İzmir'de Fuar Zamanı

Öncelikle belirtmeliyim ki; bu bir istek yazısıdır. Yazı yazmaya başladığımdan bu yana ilk defa böyle bir istek aldım. “Bir Kemeraltı Masalı” isimli yazımı okuyan ve çok beğenen bir arkadaşım, “Fuarı da yazsan, ne güzel olurdu” deyince dayanamadım. “Tamam yazarım, ama yardımcı olacaksınız, hatırlayamadıklarımı hatırlatacaksınız” dedim. “Memnuniyetle kabul etti.” Böylece ben de yazmaya başladım. O günleri yaşarken, bir gün yazacağımı düşünmediğim için herhangi bir  hazırlığım yoktu. Bu nedenle şimdi belleğimdeki anıları yavaş yavaş çağırmaya başladım.

“Fuar zamanı”, geçmişte İzmir için çok büyük önem taşıyan bir ifadedir. Bu ifadenin altı o kadar doludur ki; pek çoğumuzun o günler için söyleyeceği sözler bir iki kelimenin çok ötesindedir.

1922'deki “İzmir Yangını” sonrası harabe haline gelen alan, fuar alan olarak düzenlenerek, 1937 yılında açılmış ve açılışından itibaren her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen firmalara ev sahipliği yapmış olan fuarı anlatabilmek belki de o kadar kolay bir şey değildi. Yaşamak ve hissetmek en iyisi idi. Ama yine de denemeye karar verdim.

Fuar zamanı ile ilgili benim çocukluğumda neler mi olurdu? Bir bakalım… O zamanlar fuar, 20 Ağustos’ta açılıp, 20 Eylül’de kapanırdı. Bazılarınızın “Hangi zamanlar” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Benimle aynı yaşlarda olanlar bilirler. İşte o zamanlar… Benim çocukluk yıllarım…

Tabi bu “İzmir’de Fuar Zamanı” ifadesinin sadece bir bölümünü temsil ediyor. Ancak yaşadıklarım dışında, ailemden dinlediklerimi de bazen kendim yaşamışım zannediyorum. Bu nedenle belki de anlatacaklarımdan bazıları anne ve babamın anılarından dinlediklerimdir diyebilirim.

Yaz tatillerimiz…

Uzun ve yağmurlu kış günleri bitip, gösteri hazırlıkları ile geçen ılık ve güneşli bahar günlerinin ardından okullar kapandığında, uzun ve sıcak bir yaz tatili başlardı. Tatil bizim için üç bölümden oluşurdu. Birinci bölüm, o zamanlar “en sıkıcı” diye düşündüğüm bölümdü diyebilirim. Ancak şimdi hatırladığımda ne kadar da keyifliymiş diye düşünüyorum. Akşamüstü sokağa çıkış saatine kadar ablalarımla, evde kitap okur, elişi yapar, öğlen uykusuna yatar, tatil ödevlerimizi bitirirdik. Bu arada yirmi gün sürecek kampa gideceğimiz günü ise dört gözle beklerdik. Genellikle çok eğlenceli geçen kamp dönüşünden sonraki bölümünde ise bambaşka bir heyecan içinde olurduk.  Neden mi? Çünkü bizim için belki de tatilin en eğlenceli kısmı “Fuar Zamanı” olduğu için…

Bu, aynı zamanda “Karar zamanıdır” aslında. Çok zor bir dönemdir. Genellikle ağustos başında başlayan ve fuarın açılışına kadar, neredeyse her gün gazetelerin magazin eklerinde çıkan, tam sayfa gazino kadrolarını inceleyip, bütün ailenin en hoşuna gidecek kadroyu seçmek, gerçekten büyük bir iştir o zamanlar.

Assolist kim, hafif batı müziğinde kim var, türkücü var mı, komedyen kim, dansöz var mı, fiyatlar nasıl? Hangi assolist, hangi gazinoda çıkıyor. Assolistler, Gönül Yazar, Emel Sayın, Muazzez Abacı, Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Neşe Karaböcek… Hafif batı müziğinde Sezen Aksu, Nilüfer, Barış Manço, Cem Karaca… Türkücülerde İbrahim Tatlıses, İzzet Altınmeşe, Bedia Akartürk… Bunlar hep tek tek incelenecek, karar verilecek.

Akasyalar, Ekici Över, Lunapark, Çamlık Senar daha çok herkesin ailecek gidebileceği fiyatlardayken, adını yanı başındaki yapay gölden alan, genellikle Gönül Yazar veya Nesrin Sipahi’nin sahne aldığı, “Göl Gazinosu” ise diğerlerinin aksine yemekli bir gazino olduğundan biraz daha  pahalıydı.

