bilgi verdiler. Keşke biraz daha zamanım olsaydı. İsteyen ziyaretçiler orada konaklayabiliyorlar. Otele geri dönüp kahvaltı yaptıktan sonra çevrede bulunan bir masaj salonuna gittim ilgi ve alaka üst düzeyde idi fakat masaj pek o kadar iyi değildi. Kalan zamanda Fewa Gölü kıyısında dolaştım. Rus, Venezuelalı takı yapıp satan turistler(belki de artık orada yaşayan insanlar) gördüm. Sokaklarda dolaşıp YAK YAK (dağ keçisi) sabunlarından aldım hediye olarak. Otele geri dönüp eşyalarımı toplamam gerek yarın ver elini Katmandu.

Sisli, bozuk yollar, tozlu, çamurlu upuzun bir yolculuktan sonra Katmandu’ya vardım. Hotel Nepalaya buradaki son durağım olacak. Akşam yemeği için Thamel’de bulunan bir İtalyan restoranına gittim. Kalan zamanımı sıkı pazarlıklar yaparak hediyelik eşyalar alarak geçirdim. Akşam için biraz içecek ve atıştırmalık aldım çünkü müthiş Brezilya – Almanya maçı beni bekliyor. Bakalım ikinci vatanım ne yapacak. Maçı tek başıma izlemek istemiyorum eğer yayın lobide varsa otel çalışanları ile izlerim.

7-1! İnanılmaz bir skor. Özellikle ilk 3 golde dışarıdan gelen sesler bu ülkenin bir futbol ülkesi olduğuna beni inandırdı. Sabah kahvaltıdan sonra  check-out zamanı gelmişti. Büyük bavulumu resepsiyonda bıraktım. Pokhara seyahatimden önce kafamda belirlediğim maskeler ve bazı ağır hediyelik eşyaları almanın zamanı gelmişti. Pokhara seyahatimden önce ürünlerin fiyatlarını çok makul bulmuştum fakat özellikle Durbar Meydanı’na doğru giden yolda çok samimi bulduğum satıcı adam fiyatları 10a 20ye katlamıştı.350 rupee olan Buda heykeli 9.000 rupee’ye çıkmıştı. Param vardı fakat bu beni sinirlendirdi ve daha başka yerleri keşfe başladım. Sokakta yürürken rehber ve ot satan insanlara da sinirlenip Türkçe kötü sözler söyledikten sonra bir kafede mola verip sakinleştim. Sıkı pazarlıklar sonucu güzel heykeller ve korkunç maskeler aldım. Saat 15 gibi son yemeğim için tekrar Pilgrim’s cafeye gittim. Burayı sevdim. Yerli halk (iyi niyetli olanlar) turistlerin değerini biliyor. Yemeğimi yerken düşüncelere daldım. Ya Everest burada olmasaydı? Zaten kötü olan ülke belki de daha da kötü yerlere gidecekti. Belki bir kez daha gelebilirdim buraya bu sefer kesinlikle Everest’i görmek için. Ama şimdi ülkeme gitme zamanı… Yeniden 4 saat uçuş, 7 saat bekleme ve tekrar 4 saat uçuş ile İstanbul’a varmış olacağım. Evet Nepal… Himalayalar hayallerimdeki kadar büyükmüş.

Gökhan Dikmen

Yazar Hakkında

Gökhan Dikmen

1989 yılında Federal Almanya'da doğdum. Baba mesleği sayesinde 7 farklı şehirde yaşadım.