Ayşe Kulin’in ‘Sevdalinka’sında anlattığı ülkeye, halk türküleri söylenirken katliamların, insanlık ayıbının yaşandığı, hüzünlü sevda şarkıları 'Sevdalinka'ların söylendiği topraklara, Saraybosna'ya gitmek için sabahın seher vaki düştüm yollara.
İki saatlik bir uçuştan sonra uçak alçalmaya başladığında gördüğüm yemyeşil tabiat, dağlar, ovalar, nehirler bana bir cennete geldiğimin habercisi adeta… Dobro jutro – Günaydın Saraybosna…
Saraybosna Havaalanı’na vardığımızda vakit kaybetmeden bizi bekleyen aracımızla Mostar’a doğru yola koyulduğumuzda hiç de yanılmadığımı anladım. Yol dediysem gerçekte cennetin içinden geçerek uzayıp giden yemyeşil bir rota… Etrafımızdaki sarp kayalıklı ama yemyeşil yüksek dağların arasından geçerken gördüğüm tek renk yeşil ve yeşilin tonları, daralıp genişleyen nehir ve bu yeşilin içinde adeta kaybolmuş minik, şirin evleriyle dağ köylerinin sudaki yansımaları… Geçen ay gittiğim Yedigöllerimizi, biraz da bizim Karadeniz'imizi hatırlatıyor bana, tabii yeşilimizi katletmeden önceki hallini…
Makedonya için kullandığım bir cümleyi bu ülke için de söyleyebilirim: Tek bir kare toprak görünmeyen cennet bir ülke.
Savaş yorgunu, fakir ülkenin yolları henüz otoyol değil ama sorun da değil, gidiş ve geliş olan dar bir yolda ilerliyoruz. Böylece araçlar hız yapamıyor, ben de manzaranın keyfini çıkarıyor ve bol bol fotoğraf çekiyorum. Hedefimiz Mostar ama yol üzerinde birkaç yere uğrayacağız. Gezmeye başlamadan bu güzel ülke hakkında biraz bilgi aktarmak isterim.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıl hükümran olduğu Balkanların küçük ülkesi Bosna-Hersek, Bosna adını topraklarını sulayan Bosna Nehri’nden, Hersek adını ise 15. asırda Bosna Kralına isyan edip kendine “Herceg” (Almanca=dük) ünvanı veren yerel bir derebeyden almış. Yugoslavya'da komünist idarenin yıkılması ile kurulan cumhuriyetlerden olan küçük ama sevimli ülke Sırbistan, Karadağ, Hırvatistan arasına adeta sıkışmış olsa da Neum şehrinin 20 kilometre uzunluğundaki Dalmaçya sahilinden biraz nefes almakta.
Tüm halka Bosnalı dense de Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar olmak üzere üç etnik grup bir arada yaşamakta. Bosna-Hersek'in yerli Müslüman halk kendilerini Türk veya Boşnak olarak adlandırıyor ve Boşnakça konuşuyor. Osmanlı ve Türk sanatlarının birçoğunu, özellikle de bakırcılığı halen yaşatıyorlar. Geçtiğimiz her köyde de birkaç minare hemen göze çarpmakta.
Köklü tarihi ve kültürel zenginliği müziğine yansıyan ülkenin ünlü bir ismi ülkemizde de tanınan ve müziği ile sevilen Goran Bregovic, Bosnalı Sırp-Hırvat besteci, gitarist ve şarkıcı. Müzikte olduğu kadar sinema dalında da öne çıkan ülkenin Bosnalı yönetmenleri, son dönemlerde dünya çapında tanınırlık kazanarak, düşük bütçelerle büyük ödüllü filmlere imza atarken ülkenin kültürüne ve tarihine de ışık tutmakta, belki de dünyanın sessiz kaldığı ayıbı hatırlatırcasına ses vermekteler.
Güzel yanlarıyla kısaca anlatmaya çalıştığım ülke, 20 sene önce hepimizin hatırlayacağı gibi, yüz binlerce insanın katledilmesine, ölümüne neden olan ve yakın tarihin en karanlık sayfalarından birini yaşadı. 3,5 sene süren Boşnaklar ve Sırplar arasındaki savaş, daha doğrusu soykırım… Çok acılar yaşanan ülkede savaşın izleri yüzlerdeki hüzünde görülmekte, ülkede halen hüküm süren fakirlik de hissedilmekte. Buram buram Osmanlı kokan ecdat yadigarı ülkede bulunan Osmanlı şaheserleri de bu korkunç savaştan çok ağır hasar alırken, kurşun ve şarapnel delikleri halen görülen birçok bina yürek yakan izler taşımakta. (Yerel rehberimiz Enis’in savaşla ilgili acı anılarını ayrı bir yazıda paylaşacağım.)
Yarın, Mostar yolunda, Unesco Dünya Mirasları Listesi’ndeki dünyaca ünlü Mostar Köprüsü’nü görmeden önce kardeşi Konjic Köprüsü’nü ve Unesco Dünya Mirasları Aday Listesi’nde bulunan Tarihi Türk Köyü Poçitel ve Blagay Tekkesi’ni de hep birlikte gezeceğiz.