Şu an adı Dokuz Eylül olan Basmane kapısının yanındaki, adını Zeki Müren’in  bestesi olan "Manolyam" şarkısından alan, Manolya Gazinosu, uzun yıllar Zeki Müren’in sahneye çıktığı bir yerdi. Annem “Küllahımı satar, yine de Zeki Müren’e giderim” derken ne demek istediğini önceleri pek anlamıyordum. Ama biraz daha büyüyünce çok iyi anladım. Çünkü, özellikle o zamanlar, Zeki Müren ülkemizin en sevilen sanatçılarının başında geliyordu. Tabi biz ablalarımla Cem Karaca veya Barış Manço’nun olduğu kadroları daha çok tercih ederdik. Eğer Zeki Müren ile aynı kadroda iseler süper olurdu tabi. Zeki Müren’in sahneye şort ve 30 cm yüksekliğindeki çizmeleri ve başındaki uzunca tüyü ile çıkışını ise hiç unutamam.

Lunapark’ın içinde ve dönme dolaba binenlerin sahnesini görebilme şansına sahip oldukları “Lunapark Gazinosu”nun en önemli rakibi "Ekici Över Gazinosu" idi. Yine Basmane kapısının girişinde yer alan gazino, sonraki yıllarda uzun zaman Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın “Deve Kuşu Kabare Tiyatrosu”na ev sahipliği yaptı. Lunapark'ın Kahramanlar yönüne doğru yakınında yer alan, “Çamlık Senar Gazinosu” ise adını işletmecisinin Müzeyyen Senar'a olan aşırı hayranlığı nedeniyle, sanatçının soyadından almış. Tabi bu gazinonun da değişmez assolisti Müzeyyen Senar

Gazino daha sonraki yıllarda, program yapmayı bırakınca “Nejat Uygur Tiyatrosu” oyunlarını burada sergiledi. Bu nedenle de adı Nejat Uygur Tiyatrosu oldu. Halkın en çok rağbet ettiği gazinolardan biri olan Akasyalar’da, sahnenin hemen arkasında, paravan ile ayrılmış bir başka bölümünde oturanlar, sahneyi görmeden yalnızca dinler ve burada yiyip içerlerdi de...

Fuar bir “Gazinolar Cenneti” idi. Her gazino pek çok ünlü ve ünlü olma yolunda olan sanatçı kadroları ile diğerleriyle rekabet ederdi. O zamanlar yeni sanatçılar ilk defa “İzmir Fuarı”nda denenirdi. Eğer tutulursa, İstanbul’daki gazinolarda çıkabilirdi. Sahneye önce saz heyeti çıkar, daha sonra en kıdemsiz olan solistten assoliste kadar tüm solistler kıdem sırasıyla sahne alırdı. Gazinolara girerken kenarda minderler satılır. Ücret karşılığında alınan minderler assolistin de sahneyi terk etmesinden sonra havaya atılırdı.

Uzun süren karar sürecinden sonra hangi gazinoya gidileceğine karar verilir, biletler alınır, gidilecek gün iple çekilirdi. Tabi aslında o güne kadar fuara defalarca gidilecek olsa da, o gün çok özel olurdu. Bir de seçim yapılması gereken tiyatrolar vardı ki; bunların başlıcaları Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü, Ali Poyrazoğlu, Nejat Uygur, Levent Kırca, Devekuşu Kabare  tiyatroları idi. Biz ailecek daha çok Deve Kuşu Kabare Tiyatrosunu tercih ederdik. Hepimiz aynı fikirde olduğumuz için buna karar vermek çok kolaydı. Sonuç olarak orta halli bir memur ailesi fuar zamanında ailecek, bir gazino ve bir tiyatroya mutlaka giderdi.

Bir de gündüz yapılan kadınlar matinesi vardı ki; biraz daha büyüdüğümüzde arkadaşlarımız ile birkaç kez gitmiştik. Yerler numaralı olmadığı için, önden yer kapmak uğruna, sabahın erken saatlerinde yola çıkılırdı. Uzun saatler orada kalınacağı için giderken yiyecekler de götürülürdü. Dolmalar, börekler, köfteler daha neler neler…

Daha sonraki yıllarda Egemen Bostancı’nın organizatörlüğündeki, başrollerini Erol Evgin ve Nevra Serezli’nin paylaştıkları, “Açık Hava Tiyatrosu”nda sergilenen “Hisseli Harikalar Kumpanyası” ve “Şen Sazın Bülbülleri” müzikalleri ise o zamanlara damgasını vurmuştur. Mehtap Bahçesi, Ada Gazinosu, Villa ve Menekşe çay bahçeleri (semaver ile çay içilen) gibi mekanlar da kendilerine özgü yerlerdi. Lozan kapısı girişinde, sol tarafta yer alan, bu gün “İsmet İnönü Sanat Merkezi”ne dönüştürülen, “Mehtap Bahçesi”, İzmir Turizm Folklör Derneği’mize ilk girdiğim yıl, henüz çocuk denecek yaştayken, ilk defa Kuzey Kafkas dansları ile sahneye çıktığım yerdir. Yıl 1977…

