Tarihi Acılarla Dolu Güzel Ülke: Kamboçya

Bir varmış bir yokmuş… 
Bir zamanlar Kamboçya isimli her köşesi yemyeşil ormanlarla kaplı güzel mi güzel bir ülke varmış. Bu güzel ülkede sarı renkli, güler yüzlü Khmer halkı yaşarmış. Çok değil sadece birkaç asır önce muhteşem Angkor’u inşa edebilecek denli ileri bu insanlar, gel zaman git zaman maalesef modern dünyanın gerisinde kalmışlar.
 
1800’lü yılların sonuna doğru dünyanın öbür ucundan kibirleriyle ünlü beyaz tenli insanlar gelip tüm bölgeyi sömürgeleri yapmışlar, adına da Hindiçin demişler. Kamboçya’nın o zamanki Kralı Norodom da bu kibirli ama “modern” insanlara; “gelin benim ülkemi de siz yönetin” demiş. Sonraki doksan yıl boyunca ülke Fransız sömürgesiymiş…
 
Tüm dünyanın katıldığı ikinci büyük savaşta Fransızların yerini Japonlar almış; sömürgeci ve işgalci olarak. Ülkenin başında Norodom Sihamouk isimli başka bir kukla kral varmış bu kez...
 
Büyük savaş bitmiş, Japonlar anavatanlarındaki iki şehri yok eden iki dev bombanın acılarını sarmaya ülkelerine dünmüşler. Arkalarından Fransızlar geri gelmiş. Fakat Kamboçya halkı bu kez Fransızlara karşı direnmiş. Komünist Khmer gerillalar, tıpkı komşusu Vietnam’daki Viet Cong’lar gibi özgürlükleri için savaşmışlar.

1953 yılında bağımsızlıklarını kazanmışlar; Parlamenter Kamboçya Krallığı artık Fransızların güdümünde değil, bağımsız bir ülkeymiş…
 
1960’lı yılların sonuna doğru o zamanki Kral Sihanouk; büyük okyanusun diğer tarafındaki, komünist düşmanı “Kovboylar Ülkesi” ile ilişkilerini kesip, komşusu Vietnamlılara yardım etmeye karar vermiş. Komşu Viet Cong’lar Kamboçya topraklarında kamplar kurmuşlar.
 
Fakat komşu Vietnam zaten bu kovboylarla savaşırmış. Nixon isimli “şerif” de Kamboçya’nın bu bağışlanamaz tavrını cezalandırmak için “gizli” bir bombardıman kampanyası başlatmış. Bu sarı renkli, güler yüzlü halkın üzerine tam 2,7 milyon ton bomba yağdırmış. Yarım milyon insan “gizlice” ölmüş.
 
Bunun üzerine Lon Nol isimli başbakan bir darbeyle yönetimi ele geçirip Kral Sihanouk’u Çin’e sürmüş. Ülkenin ismini Khmer Cumhuriyeti olarak ilan etmiş. Kamboçya ordusuna da topraklarındaki Kuzey Vietnamlılara yani Viet Cong gerillalarına karşı savaşma emri vermiş.

Bu arada savaş devam ederken ülkenin kuzeydoğusundaki “cangıllar”da Kızıl Khmerler denilen komünist gerillalar yaşarmış. Bu gerillalar Vietnam’daki kardeşlerine destek verir, kovboylara karşı onlarla birlikte savaşırlarmış. İşte, Kamboçya ordusu ülkesindeki Viet Cong’a karşı savaşmaya başlamış başlamasına ama kuzey cangıllardaki Kızıl Khmer'ler de Viet Cong’luların yanında yer almışlar. Yani iç savaş başlamış…
 
Darbeyle ülkesinden kovulan kral da sırtını Kızıl Khmer’lere dayamış, onlara destek olmuş…
 
Sonra Vietnam’daki savaş bitmiş. Kovboylar kuyruklarını kıstırıp ülkelerine dönmüşler. Galip Viet Cong gerillaları Saigon’a girerken, Kızıl Khmer’ler de kendi başkentleri Phnom Phen’e giriyorlarmış. İlk iş darbeci Başbakan Lon Nol’u görevden almışlar ve ülkenin ismini Demokratik Kampuchea olarak değiştirmişler. Kızıl Khmer’lerden medet uman kral ev hapsine gönderilmiş. Ülkenin yeni lideri ise Kızıl Khmerlerin başındaki Pol Pot'muş...
 