Neretva Kıyısında Osmanlı'nın İzinde
Nehir bakımından bir hayli zengin Bosna-Hersek için ‘Köprüler Ülkesi’ demek hiç de yanlış olmaz sanırım. Ortasından su geçen şehirleri, adaları, kimi zaman da vadileri, geçilmesi güç kara parçalarının iki yakasını birbirine bağlayan köprüler… İnsanları, kültürleri birbirine bağlayan köprüler… Ne zariftirler. Gürül gürül akan bu nehirlerin üzerindeki sayısız köprülerden 60 kadarı Osmanlı’dan kalma. Bunlardan Osmanlı’nın Balkanlardaki simgesi ve gözbebeği iki köprü, Mostar ve Drina ise tarihi ve kültürel açıdan dünyaca ünlü. Yıllara, tabiata ve hava koşullarına direnen köprüler ne yazık ki savaşın, daha doğrusu insanların acımasızlığına direnememiş.
KONJIC ve KONJIC KÖPRÜSÜ Mostar’a giderken yolumuzun üzerinde, Neretva Nehri'nin iki yakasına kurulmuş Konjic şehrinde mola veriyoruz. 17. yüzyılda Sultan IV. Murat tarafından yaptırılan Osmanlı köprüsü nehrin üzerinde bütün zerafetiyle yer almakta. Saraybosna'dan çıkan akıncıların mola verdikleri şehir de, bu köprü de adını 'atların dinlendiği yer' anlamına gelen ‘konjic’ kelimesinden almış. İkinci Dünya Savaşı'nda Alman bombardımanından nasibini alarak ağır hasar gören ve 59 yıl aslına uygun restore edilemeyen 6 kemerli köprü, birkaç sene önce Türkiye’nin yardımıyla onarılarak bugünkü güzel görünümüne kavuşmuş.
Köprünün her iki yakasında, hemen yakınında çok sayıdaki kafelerden birinde kahve molası veriyoruz. Balkan ülkelerinin çoğunda olduğu gibi burada da hemen her kafe ve restoranda bulunabilen Türk kahvelerimizi yudumlarken köprünün harika görüntülerini fotoğraflıyorum. Şehrin içinde Osmanlı tarihinin izlerini taşıyan birçok eserin yanısıra minaresi yıkık bir cami kaderine terk edilmiş değil, savaşın ne denli acımasız olduğunu hatırlatmak için özellikle restore edilmemiş eserlerden biri, insanlık ayıbını hatırlatıyor adeta...
Yine nehir kenarından, güzel manzaralarla Osmanlı’nın izlerini takip ederek yolumuza devam ediyoruz. Neretva kıyısında, yolun sol tarafında yeşillikler içine adeta gizlenmiş bir köyde duruyoruz. Hemen girişte Türkçe bir tabela karşılıyor bizi “Adem’in Yeri”, yol kenarında bize hediyelik eşya, taze meyve ve otlar satmaya çalışan köylü kadınlar da Türkçe konuşuyor. Burası Unesco Dünya Mirası Geçici listede, asıl listeye geçmek için bekleyen bir köy.
TARİHİ TÜRK KÖYÜPOÇİTEL
Neretva Nehri'nin oluşturduğu vadide 14. yüzyılda inşa edilmiş şirin köy Osmanlı’nın bu yöreyi fethetmesiyle daha da gelişmiş. Tepede heybetli kulesiyle şehri koruyan kale, 16. yüzyılda Hacı Aliya tarafından inşa edilmiş ve 17. yüzyılda Şişman İbrahim Paşa tarafından restore edilmiş olan cami, Saat Kulesi, kubbeleri ile Hamam, taş evleri ve güzel mimarisi ile sessiz, sakin ve yüzyıllar boyu Osmanlı hükümranlığına sadık kalmış, tam bir Osmanlı yerleşimi.
Kaleye giden Arnavut kaldırımlı oldukça dik taş sokaklardan yürürken sağlı sollu tarihi binaları geziyorum. Tam bir klasik Osmanlı mimarisi örneği olan ve aynı zamanda köydeki en büyük ve tek haremlik-selamlık bölümü olan güzel bir Osmanlı evi, büyük bir yangın geçirdikten sonra restore edilerek ziyarete açılmış. Yorucu bir yokuş ama yolun sonundaki manzara yorgunluğa değecek güzellikte. Eteklerine kurulmuş şehri korumakla yükümlü kale ve heybetli kulesi de yine Osmanlı zamanında güçlendirilen yapılardan. 16. yüzyıldan kalma İslam sanatı ve mimarlığını yansıtan tüm tarihi yapılar, Sırp Savaşı sırasındaki yoğun bombalarda tahrip edilen ya da hasar gören eserler, “Pocitel'i Daimi Koruma Programı” kapsamında restore edilmiş.
(Bu program, 2000 yılında Bosna-Hersek Devlet Federasyonu tarafından, bozulan kültürel mirasın korunması, hasarlı ve yıkılan binaların restorasyonu, mültecilerin ve yerinden edilmiş kişilerin evlerine geri dönüşünü teşvik etmek ve Pocitel'in tarihi kentsel alanının yeniden uzun süreli korunması ve canlandırılmasını kapsayan bir program.)