Ama bunlardan da önemlileri ve birçok İzmirli’nin belleklerinde unutulmaz anılar bırakan iki yer daha var. Mogambo ve Kübana gece kulüpleri…  Veda geceleri sonrası Mogambo’ya gitmek ise o zamanların klasiklerindendi diyebilirim. Fuara sadece gazinolar için gidilmezdi elbette… Fuara katılan ülkelerin pavyonlarını gezmek ise ayrı bir zevkti. Fuara gideceğimiz gün, tabelasında “FUAR” yazan troleybüse evimizin önündeki “Havacılar Durağı”ndan  biner, “İzmir Sineması”nda iner, “Vasıf Çınar” bulvarından yürüyerek, “Lozan Kapısı”na ulaşır, önce soldaki “Pakistan Pavyonu”na uğrar, oradan, “26 Ağustos Kapısı” yönünde devam ederdik. İstisnasız bütün pavyonlara girerek, kuşe kağıda basılmış tanıtım broşürleri ve dergileri toparlayarak, yolumuza devam ederdik. Torna tesviye makinaları, otobüsler, arabalar, yedek parçaları, dev makina parçaları sergileyen pavyonları sanki ticari bağlantı kuracak iş adamı ciddiyeti ile inceleyerek, kataloglarını toplaya toplaya ilerlerdik.

Üzüm şırası içmek için “Tariş Pavyonu”na uğramadan geçilmezdi elbette. Belki o arada “Piyale”nin standında bir de makarna yiyebilirdik. Pavyonları gezmek oldukça zevkliydi tabi. Ancak tüm bunların ardından beklenen en önemli an, Lunapark’a ulaşmaktı aslında. Evden çıkmadan kaç oyuncağa binileceğinin pazarlığı ise çoktan yapılmış olurdu. Aslında çocuklar için esas fuar “Lunapark”tı. Atlı karınca, çarpışan arabalar, dönme dolap, döner salıncak, balerin ve daha neler neler. İşte oraya ulaştığınızda, o ana kadar olan tüm yorgunluklar unutulur, büyülü bir dünyanın içine girmiş olurdunuz. Dönme dolaba binmeyi çok arzu ederdik. Ancak zaman zaman dev oyuncağın bozulma ihtimalini de göze almamız gerekiyordu. Eğer bozulur ise uzun bir süre tepede kalabilirdiniz. Tabi bunun da avantajı Lunapark Gazinosu’nun programını izlemek olurdu.

Korku tüneline girdiğimizde çok korksak da yine de girmek isterdik. Aynalar ise bizi çok eğlendirirdi. Bazen kısa, bazen uzun, şişman, zayıf gösteren aynalarda gülmekten karnımıza ağrılar girer, anneler ise ince gösteren aynanın önünden ayrılmak istemezdi. Fuara zaman zaman sirkler de gelirdi. Vaktimiz uygun ise girerdik. İpte yürüyen kızlar, palyaçolar, sihirbazlar… O zamanlar bir sirk yıldızı olamaya çok özenirdim. Sanıyorum bunun en önemli nedeni devamlı gezici olmalarıydı. Demek ki o zamandan benim bu kadar gezmeyi seveceğim belliymiş.

Paraşüt Kulesi’nden atlayanları izlemek ise ayrı bir zevkti. Eski Belediye Başkanlarımızdan Behçet Uz’un İzmir’de açılacak olan fuar için inceleme yapmak üzere gittiği Rusya gezisinde, 1.Dünya Savaşı yıllarında Rus askerlerinin eğitimi amacıyla kullanılan Paraşüt Kulesi’ni görünce, Türk Hava Kurumu’ndan İzmir’e de yapılmasını istemiş. Bunun üzerine, THK, Rusya’ya bir heyet göndererek, yapıyı incelemiş ve Ankara’da da bir eşi olan kuleyi inşa etmiş.  09 Eylül 1937 yılında ise, fuar açılışı ile birlikte resmen açılmış.

Fuarın etrafında dolaşan minyatür trene binmek ise başka bir zevkti. Böylelikle çok fazla yorulmadan pek çok yeri de görebilirdiniz. “Hayvanat Bahçesi” ve uzun palmiyelerin arasından dolaşarak, fuarın tüm renklerinin  ve ışıltısının içinde buluverirdiniz kendinizi. Tren ile yanından geçerken, hayvanat bahçesinin sembollerinden, “Fil Pak Bahadır”ı görmek için de çabalar dururduk. Göl gazinosu etrafında deniz bisikletlerine binmek, “Kaskatlı Havuz'un müzik eşliğinde hareket eden, rengarenk ışıklı fıskiyelerinden gelen suyun dansını izlemek, hatta kadın heykellerinin yanı başına oturarak fotoğraf çektirmek ise fuarın klasiklerindendi diyebilirim.  