Her şey böyle başlamış işte ya da bitmiş…

Pol Pot, aslında insanların sahip oldukları pirinç tarlalarının birkaç kilometre ötesine bile gitmedikleri bir köyde doğmuşmuş. Fakat diğer köylülerin aksine, oğluna iyi bir gelecek sağlamak isteyen babası henüz 9 yaşındayken, eğitim alması için oğlunu başkent Phnom Penh'e göndermiş. Burada Pol Pot, Fransız okullarında eğitim görmüş, 20 yaşında ta Parislere kadar gitmiş ve orada komünizm ile tanışmış. Geri döndüğünde Kamboçya Komünist Partisi’ne üye olmuş. 1960’lı yılların başında, Komünist Parti üyeleri Kral Norodom Sihanouk’un baskısından kurtulmak için cangıllara sığınırlarken partinin lideri de artık Pol Pot’muş.


Pol Pot

1975 yılında; Pol Pot, başkent Phnom Penh’e girdiği günü “Day Zero” olarak adlandırmış; yani yeni Kamboç'yanın sıfırıncı günü. Tüm toplumu “saflaştırmak” işine girişmiş. Başkent de dâhil tüm şehirler boşaltılmış. Amaç kirli kapitalizmden ve onun sembolleri olan batılı yaşam tarzından, kent yaşamından, teknolojiden, kültürden kurtulmakmış. Para kullanımından vaz geçilmiş. Din yasaklanmış. Gazeteler ve televizyon kapatılmış. Toplumun tüm bireylerinin birer köylü gibi çalışarak saflaştığı ve Yeni İnsanlara dönüştüğü Pol Pot’un hastalıklı komünizm hayali için milyonlar çalışma kamplarına gönderilmiş; yani Ölüm Tarlaları'na…
 
Daha ilk günlerde Phnom Penh’de yaşayan ve yaya olarak şehri boşaltmaya zorlanan 2 milyon kişinin 20 bini yollarda ölmüş.
 
Kamplardaki ağır çalışma koşullarına dayanamayanlar açlık ve hastalıklardan ölmüş. Daha fazlası ise Kızıl Khmer'ler tarafından öldürülmüş. Köylü olmayan herkes, tüm eğitimliler; yani ülkedeki meslek sahiplerinin ve teknik elemanların hemen hepsi yok edilmiş. Kızıl Khmer’ler onların saflaşmış “Yeni İnsanlar” olacaklarına inanmıyorlarmış. Bir süre sonra Pol Pot’un hastalıklı fantezisi ciddi sorunları da beraberinde getirmiş; salgın hastalıklar ve tüm ülkeyi saran açlık gibi. Çünkü ülkedeki ekonomik sistem çökmüş. Fakat Pol Pot’a göre bunun nedeni politikasındaki yanlışlar değil, hareketinin arasına katılmış Amerikan casusları veya rejim düşmanlarıymış. Amerikan casusu olduğu düşünülenler veya rejim düşmanı kabul edilenler de öldürülmüş ve onların aileleri hatta çocukları… Adeta herkes bir neden yaratılıp öldürülmüş. Pol Pot’un hayalindeki “saf” Komünist Kamboçya uğruna Kızıl Khmer’ler ülke nüfusunun neredeyse dörtte birini yani yaklaşık 2 milyon kişiyi öldürmüşler.
 