Bu şirin köyde daha uzun zaman geçirmediğime üzülsem de yola devam... Ana yoldan ayrılıp daracık yollardan geçerek Neretva Nehri'nin bir kolu olan Buna Nehri kıyısına geliyoruz. Her iki kıyısında çiçekler içinde çok şirin restoranların bulunan nehrin üzerinden güzel bir bir yaya köprüsü üzerinden karşı kıyıya geçerken ileride görünen mağara dikkat çekiyor. Birkaç metre sonra bir şelale coşkuyla akıyor. Nehrin kaynağı olan mağaranın hemen yanı başındaki sarp dağların eteklerine kurulmuş tekkeye geliyoruz.
BLAGAY (BLAGAJ) TEKKESİ – (Adı AlperenlerTekkesi olarak geçse de tekke daha sonraları çeşitli tarikatlar tarafından da kullanılmış, doğru adı Blagay Tekkesi)Romalılar döneminde Ortaçağ soylularına ev sahipliği yapan Blagay şehri 600 yıllık bir geçmişi ile tarihi bir kasaba. Adını havasından dolayı Boşnakça “ılıman” anlamındaki 'blaga’dan almış. Osmanlılar tarafından zapt edildikten sonra, 15. yüzyıl başlarında dervişler tarafından “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” idealiyle kurulan kasabadaki tarihi tekkede çok sayıda Hıristiyan’ın Müslüman olması sağlanmış. Bektaşi inançlı derviş Sarı Saltuk’un da burada yaşayıp gömüldüğü düşünülse de Balkanlar’da ve Anadolu’da çok sayıda türbesi olduğu da bilinmekte. İbadet odaları, misafirhane, mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden oluşmakta.
Buna Nehri kenarındaki şirin restoranlardan birinde öğlen yemek molamızda alabalık yiyeceğiz. Hazır yemek molasındayken Bosna Mutfağı ve Bosna’da ne yenir üzerine bir yazı kale alayım.
Bosna Mutfağı
Neretva Nehri’nin bir kolu olan Buna Nehri kıyısındaki şirin restoranlardan birinde öğlen yemek molasındayız. Nehirden yakalanmış alabalık yanında burada çok popüler olan ve hemen her yemeğin yanında ikram ettikleri çok ince kıyılmış lahana salatası getiriyorlar. Tatlı olarak da kalburabastı-şekerpare arası bir hamur tatlısı geliyor; fazla yumuşak, pek rağbet görmedi.
Osmanlı izlerinin görüldüğü Bosna mutfağı, Türk mutfağına çok benziyor. Burada kesinlikle aç kalmayacaksınız, hatta dikkat etmezseniz kilo alarak bile dönebilirsiniz. Aklınıza ilk olarak “Boşnak Böreği” geldi öyle değil mi? Haklısınız, “Burek” bu kadar mı lezzetli olabilir... En popüler olan kıymalı börek olsa da peynirli (Sirnica), patatesli (Krompirusa), ıspanaklı (Zelyanica) gibi her çeşidi taze yapılıp fırından çıkar çıkmaz sunuluyor. Yanında da “yoğurt” dedikleri ayran geliyor ya da doğrudan üzerine yoğurt koyup yiyorlar.
Ana yemek denince akla ilk gelen “Kebap”lar ve bizim İnegöl köftesine benzer köfteleri “Cevabi”, “Cevabcici” oluyor. Dört yüz yıllık geçmişi olan cevabi, koyun veya sığır etinden yapılmakta; yassı veya yuvarlak olarak pide veya ekmek arasında yenmekte.
Et yemeği olarak kuzu şiş, şiş köfte, güveç gibi her çeşit et ve kağıt kebap gibi çeşitli kebap türleri de mutfaklarında yer almakta.Sarma ve dolmaları da unutmayalım, menülerde ana yemek olarak sunulan yaprak ve lahana sarma ile biber, domates ve soğan dolmaları karışık olarak servis ediliyor. Balık ve deniz ürünleri ise denize olan 20 kilometrelik kıyısındaki Neum kentinde çokça tüketilmekte. Avusturya - Macaristan mutfağından da esintiler olan Pasta ve patates türleri de oldokça popüler.
Yemeklere mutlaka çorba ile başlıyorlar. Ben çorba ile hemen doyduğum için yemeklere yer kalmaz diye denemedim ama menülerinde çok çeşitli çorbaları var. Bey çorbası bunlardan biri.
Çok sevilen tatlıları ise bizim tatlılarımıza çok yakın: Baklava ve tulumba. Bir de özel tatlıları olan kremalı ve cevizli “Has Elma” tatlısını da tatmalısınız, içine ceviz, üzerine krema konularak ikram ediliyor. Çok çeşitli dondurma satan yerler göreceksiniz ancak hemen hepsi İtalyan dondurmaları satıyor.
Ehh, bu yemeklerin üzerine de bir Türk kahvesi iyi gider değil mi? Kahvenin adının Bosna kahvesi olduğuna bakmayın çok az farklı olsa da Türk kahvesi lezzetinde.
Kahvaltıda beyaz peynir de dahil peynir çeşitleri, tereyağ, bal, reçel, yumurta ile evinizdeki kahvaltıları aramayacaksınız. Kısaca kendinizi Türkiye’de hissedeceksiniz.