Fuardan renkli boyalı uçan balon almadan dönmek pek mümkün olmazdı. Gerçi alınan balonların eve ulaştığı da görülmüş değildi. Çünkü alınır alınmaz, bileğimize bağlanan balonlar, ya patlar, yada ip bileğimizden çözülerek, uçardı. Adı üstünde, uçan balonunun arkasından yollarda gözyaşı döken çocuklar görmek son derece olağan bir şeydi.

Kaybolan çocuk anonsları da fuarın klasiklerindendir. Bu anonslarda adı geçen olmamak için anne yada babamızın elini fuara girer girmez tutar, çıkana kadar da bırakmazdık. Fuar gezintimiz sırasında susamaktan korkmazdık elbette. Her köşe başında bulunan fıskiyeli çeşmelere, daha küçük yaşlarda iken babamın kucağında ulaşmaya çalışırken, büyüdüğümüzde ağzımızı dayayarak su içmek ise çok büyük zevkti.

Fuar yolculuğunun sonuna gelindiğinde o kadar yorulmuş olurduk ki; troleybüse kadar yürümek zor gelirdi. Bu yorgunluğun nedeninin fuarın altından geçen ışıklandırma kabloları olduğu konusundaki söylentilere her ne kadar inanıyor gibi görünsek de aslında fuarın etrafında atmış olduğumuz sayısız turlardan olduğunu da bilirdik.

Fuar zamanı otobüs ve troleybüsler geç vakitlere kadar çalışsalar da, gazinolarda program izlemeye gelenler, son otobüsü kaçırmamak için assolistin son şarkısını dinlemeden koşarak yetişmeye çalışırlardı. Fuarın kapanışı ile okulların açılışı çok yakın olduğu için, fuarda kurulan kırtasiye standlarından okul ihtiyaçlarımızı da alarak, ayaklarımıza kara sular inmiş bir şekilde dönüş yoluna geçerdik.            

Fuarda halk oyunları oynadığım çocukluk ve gençlik yıllarımda da oldukça fazla anım var. Fuarın açılışında oynamanın yanı sıra, Açık Hava Tiyatrosu'nda yapılan Akdeniz Festivali bünyesindeki “Akdeniz Akdenizlilerindir” gösterisi ile  Mehtap Bahçesi'nde yapılan gösteriler, bir dönem pavyonlarda yapmış olduğumuz hazırlık çalışmaları, sabahtan gece yarısına kadar süren televizyon çekimleri, yabancı gemiler ile gelen turistlere Ada Gazinosu'nda yaptığımız gösteriler… Daha neler neler…

Fuarda kıyılan aile nikahlarını da unutmamak lazım tabi. Annem ve babam da dahil ailemizde evlenenlerin neredeyse hepsinin nikahları “Fuar Evlendirme Dairesi”nde kıyılmış diyebilirim. Lise yıllarında okulu eken öğrencilerin ilk durağı olması da biz İzmirli’lerin fuar ile ne kadar iç içe yaşamış olduğumuzun kanıtları değil mi?

Şimdi ben yazımın sonuna geldiğimde, daha yazmadığım ne kadar çok şey olduğunu, yazdıklarımı da ne kadar özet geçtiğimi düşünüyorum. Yazmaya kalksam bir kitap olur. Belki bir gün o da olur… Ama en azından şimdilik bir kısmını hatırlayalım istedim. Böylelikle yazımın başında söz ettiğim isteği de yerine getirmiş oldum.

Bu yazıyı okuyan pek çoğunuzun “Evet evet biz de…” diyerek, tebessüm ettiğinizi, ama biraz da hüzünlendiğinizi görür gibi oluyorum. Evet belki o günler bir daha geri gelmeyecek, ama o günleri ya hiç yaşamamış olsaydık, o daha mı iyi? İyi ki; yaşamışız… İyi ki; o sıcacık insan ilişkileri ile dolu, gelişini heyecan ve sabırsızlıkla beklediğimiz “İZMİR’DE FUAR ZAMANI” olmuş…

Zaten İzmir’de ne olursa iyi olur… Sizce de öyle değil mi? 

Eski fuar fotoğrafları internet kaynaklarından temin edilmiştir.

SEMRA YEŞİL

Yazar Hakkında

SEMRA YEŞİL

YOLCULUK HİKAYELERİM...Çocukluğumdan bu yana yaşadığım yerden farklı coğrafyalardaki yaşam biçimlerine ve kültürlerine ilgi duymuşumdur…İnsanın gelişiminin ve düşünce şeklinin bu sayede zenginleşec