Zaman geçmiş devran dönmüş ve bir zamanlar omuz omuza savaşan Kızıl Khmer’ler ve Vietnamlılar birbirlerine düşman olmuşlar, savaşa tutuşmuşlar. Ama Kızıl Khmer’ler sadece masum insanları öldürmekte ustalarmış. Düzenli Vietnam ordusu karşısında tutunamamışlar. 1979 yılında Vietnam birlikleri Kamboçya’yı işgal edip Phnom Penh’e girerken Pol Pot ve Kızıl Khmer birlikleri Tayland sınırına kaçıyorlarmış. Tayland sınırındaki cangıllarda kurdukları kamplara yerleşmişler.
 
Ardından sorunlu yıllar devam etmiş. Hem de ta 1990’lı yılların başına kadar… 1993 yılında monarşi yeniden kurulmuş ve ülke yeniden Kamboçya Krallığı ismini almış.
 
Pol Pot hiç yargılanmamış. 1998 yılında eceliyle ölmüş ve ölmeden önce kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle demiş: “Bilmenizi isterim ki, her ne yaptıysam ülkem için yaptım”.
 
Kızlı Khmer'lere “af” çıkmış. Hiçbir Kızıl Khmer üyesi yaptıklarından ötürü yargılanmamış, ceza almamış.
 
Bugün Kamboçya’ya gittiğinizde karşınıza çıkan 50 ve üzeri yaştakilerin bir bölümü belki de bir zamanlar Kızıl Khmer üyesiymiş…

...

O sabah Bangkok Havayolları’na ait uçakla başkent Phnom Penh’e uçarken, sadece birkaç saat sonra karşılaşacağım görüntülerin hoş olmayacağını biliyordum tabii ki. Ama bu kadar dehşete kapılacağımdan haberim yoktu inanın. İnsanoğlunun eline fırsat geçtiğinde ne kadar zalim olabileceğini, gerçekte hamurumuzun ne denli kötü olduğunu göreceğimi bilmiyordum.
 
Havalimanından doğrudan binlerce “Ölüm Tarlası”ndan bir tanesine gidiyoruz; Choeung Ek Soykırım Merkezi… Burası başkente 17 kilometre mesafede ve günümüzde bir müze. Dışarıdan bakıldığında sıradan yeşil, ağaçlık bir bahçe gibi görünüyor. Kapıdan girdiğinizde karşınıza soykırım kurbanları için yapılmış bir anıt çıkıyor. Dört bir tarafı camdan bir Budist Stupa şeklindeki bu anıtın içerisinde 5 bin kadar kafatası var; anıta yaklaştığınızda görebileceğiniz gibi pek çoğu kırılmış ezilmiş kafatasları…
 
Kızıl Khmer’ler dönemindeki 20 bin kadar toplu mezar alanından biri olan Choeung Ek’de, 1975-79 yılları arasında, öncesinde tamamı S21 hapishanesinde sorgulamadan yani ağır işkencelerden geçirilmiş 17 bin kadın, erkek ve çocuk öldürülmüş.

Choeng Ek’deki çok sayıda etrafı çitle çevrilmiş toplu mezar kalıntısı arasında bir süre dolaştıktan sonra yeniden başkente doğru yola çıkıyoruz. Bu kez az önce sözünü ettiğim S-21 Hapishanesi’ni göreceğiz; yani Tuol Sleng’i. Yol boyunca sürekli kafamda “neden?” sözcüğü dönüp dolaşıyor. Yıllar sonra bugün seyahatnamenin bu bölümüne yukarıdaki masal ile başlamamın nedeni de bu; “neden?” sorusunun yanıtını aramak. Peki, bir yanıtı var mı? Neden 2 milyon insanın sistemik bir şekilde katledildiği sorusunun bir yanıtı olabilir mi? Bence bir yanıt var: Biz insanlar cahiliz. Kötüyüz ve elimize fırsat geçtiğinde dehşet verici bir şekilde acımasız olabiliyoruz.
 