Geleneksel biraları “Sarajevsko” bolca tüketilir. Ayrıca üzüm veya erikten üretilen Rakiya adındaki rakıları da popüler. Şarap da tüketilen içecekler arasında, Mostar’a giden yol boyu çok sayıda üzüm bağları gördük. Kırmızı şarap Bosna’da “siyah şarap” yani “Crno vino” adını almış.
İki günlük seyahatimizde gittiğimiz ve memnun kaldığımız restoranları öğrenmek isterseniz:
Çarşı içinde çok sayıda kebapçı, köfteci bulabilirsiniz. Meydana açılan sokaklarda ya da bahçe içinde çok güzel restoran bulunuyor. Bizim gittiğimiz ve memnun kaldığımız “Petica”, her türlü et ve kebap çeşitlerini bulabileceğiniz bir kebapçı.
Börek için yerel rehberimiz Enis’in tavsiyesi ile hem tadına bakarak çok beğendiğimiz ve kilolarca alıp getirdiğimiz börekçi - Sac Börekçisi (Buregdzinica Sac – Meydana çok yakın bir sokak içinde, kime sorsanız gösteriyor.)
Akşam otelimizin tavsiyesi ile gittiğimiz restoranı da tavsiye ediyorum. 4 yerel Mark ödeyerek taksi ile gideceğiniz “Park Princeva” Restoran tepede tüm şehre hakim. Balkonda ve bahçede oturabilir ve şehrin ışıl ışıl manzarası karşısında çok lezzetli yerel yemekler yiyebilirsiniz.
Otelimiz nehrin kenarında, şehir meydanı ve çarşıya çok yakın “President Hotel” de tertemiz güzel ve ödüllü bir otel, tavsiye ederim. Meydan civarında çok sayıda şirin butik oteller de gördük. “Hotel Europe” da güzel bir konumda ve hoş görünüyordu.
Yarın dünyaca ünlü köprüsü ile Mostar’da buluşmak üzere.
Osmanlı'nın En Güzel Mirası: Mostar
Neretva Nehri'nin kıyısında yer alan, ülkenin dördüncü büyük kenti Mostar adını Mostar Köprüsü ve her iki yanında yükselen ve “köprüye bekçilik yapmakta olan kulelerden” almış. (Stari Most – Eski Köprü).
Uzun süredir görmeyi arzu ettiğim bu tarihi şehre varır varmaz gezimize başlıyoruz. Roma dönemindeki ilk yerleşimin ardından, idarenin Osmanlı’ya geçmesiyle kent, Osmanlı mimarisinin en güzel örnekleri ile süslenerek, hızla gelişmiş. 92 savaşında Sırpların yoğun bombardımanı sonucu kültürel değerler yerle bir olsa da restorasyon sonrası eski güzelliğine bürünen güzel şehre uzaktan baktığınızda bir Anadolu kasabasını andırıyor. Her iki kenarına sıralanmış taş evleri ile Arnavut kaldırımlı dar yollarında ilerlerken minaresi ve kubbesi ile bir cami görüntümüze giriyor.
Koski Mehmet Paşa Camisi – 17. yüzyıl yapımı cami ve avlusundaki şadırvan şehrin önemli yapılarından. Savaş sırasında minaresi yıkılan cami restorasyon çalışmalarından sonra tekrar ibadete açılmış.
Şehrin bir diğer ünlü camisi de Karagöz Bey Camii. Nakışlı kubbesi ve yüksek minaresi ile Hersek bölgesinin en güzel camilerinden biri olan yapı, 16. yüzyıla ait bir Mimar Sinan eseri. İkinci Dünya Savaşı ve 1992 Bosna savaşı sırasında tamamen yıkılan camii yeniden inşa edilmiş ve ibadete açılmış. Cami, Neretva Nehri'nin kıyısında sarp kayaların üzerinde ve Mostar köprüsünün belki de en güzel görüntüleri buradan karelerimize alıyoruz.
Mostar Köprüsü – Fotoğraflamaya doyamadığım bir manzara var karşımda. Dünyanın en büyük tek gözlü taş köprülerinden Mostar Köprüsü. Tek bir penci kemerden oluşan köprü, gerçekten duyduklarımı hak edecek kadar güzel ve zarif. Geçmişlerini ve geleceklerini temsil ettiğine inandıkları bu köprü ile kent halkı arasındaki ilginç bağ beni çok etkiledi.
Bu güzel köprü bir Mimar Sinan eseri olarak bilinse de gerçekte Mimar Hayrettin’in eseri. Fatih döneminde Mimar Hacı Kalfa tarafından yapılan ilkel tahta köprü yerine yeni bir köprü yapılması için Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Kanuni, baş mimarı Sinan’a “eşi benzeri görülmemiş, bakan gözleri fethedecek, Türk’ün adını yaşatacak, hatırlatacak, şanımıza yaraşır bir köprü” yapması fermanı verir. Sinan da bu görevi, Bosnalı olması nedeniyle, öğrencisi Mimar Hayrettin’e verir. 456 kalıp taş kullanılarak 9 yılda tamamlanan köprünün nehirden yüksekliği 24 metre, genişliği 4 metre, uzunluğu ise 30 metre.
Mostar şehrindeki savaştan nasibini alan değerli eserlerden biri de bu ünlü köprü. Büyük bir bölümü zarar görse de savaş sonrası UNESCO başkanlığında oluşturulan teknik heyet, Osmanlı öncesi, Osmanlı dönemi ve sonrasında yaratılan mimarinin en güzel örnekleri olan eserlerle birlikte köprüyü de restore ederek eski değerlerine kavuşturmuş.
Köprünün yeniden inşa edilme hikayesi de ilginç. (İlgi duyanlar için alt kısmında.)
Mimar Sinan Kayseri doğumlu olduğu için, kardeş şehir ilan edilen Mostar ve Mostar Köprüsü ve etrafındaki Eski Kent UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde.
YarınSarajevo’dayız, Eski Şehir ve Osmanlı miraslarını gezmeye devam edeceğiz.
(Köprünün yeniden inşa edilmesi: Yıkılan Mostar Köprüsü, ABD, Türkiye, Hollanda, İtalya ve Hırvatistan'ın katkılarıyla Yapı Merkezi tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilirken, 15 milyon dolar harcayan Avrupa Birliği’nin katkıları da unutulmamalı elbette. Köprüde kullanılan tüm malzemelerin olabildiğince orijinal olmasına özen gösterilirken ilk olarak suyun altında kalan temellerin sağlamlığı araştırılıp güçlendirme çalışmaları yapılmış. Bombardıman sırasında Neretva’nın sularına gömülen orijinal taş bloklar dalgıçlar tarafından nehir yatağından bulunup vinçlerle çıkarılarak teste tabii tutulmuş. Ne yazık ki uzun süre suyun içinde kaldıkları için bozulan taşlar yapıda kullanılamamış - Bu taşların bir kısmını nehir kenarında görebilirsiniz. Ancak araştırmalar sonucu günümüzde kapalı olan taş ocağı bulunarak tekrardan açılmış ve orijinal modele sadık kalınarak aynı taşlar yeni köprünün yapımında kullanılmış. Taş işçiliği, çoğunluğu Türkiye’den gelen usta taş işçileri tarafından yapılmış. 2002'de başlanan köprü kemerinin kilit taşı 2003 de yerine konmuş. Büyük ölçüde Türk firması ve Türk işçileri tarafından yeniden inşa edilen köprü 2004 senesinde Prens Charles tarafından kullanıma açılmış.)
Kültürlerin ve Medeniyetlerin Buluşma Noktası Saraybosna
15. yüzyılda ticaret merkezi ve İslam kültürünün olduğu kadar diğer inançların da kalesi olmuş; Osmanlı idaresine geçtiğinde de hızla gelişerek zenginleşen ova manzaralı şehir, “Saray-Ova” - Saraybosna’yı, eski Yugoslavya'nın en ilginç şehrini geziyoruz bugün.
Bosna-Hersek'in başkentinin merkezi, çekirdeği olan Eski Şehir’deki (Stari Grad) tarihi meydan ve Osmanlı mimarisinin güzel örneklerini kucaklayan çarşıyı geziyoruz önce.
BAŞ ÇARŞIOsmanlıdan kalma ve halen Osmanlı döneminin izlerini yansıtan çarşı meydanı oldukça kalabalık, göze çarpan ilk eser ise Sebil oluyor.
- Sebil(Sebilj): Şehrin sembolü olan, taş ve ahşap karışımı muhteşem Sebil, çarşının girişinde bulunuyor. Mehmet Paşa tarafından 1753 yılında yapılmış. Etrafı güvencinler ve turistlerle hep cıvıl cıvıl.
Çarşı Camisi: 16. yüzyıl eseri ve halen şehirde müezzinin minarede ezan okuduğu tek cami.
Meydana açılan sokaklardaki kırmızı kiremitli taş ve ahşap karışımı tarihi yapılar da dikkat çekici. Bu sokaklarda bedestenler, camiler, hanlar, müzeler, bakırcılar çarşısı, kafe ve restoranlar ile hediyelik eşyalar satan dükkanların yer aldığı tamamı tarihi yapılar bunlar.
Unutmadan, sokaklardan birinde Galatasaray bayrakları ve futbolcuların fotoğrafları ile donatılmış bir köfteci görürseniz şaşırmayın, Galatasaray'ın eski golcüsü Tarık Hodziç’in dükkanı burası. Mutlaka uğrayın, mutlu oluyor.
- Morica Han: Daracık çarşı sokaklarından birinde yer alan Morica Han’ın güzel taş giriş kapısı bizi içeri davet eder gibi. Büyük bir asırlık ağacın gölgesinde yer alan avlu kafede çay kahve içebilir, restoranda yemek yiyebilirsiniz. Etrafındaki hediyelik eşya mağazalarındaki ürünlerin çoğunluğu Türkiye’den ithal olsa da halı, kilim, bakır, cam avize gibi ürünlerden alarak savaştan çıkmış bu fakir ülkenin ekonomisine biraz katkıda bulunabilirsiniz. Han keyifli, hoş bir mekan; özellikle de sıcak yaz günlerinde serinliğiyle bir hayli popüler olsa gerek.
- Gazi Hüsrev Bey Camii: Hanın biraz ilerisinde, 16. yüzyıldan kalma bir cami. Kapısındaki pandantifler ve süslemeler Selçuklu mimarisi etkisinde. Birkaç kez onarım görse de halen ihtişamını koruyan cami, şehrin en önemli ve Osmanlı mimarisinin en güzel eserlerinden biri. Mimar Sinan eseri olarak bilinse de esasen mimarı bilinmiyor. Bir şadırvan, abdesthane ile Gazi Hüsrev Bey ve Murat Beylerin türbeleri bulunan bahçesindeki ağaçların arasında bir kule göze çarpıyor.