Kızıl Khmerler dönemindeki yaklaşık 150 “işkence” merkezinden biri olan Tuol Sleng bugün, Choeng Ek gibi yine bir soykırım müzesi. Tuol Sleng bölgeye verilen isim ve Khmer dilinde “zehirli ağaçlar tepesi” veya “suçluların tutulduğu tepe” anlamına geliyor. Bu isim Kızıl Khmer’ler tarafından verilmiş bir isim de değil, sadece kaderin garip bir cilvesi...
 
Burası eskiden başkentin önde gelen liselerindenmiş. Kızıl Khmer’ler Phnom Penh’e girdikten yani “Day Zero” Sıfırıncı Gün’den dört ay sonra, bu liseyi hapishane ve sorgulama merkezine dönüştürmüşler. Sınıflar küçük bölmelere ayrılıp mahkûmlar için hücreler inşa edilmiş, pencereler demir parmaklıklarla kaplanmış, insanın içini ürperten işkenceler için özel odalar yapılmış.
 
Kızıl Khmer’ler için hizmet ettiği dönemde Tuol Sleng’den 17 bin kadar insan geçmiş. Hayatta kalabilen sayısı ise sadece 12. Kurtulabilenlerden bir tanesi sonradan yaşadığı ve şahit olduğu akıl almaz işkencelerin tablolarını yapan ressam Vann Nath. Yeteneği sayesinde hayatta kalabilmiş. Kızıl Khmer’ler Vann Nath'a Pol Pot’un tablolarını yaptırmışlar. Ayrıca o yıllarda Tuol Sleng’in başındaki hapishane müdürü yoldaş Duch’a karşı açılan davada ilk ifadeyi veren de Vann Nath olmuş. Maalesef tüm bu olup bitenlerden 30 yıl sonra, ancak 2009 yılında... Acı bir not; Yoldaş Duch işlediği suçlardan ötürü yargılanan önemli tek Kızıl Khmer üyesi. (2011 yılında hayatını kaybeden Van Nath’ın tablolarından birkaçını görmek isterseniz linke göz atabilirsiniz: http://www.museumsyndicate.com/artist.php?artist=682)

Az önce sözünü ettiğim 17 bin rakamı gerçek, çünkü getirilen herkesin titizlikle kaydı tutulmuş, fotoğrafları çekilmiş. Mahkûmların getirildikleri gün çekilmiş fotoğraflarının bazıları müzede sergileniyor. Yüzlerindeki korkuyu görebiliyorsunuz. Hatta bazılarının ikişer fotoğrafı var. Geldikleri gün ve öldürüldükten hemen sonraki fotoğrafları...
 
Tuol Sleng Müzesi’nde sergilenenler hakkında çok fazla yazmak istemiyorum. Sonuçta insanın kolay taşıyabileceği şeyler değil. Üstelik basit bir Google araması bile size bir sürü bilgi sağlıyor. Sadece aklımda yer etmiş bir şeyi paylaşmak isterim izin verirseniz; Kızıl Khmer’ler seçtikleri çocukları eğitip daha sonra Tuol Sleng’de gardiyan olarak görevlendirmişler. Bu kız ve erkek çocukların yaşları 10 ile 15 arasındaymış…
 
Yazımı bitirmeden önce konuyla ilgili önermek istediğim filmler var…
 
Year Zero:The Silent Death of Cambodia; 1979 yapımı bir belgesel. Bu filmi Avustralyalı Gazeteci John Pilger ve yönetmen James Munro birlikte yapmışlar. Daha çok Kızıl Khmer’lerin bu güzelim ülkeyi ne hale çevirdiklerini görmek, Pol Pot’un hemen sonrasındaki Kamboçya'yı anlamak için öneririm. Filmden çarpıcı bir ayrıntı; Kızıl Khmer rejimi öncesinde Kamboçya’da 550 tıp doktoru varken, rejim sonrası rakam sadece 48’miş… Filmin tamamını bu linkten izleyebilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=0rpZz5I_ylo
 
Small Voices:The Stories of Cambodia’s Children; 2008 yapımı bir belgesel. Heather Connell yönetmiş. Kızıl Khmer’lerin geride bıraktığı ülkeye doğan, eğitimsiz ve yoksulluğun pençesindeki çocukların gözünden bir Kamboçya öyküsü. Bu da trailerı: http://www.youtube.com/watch?v=1lCnzSf78OU

Cambodia The Betrayal; yine ilk önerdiğim filmdeki ikilinin elinden çıkma; yönetmen David Munro ve gazeteci John Pilger. Bu film de bir belgesel ve 1991 yılında yapılmış. Daha çok Kamboçya’da 2 milyon insan ölüp giderken buna kayıtsız kalan, her şeye rağmen Pol Pot’a destek veren “ikiyüzlü” Batı Dünyası'nın tavrından söz eden bir film. Sinirleriniz bozulacak büyük olasılıkla ama işte belgeselin tamamı bu linkte: http://johnpilger.com/videos/cambodia-the-betrayal

Benim favorim; 2009 yapımı diğer bir belgesel; Enemies of the People. Film 2010 yılında Sundance Film Festivali’nde aldığı Jüri Özel Ödülü de dâhil bir sürü ödül almış. İngiltere-Kamboçya ortak yapımı filmin yönetmenleri Rob Lemkin ve Thet Sambath. Film 1975-1979 yılında katliamlara karışan, “boğaz kesen” sıradan insanları anlatıyor. Onlarla yapılan röportajlara yer veriyor. Bir de filmde, Kamboçyalıların “2 Numaralı Ağabey” dedikleri, Pol Pot’un yardımcısı Nuon Chea ile yapılmış röportaj var. İşte filmin web sitesi ve trailerı: http://enemiesofthepeoplemovie.com/
 
Bir de Ölüm Tarlaları (The Killing Fields, 1984) var tabii ki ama onu bilen biliyor zaten. Hala bu filmin adını duymamış ve Kamboçya’ya gidecek olan varsa naçizane tavsiyem hemen izlesin. (http://www.imdb.com/title/tt0087553/)
 
İnsanoğluna ait gerçeklerle canınızı sıktıysam af ola... “Ölüm Tarlaları” ve ardından “Tuol Sleng” insanın ruhunu yoruyor gerçekten. 

Şaşkınlık, üzüntü ve nefret karışımı tanımlanması zor bir duygu durumu içinde başkent Phnom Penh’deki otelimiz Sunway’e vardık.
 
Çok da lazımmış gibi otel Amerikan Büyükelçiliği’nin tam karşısında... Günün ortasındayız ve lobide çok sayıda üniformalı veya takım elbiseli üst düzey Kamboçyalı ile takım elbiseli Amerikalı var. Alınlarında yazmıyor Amerikalı oldukları tabii ki ama yüksek sesle konuşmalarından ve özellikle de aksanlarından bunu anlamamak imkânsız. Günün ilk yarısında ziyaret ettiğim binlerce ölüm tarlasından biri olan Choung Ek ve ardından Toul Sleng’de şahit olduklarımdan sonra otel lobisinde karşılaştığım Amerikalılar ve Kamboçyalı subaylar ister istemez aklıma Costa Gavras’ın Kayıp (Missing, 1982) (http://www.imdb.com/title/tt0084335/) filmini getiriyor; Charlie ve Terry’nin konakladıkları otelde 1973 Şili Darbesi’nin hemen öncesinde, darbeyi planlayan Amerikalı CIA ajanlarıyla karşılaştıkları sahne, ki hatırlarsınız Charlie kısa bir süre sonra “Missing” yani “kayıp” olacaktır...
 