-Saat Kulesi (Sahat Kula): Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından 17. yüzyılda yaptırılan bu önemli yapı, çıkan yangın sonucu büyük hasar alsa da restore edilerek yenilenmiş. Avrupa’da hatta belki de dünyada çalışır vaziyetteki tek ay-saati, özel bir sistemle çalışmakta olup, bir usta tarafından her gün kuruluyormuş.
- Çeşme: Caminin bahçe duvarının dış kısmında, köşedeki çeşmenin lezzetli ve güzel suyunu içmeyi unutmayın. Rivayet o ki, iki çeşmeden birinden su içerseniz Bosna’ya tekrar geleceğiniz kesin, diğerinden içerseniz de kısa sürede evleneceksiniz. Sağdan mı soldan mı içelim diye soruyorsanız bence her ikisinden de için... Sonucunu da bırakalım rehberiniz size söylesin :)
- Gazi Hüsrev Vakfı Müzesi: Caminin hemen karşısında yer alan çok güzel bir taş bina olan müzenin kapılarında tipik Selçuklu etkisi görülmekte.
TAŞLIHAN1543 yılında Gazi Hüsrev Bey tarafından yaptırılan kervansaray, yakın çevrenin en büyük ve hizmet açısından da en prestijli konaklama yeri olmuş. İki katlı taş yapının giriş katında depolar ve 70 at kapasiteli ahır; üst katında ise 90 yolcu kapasiteli, her odada ısınma amaçlı şöminesi olan 30 odası varmış. En önemlisi özelliği de konaklamanın tamamen ücretsiz olmasıymış. Birkaç yangın geçiren yapının bugün sadece zemin taşları ve duvarları ayakta olup karşısındaki Europa Otel’in ışıklandırmaları ile hoş bir dekor oluşturmuş.
- Gazi Hüsrev Bey Bedesteni: Gazi Hüsrev adını taşıyan mimari yapılardan biri olan tarihi binalardan biri de Gazi Hüsrev Bey Bedesteni. İçerisinde 70 kadar dükkan bulunan bedesten, Gazi Hüsrev Bey’in yine kişisel mirasını şehrin imarı için bağışlaması sonucu inşa edilmiş bir eser. Şehrin ilk postahanesi de yine bu çarşıda yapılmış (Menzilhana).
Tarihi çarşı sokakların hemen bitimindeki meydanda heybetli bir Katolik Kilise yükseliyor. Hemen önünde yerde şehrin birçok noktasında göreceğiniz, bombaların düştüğü noktaları görebilirsiniz; üzerindeki kırmızı boyalar da akan kanları simgelemekte.
Az ötede ise tarihi bir binanın girişindeki "Sonsuz Ateş” var. Savaşta yitirilen canlar anısına ve savaşın hiç unutulmaması için hiç sönmeden yanan bir ateş... Varşova gibi, savaşta çok can yitirmiş bir çok ülkede olduğu gibi...
Her sokağı buram buram tarih kokan ve Osmanlı eserlerinin en güzel örneklerini sergileyen Tarihi Çarşı’yı gezdikten sonra, şehri ikiye bölen Neretva Nehri’ni süsleyen çok sayıdaki köprülerden, dünya tarihini değiştirecek kadar önemli bir köprüye gidiyoruz. Bu arada bu güzel kenti kolaylıkla ve rahatça yürüyerek gezebilirsiniz, eski şehre zaten araba girmiyor.
Tarihi LATİN KÖPRÜSÜ
“Latinska Cuprija” - “Yavaş yavaş akan nehir”
Aniden bastıran yağmur yerini güneşli bir havaya bıraktı. Nehir kenarına geldiğimizde sabah otel odamdan gördüğüm nehir manzaraları ile şu anda gördüğüm nehrin manzarası çok farklı, masmavi olmasa da mavi mavi akan nehir yağan yağmurdan sonra çamur rengi. Sanki bizim oraya geleceğimizi biliyor ve güzel günlerin bir kurşunla çamura bulandığını anlatmak istiyor gibi… Neretva Nehri’nin köprülerinden, Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan tarihi köprü, şehrin sembolü ve en önemli yapılarından biri gibi görünse de tarihin seyrini değiştiren Birinci Dünya Savaşının patlamasına neden olan bir eser. Bir ziyaret için şehre gelen Avusturya Dükü Ferdinand’ın eşiyle birlikte suikasta uğramasına tanıklık etmiş. Köprünün köşesinde Dük ve eşi anısına dikilen anıt daha sonraki yıllarda kaldırılarak yerine bir tabela konmuş, köprünün diğer köşesinde ise köprünün orijinal bir parçası bulunuyor.
1541 yılında inşa edilen ahşap köprü, 18. yüzyılın sonunda meydana gelen sel felaketinden sonra yenilenerek sadece yayalara ayrılmış.
HÜNKAR CAMİİ
Şehrin önemli yapılarından olan cami, Fatih Sultan Mehmet’e hediye olarak inşa edildiği için bir adı da “Fatih Sultan Mehmet Camii”. Savaşlardan çok zarar görse de çeşitli restorasyonlar sayesinde günümüze kadar ulaşmış. Osmanlı’dan kalan bir başka şaheser, nehrin kenarında yeşillikler içinde, 600 yılın yorgunluğuna rağmen yeni yapılmış gibi ihtişamlı.
TARİHİ KÜTÜPHANE
Biraz ileride, nehrin kenarında, Belediye Binası iken kütüphaneye dönüştürülen gerçek bir sanat eseri binaya geliyoruz. Söylenti o ki Ferdinand suikasttan önce 19. yüzyılın sonlarında inşa edilen bu binada bir kokteyle katılmış. 1992 yılındaki savaş sırasında özellikle Osmanlı eserlerini hedef alan Sırpların acımasız ve yoğun bombardımanlarına hedef olmuş yapılardan. Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudiler’e ait milyonlarca kıymetli eser barındıran tarihi bina, oldukça yara almış. Savaş sonrası yıllar süren çalışmalarla Türk mimarisini yansıtan, aslına uygun olarak restore edildikten sonra küllerinden yeniden doğan kütüphane, yüzyıllar önceki görkemine kavuşmuş.
Kütüphanenin karşısında, nehrin öteki yakasında güzel bir evin üzerindeki yazı dikkatimizi çekiyor “İnat Kuca”. Hikâyesini anlatıyor rehberimiz: “Belediye Sarayı’nın, seçilen bu arsa üzerine yapılması kararlaştırıldığında burada evi olan bir Boşnağın Boşnak inadı tutuyor, evimi vermem diye tutturuyor. Sonunda ikna edilen Boşnak kese kese altınların yanı sıra bir de şart koşuyor: Karşı kıyıya, binanın tam karşısına eski evine benzer bir ev yapılacak. Ev yapılıyor, adı da “İnat Kuca”, yani “İnat Evi” olur.
Bosna-Hersek Ulusal Müzesi
Arkeoloji, etnoloji, doğal bilimler bölümlerinin, bir de kütüphanenin bulunduğu kompleks bölgedeki en eski müze. Şehrin en popüler yerlerinden olan Bosna Hersek Müzesi de savaştan payını almış ve hayli zarar görmüş. Arkeolojik kısımda heykel parçaları, mücevher, silah, mozaik, eski yazı örneklerinin yer alıyor. Dünyanın yuvarlak olduğunun anlatıldığı, 15. yüzyıldan kalma bir İspanyol-Yahudi eseri de müzede bulunan eserlerden. Müze ne yazık ki, kaynak yetersizliği ve siyasi bölünmeler nedeniyle 2012 de kapatılmış, hatta elektrik parasını ödeyemediği de söylentiler arasında.
Yarın Bosna-Hersek’in son bölümünü yayımlayacağım. Biraz acıklı olabilir ama gerçekler de değiştirilemiyor… “Umut Tüneli” diye bir tünel duydunuz mu bilmiyorum; duymadıysanız yarın size Umut Tüneli’ni, acıklı hikâyesini ve yerel rehberimizin sekiz yaşındayken yaşadığı savaşın acı anılarından bazılarını anlatacağım.
Küçük Bir Çocuğun Savaş Anıları - Umut/Hayat Tüneli
Uçağımız Saraybosna’dan havalanırken dua ediyorum: “Tanrı sizi korusun ve hiç kimseye savaş göstermesin.” Ne kadar acıklı, hüzünlü olsa da 20. yüzyılda dünyanın gözü önünde yaşanan acılar, yitirilen binlerce can, yerini yurdunu terk etmek zorunda kalana insanlar… 3 yıldan fazla süren, yakın tarihin en karanlık sayfalarından biri, acımasız bir savaş olan Bosna Savaşı’ndan, gerçekte Boşnak halkına yönelik soykırımdan biraz bahsetmek istiyorum.
Şehirdeki birçok bina savaş yorgunu, cephesinde şarapnel ve kurşun izleri halen duran binaların dili olsa da konuşsa… Yaşadıkları acıları dile getiremeyecek kadar yıkık dökükler. Bu acıları bizzat yaşayanlar ise hala hüzünlü ve alabildiğine duygusal. Birkaç gündür Bosna’da duyduklarımı, gördüklerimi dile getirmeye çalıştım. Biraz da o tarihlerde henüz 8 yaşında olan yerel rehberimiz Enis Culjevic’i dinleyelim mi? İşte anlattıkları, küçücük bir çocuğun savaştan aklında kalanlar:
“Mahallemizde etnik tüm gruplar birlikte yaşıyorduk. Bir gece yarısı emekli polis olan babamı arayıp karakola çağırdılar. Bütün gece gelmedi, görevde diye düşündük. Sabah kardeşlerimle okula gitmek üzere evden çıktığımızda köşede kurulmuş barikatta yüzlerine kadın çorabı geçirmiş birkaç kişi “bugün okul yok, evinize dönün” dediler. Birisini sesinden tanıdım, komşumuz olan Sırp bir ağabey… Çocuğuz, okul yok diye sevindik; sonra savaşın acı yüzüyle tanıştık. Dayım annemi arayarak “hazırlanın” dedi, sonra da gelip bizi aldı. Hep birlikte şehir merkezine doğru ilerlerken bombardıman başlamıştı bile. Öldürülen ilk kişi de Parlamento Binası’nın hemen arkasındaki köprü üzerinde üniversiteye gitmeye çalışan, kucağında kitaplarıyla 22 yaşında bir genç kız oldu (Bu köprü şimdi bu genç kızın ismini taşıyor).