Hızlıca otele yerleşme ve arkasından da öğle yemeği derken gün kısalıyor. Sonraki durağımız Ulusal Kamboçya Müzesi (National Museum of Cambodia) gerçekten görülmeye değer. Normal koşullarda bu müzeye ilişkin bir sürü bilgi ve fotoğraf paylaşabilirdim, fakat hala günün ilk yarısında şahit olduklarımın etkisindeyim maalesef ve sergilenen eserlere hak ettikleri ilgiyi gösteremiyorum. Bir daha Phnom Penh’e yolum düşerse söz kendimi affettireceğim...
 
Hava kararmaya yüz tutmuşken otelimizin çevresinde dolaşmaya çıkıyorum. Otelin hemen yanında bir park, parkın içerisinde de bir tepe var. Ağaçlar ve karanlıktan tam olarak seçilmese de tepedeki yapı ilgimi çekiyor. Ne olduğunu keşfetmek için yukarıya doğru yöneliyorum ve kısa süreli bir tırmanışın ardından, tepenin üzerindeki Wat Phnom tapınağına ulaşıyorum.
 
Tesadüfen keşfettiğim Wat Phnom, sonradan oldukça önemli bir tapınak çıkıyor. Bu küçük tepe yüzlerce yıldır, tam olarak 1373 yılından bu yana kutsal bir alan ve tapınakmış. Khmer halkı için önemli olan günlerde tapınağın çok fazla ziyaretçisi oluyormuş; Khmer Yeni Yılı gibi. Bir de Kamboçya halkının en önemli festivali olan “Pchum Ben” yani Ölüler Festivali süresince de Wat Phnom oldukça popüler. Ölmüş atalarının hayaletlerinin festival süresince dünyaya döneceğine inanan Kamboçyalılar getirdikleri yiyecekleri Wat Phnom’da atalarına sunuyorlarmış. (Tabii ki bunların hepsini sonradan öğrendim)
 
Tepeye ulaştığımda hava çoktan kararmıştı. Tapınağın etrafında şöyle bir tur atıp kapıdan içeriye bakıyorum. Ben meraklı gözlerle içeriyi seyrederken yanıma gençten iki kişi gelip Khmer dilinde bir şeyler söylüyorlar. Önce anlamıyorum, İngilizce “sizi anlamıyorum” mealinde bir şeyler söylüyorum, onlar da beni anlamıyor. Daha sonra evrensel dil “vücut dili” ve evrensel sözcük “Dolar” sayesinde para istediklerini düşünüp “hayır” deyip yönümü değiştiriyorum. Bir şeyler daha söyleyip vazgeçiyorlar. Ben de etrafa birazcık daha göz atıp tepeden aşağıya, gerisin geriye dönüyorum. Sonra kafama dank ediyor ki orası turistik bir yer ve muhtemelen de benden giriş ücreti veya tapınakları için küçük bir bağış talep etmişlerdi.
 
Yapacak bir şey yok, bunu fark ettiğimde çoktan tepeden inmiştim bile. Neyse, Phnom Penh’e yolu düşen biri olursa ve Wat Phnom’u gezerse lütfen fazladan bir bilet alıp benim borcumu da ödeyiversin, sadece 2 Dolar’mış...
 
Ertesi sabah başkent Phnom Penh’deki son durağımız Kraliyet Sarayı’na gidiyoruz.
 
Phnom Penh’deki Majesteleri Kral’ın ikamet ettiği Royal Palace tarih boyunca iki kez inşa edilmiş. 1400’lü yıllardaki ilk sarayın ömrü kısa süreli olmuş. Kraliyet Ailesi Phnom Penh’in kuzeyindeki Oudong kentine taşınmış, saray da terk edilmiş. Diğeri ise 1866’da inşasına başlanan ve bugün başkente yolu düşen hemen herkesin ziyaret ettiği saray. Kraliyet sarayının eski ismi Khmer dilindeki 6 sözcüğün art arda sıralanmasından oluşuyor ve 4 nehrin birleştiği noktadaki konumunu ifade eden bir anlamı varmış. Bu 4 nehir; Yukarı Mekong, Tonle Sap, Aşağı Mekong ve Tonle Bassac. Khmer dilindeki 6 sözcüklü isim ise; “Preah Borom Reach Veang Chatomuk Monghkul”...
 