Savaşta yenilgilere uğrayan Sırplar, şehrimizi çevreleyen kuşatan dağlara (burada şimdi kış olimpiyatları yapılıyor) çekildiler. Bu yüksek tepelerden attıkları bombalarla istedikleri yerleri kolayca vuruyorlardı. İlk vurulan binalar İzzetbegoviç’in oturduğu Başbakanlık Binası ile Parlamento Binası oldu. Sonra televizyon ve yabancılara aldırmadan gazete binaları, Doğum Hastanesi, Elektrik İdaresi vuruldu. Dağlara yerleştirdikleri 1000 kadar keskin nişancılarına karşılık bizim sadece 80 nişancımız, çeşitli ülkelerden de gelen paralı askerlerle 60 bin askerlerine karşılık 7 bin 500 askerimiz, 600 tanklarına karşılık bizim sadece birkaç tankımız vardı.
Bir gün babam ve arkadaşları sabahtan öğlene kadar 3 bin 700 bomba saymışlar, daha fazla sayamamışlar. Sadece Saraybosna’da ölenlerin resmi sayısı, 1600’ü çocuk olmak üzere, 11 bin 451 can olsa da bu sayı çok daha fazla. (Kızılhaç Örgütü verilerine göre tüm ülkede hayatını kaybeden 312 bin kişinin en az 200 bini Boşnak halkı) Bulunan toplu mezarlar, DNA testleri ile yıllar sonra bir yakınının öldürüldüğünü öğrenerek şehitliğe, çok sevdikleri Aliyev İzzetbegoviç’in ve az ilerisindeki Osmanlı mezarlığında yatan atalarının koynuna bir can daha defneden, bir kez daha yıkılan insanlar var hâlâ.
Şehrimizin etrafı tamamen sarılmıştı. Tek çıkış noktamız hayvancılık ve tarımın yapıldığı, havaalanının arkasında kalan serbest bölgeydi. Bu nedenle, havaalanından şehir merkezinde bir evin (hayatlar kurtulsun diye evini düşünmeden bağışlayan yaşlı bir teyzenin evi) altına uzanan bir tünel projesi yapıldı. Kışları su altında yürüyerek, 160 cm yüksekliği olan dar tünelde eğilerek cephane ve yaralılar taşındı bu tünelden. Projenin mimarı, komutanımız Brankoviç’di, projeyi hayata geçiren ise başbakanımız İzzetbegoviç.”
İşte şimdi bu tüneli ziyaret ediyoruz. Bosnalıların yıllar boyunca hayatta kalmasını sağlayan “UMUT ya da Hayat TÜNELİ”, insanların neler çektiğini gözler önüne seriyor.
UMUT TÜNELİ - Birleşmiş Milletler kontrolündeki havaalanından kuşatma altındaki şehre, gıda, insani yardım ve cephanenin ulaşımını sağlamak, yaralı ve hastaların hastaneye taşımak ve insanların şehirden çıkabilmesi amacıyla planlanan bir tünel. Çekilen acılara tanıklık eden, yaşanan dramları yansıtan tünelin tarihi önemi var. Savaş boyunca günde 1000 kadar hayat mücadelesi veren insanların sığındığı bir yer. 800 metre uzunluğunda, 160 cm yüksekliğinde ve 1 metre genişliğinde. İki uçtan kazılmaya başlanılan tünel 4 ayda sadece 4 metre sapma ile tamamlanmış. Bugün tünelin sadece 25 metresi ile ufak bir müze ziyarete açık.
Enis’e veda ediyoruz, babası hayatının en riskli kararını alarak eşini ve çocuklarını yapılan bir anlaşmaya güvenerek, yetkililere teslim edip Belgrad'a göndermiş. Anne ve çocuklar oradan Türkiye'ye gelmiş ve ancak 1995’de savaş bittiğinde vatanlarına dönüp ailenin sağ kalan erkekleriyle kavuşmuşlar. Dünya ise orada yaşanan gerçekleri hiç bilmedi, belki de bilmek istemedi.
Güzellikleri ve mimarisine hayran kalarak; acılarına ortak olduğumuz güzel insanları ile tanıyıp çok sevdiğim Bosna-Hersek’in bir başka güzel mekânına uğrayarak veda ediyoruz.
ILIDZA - ILICA BÖLGESİ – VRELA MİLLİ PARKIŞehrin yakınlarında bulunan Neolitik Çağ’dan kalma Butmir kültürü kalıntılarının bulunduğu yer bugün kükürtlü bir kaplıca. Ilıca Milli Parkı da bu bölgede yer alan; yeşilin binlerce tonu, asırlık ağaçları, gölet ve içindeki kuğularla tam bir cennet. Yeşil sizi dinlendirecek, sessizliği huzur verecek. Parkta uzun yürüyüş yapabilir, ortasındaki kafede dinlenebilirsiniz. Çevreyi gezmek isterseniz fayton gezisi de yapabilirsiniz.
Başka bir ülkede buluşmak dileğiyle…Sevgiyle…