Her bir kenarı 400 metreden biraz daha fazla uzun ve yüksek duvarlarla çevrili dikdörtgen alanın içinde her biri Khmer mimarisinin tipik örneği olan, kat kat sıralı çatılı ve içlerinde muhteşem heykeller ve sanat eserleri barındıran gösterişli pek çok bina var... Her bir yapının çatısında yer alan kuleler zenginliği simgeliyormuş. Kraliyet Sarayı tüm Kamboçya ulusunun sembolü ve tüm yapılar sarı ve beyaz renklerin birleşiminden oluşuyor; Budizm’i temsil eden sarı ve Brahmanizm’i temsil eden beyaz...

Hiç kuşkusuz saray kompleksi içerisindeki binaların en bilineni Gümüş Pagoda. Tapınağın gerçek ismi Khmer dilinde, Zümrüt Buddha Tapınağı anlamına gelen Preah Vihear Preah Keo Morakot olsa da tapınağın zeminini kaplayan, her biri 1 kilogramdan biraz daha fazla ağırlığa sahip 5 bin küsur saf gümüş tabaka nedeniyle burası Gümüş Pagoda olarak biliniyor. (Meraklısı için; her biri 1,125 kg ağırlığında 5329 tabaka) İnsan böyle bir şeyi arzu eder mi bilmiyorum ama burası yeryüzünde -benim bildiğim- saf gümüşle kaplı bir zeminde çıplak ayakla yürüyebileceğiniz tek mekân...
 
Gümüş Pagoda içerisinde Kamboçyalılar için oldukça önemli pek çok Buddha heykeli var. Fakat bunların en önemlisi, adını Fransa’nın cam imalatıyla ünlü Baccarat bölgesinden alan Bakara Kristali’nden yapılma Budhda heykeli (Kamboçya’nın Zümrüt Buddhası). Bir diğer önemli heykel de birebir insan boyutundaki bir Maitreya Buddhası. Maitreya; Budist geleneğinde yeryüzünde ortaya çıkan, gerçek aydınlanmaya ulaşmış ve Dharma’yı öğretenlere verilen isim. Gümüş Pagoda’daki bu Maitreya Buddhası Heykeli de en büyüğü 25 karat büyüklüğünde olmak üzere tam 9584 elmas ile süslenmiş...
 
Gümüş Pagoda içerisinde fotoğraf çekmek yasak, girerken ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz ve de içeride kesinlikle omuzlarınız açıkta olmamalı. Lonely Planet’in Vietnam, Cambodia, Laos and the Greater Mekong kitabında ilgili bölümü yazan Ağabey’e göre de işte bu yüzden gişenin hemen yanındaki tişört satan seyyar satıcı zengin olmuş…


Gümüş Pagoda

Kraliyet Sarayı içerisindeki binalardan bir tanesinde de Majesteleri Kral ikamet ediyor. Eğer majesteleri sarayda ise ikametgâhında göndere çekilmiş bir bayrak var; tıpkı benim de Kraliyet Sarayı’nı gezdiğim, 2008 yılındaki o Aralık günü olduğu gibi. O gün sarayını ziyaret ettiğim Kral Norodom Sihamoni, bir kral olarak oldukça ilginç bir karakter. Babası tarafından küçük yaşlarda Prag’a gönderilen Sihamoni, uzun yıllar kaldığı bu şehirde Güzel Sanatlar Akademisi’nde Klasik Dans ve Müzik eğitimi almış. Ardından bir süre Kuzey Kore’de sinema yönetmenliği üzerine çalışmış. Kızıl Khmerler döneminde hanedanın kalanı gibi ev hapsinde tutulmuş. Bu dönemin Vietnam işgaliyle sona ermesinin ardından 1981’de Fransa’ya gitmiş ve burada bale öğretmenliği yapmış. Uzun yıllar Fransa’da yaşadıktan  sonra UNESCO’nun Kamboçya Delegesi olmuş ve 2004 yılında tahta çıkana kadar da bu görevi sürdürmüş. Hala bekâr olan kralın eşcinsel olduğuna dair dedikodular olsa da babası önceki Kral Norodom Sihanouk bir keresinde şöyle demiş; “Sihamoni, kadınları ve kız kardeşlerini sevmektedir”.


III. Napoleon Pavyonu; aslında bu bina Süveyş Kanalı’nın açılışında Fransız İmparatoriçesi Eugenie için yapılmış; İsmailiye'de ve 1869'da... Daha sonra III. Napolyon bu binayı Kral Norodom'a hediye etmiş. Neden, bilmiyorum...


Çok küçük yaşta lösemi nedeniyle hayatını yitiren Prenses Norodom Kantha Bopha anısına yapılmış anıt/tapınak


Kraliyet Saray'ındaki müzeden… Majestelerinin hizmetkârları haftanın her günü için farklı bir renkte üniforma giyerlermiş.

Müzeden sonra Preah Sisowath Quey yani Phnom Penh’in popüler 1. caddesi boyunca yaptığım yürüyüş iyi geliyor. Bir tarafta Mekong Nehri, diğer tarafta restoran ve barlar ve aralarına sıkıştırılmış hediyelik eşya dükkânları var. Hava sıcak ve çok nemli ama cadde kalabalık. Öylesine daldığım bir sokakta bir düğünle karşılaşıyorum, bir süre kapıda misafirleri karşılayan damat ve aile büyükleri ve şık misafirleri izliyorum. Dayanamayıp fotoğraflarını da çekiyorum tabii ki...

Bir süre sonra yeniden caddeye dönüyorum ve gruptan dostlarla karşılaşıyorum. Otelin tam olarak nerede olduğunu kestiremesek de yürüme mesafesinde olduğundan eminiz. Seyahatin son günü, hatta son saatleri ve herkes bir an önce kendini otele atmak istiyor. Bir “tut-tuk”çu ile üç kuruş para için pazarlık ediyoruz. Hani adettendir ya, Türkiye’deyken umurunuzda bile olmayacak miktarlar için yurt dışında illa ki pazarlık edersiniz ya... Hatta bazen gerçekte ne kadar bir miktar için pazarlık ettiğinizi fark ettiğinizde hafiften utanırsınız. İşte öyle bir durum yaşıyoruz ve pazarlığa son verip atlıyoruz Tuk-tuk’a. Fakat otele varmamız o kadar kısa sürüyor ki pazarlığa devam etseydik keşke diye de gülüyoruz inerken.
 
Ertesi sabah Phnom Penh’den Singapur’a uçtuk. Gece geç saatlerdeki İstanbul uçuşumuza kadar olan süreyi Singapur’da değerlendirdik. İstanbul’a uçarken aklımda; Vietnam, Laos ve Kamboçya’dan kalan manzaralar vardı. Dilerim bir kez daha buralara yolum düşer diye düşündüğümü anımsıyorum.
 
Aradan çok zaman geçti ama hala düşmedi. Bakalım...

 

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
Çağlar Erözgen

Yazar Hakkında

Çağlar Erözgen

Antalya'da yaşayan bir İzmir'li. Hekim. Gezmek için çalışan bir seyahat bağımlısı. Fotoğraf çekmeye pek meraklıdır. Kitap okur, film izler ve naçizane blogunda yazar.