Kimileri romantik bir balayı için, kimileri de ‘Ben Paris’teyken...’ diye başlayan cümleler kurmak için kente akın ediyor. Bir de esprilere de sıkça konu olan ‘öğle yemeğini Paris’te yiyen’ bir kesim var ki ben onlara hiç değinmeyip aslında çok da masrafa girmeden bir Paris turu nasıl yapılır onların araştırmasına girdim.
Paris için en uygun zamanlardan biri Nisan ayı. Yola çıkmadan önce her zamanki gibi bulabildiğim kadar bilgi toplamaya çalıştım. Nerede ne yenir? Nereye nasıl gidilir? Nereleri görmek gerekir? gibi. Ama şehre adımımı attığımız ilk andan itibaren aldığım tüm o notlar öylece kaldı. Çünkü ayaklarım Paris'e vardığında kendi rotasını kendi çizdi.
Güneşli bir Nisan gününün öğleninde sadece 3 gün için elimde 15 kiloluk valizle havaalanındayım ve 3 saat 40 dakikalık uçuş süresinden sonra Charles de Gaulle’e varmış bulunuyorum. Otelime gitmek üzere yola çıktım ama burada İngilizce sorduğunuz her soruya Fransızca cevap alıyorsunuz! Fransızca bilmemenize rağmen garip bir şekilde anlaşabiliyorsunuz da üstelik. Odama yerleştikten sonra soluğu elimde tüm gezi mekânlarının fotoğraflarının da olduğu haritayı alıp yola koyuluyorum ve artık Paris sokaklarındayım.
Herkesin ilk durağı, kimine göre demir yığını olan bana göre dünya mimarisinin en güzel eseri kabul edilen Eiffel’deyim. Havanın yavaş yavaş karamasıyla bende dâhil olmak üzere başlayan ışık şölenini ellerimizde makinelerle karşımızda duran ışıl ışıl kuleyi görüntülemek isterken, halimizden oldukça memnun görünüyoruz. 300 metre yüksekliğindeki kulenin 1792 basamağını yürüyerek çıkmak değil de dört ayağında oluşan metrelerce bilet kuyruğu korkuttu gözümü. Neyse ki yine de çok beklemeden bilet gişesindeydim. Kulenin en son katına kadar çıkmanın maliyeti sandığım kadar fazla değildi. Kulenin 2. katında Paris görüntüsü oldukça netti aslında.
Bence Eiffel’den indikten sonra yapacağınız ilk iş, köprüden karşıya geçerek kulenin en güzel fotoğraflandığı Trocadero’ya yürümek olmalı. Bu arada köprü üzerinden geçerken Seine Nehri üzerinde yapılan tekne turlarını fark edebilirsiniz. Aldığınız ‘boat pass ticket’ ile gün boyu teknelere binebilirsiniz. Tura para vermek istemeyenlere ise nehir kenarında uzun yürüyüşler yapmanın da bir o kadar keyifli olduğunu hatırlatayım. Ben yürüyüş yapmayı sevdiğim için nehrin kenarında yürümeyi tercih edenlerdenim. Bu kadar yürüyüşten sonra Fransızların meşhur baget ekmeği ve yine meşhur peynirlerinden yapılan bir sandviç ile yemek faslını da bitirmiş oldum.
Buraya kadar işler kolaydı. Paris’e gidince Eiffel’i görmek gerektiğini bilmek için alim olmaya gerek yok. Ama Paris’ten Cem Karaca’nın aldığı zevki almak için yeteri donanıma sahip değilim tabi ki : ) Bavulumu toplarken zamanım o kadar azdı ki normalde internetten bolca araştırma yaparım ama en kolayı hani bir arkadaşına sormaktır ya? Hah ben de yola çıkmadan öyle bir şey yapmıştım işte. Yapı Kredi Platinum Bankacılık müşterisiyim. Müşterilerine seyahat danışmanlığı hizmeti veriyorlar. Belki Platinum Bankacılık müşterisiyseniz bile bilmiyor olabilirsiniz, bir bakın derim. 444 0 446’yı arıyorsunuz, sizi Platinum Bankacılık Ayrıcalıklar Dünyası’na aktarıyorlar. Konuştuğum müşteri temsilcisinin bana verdiği bilgiler epey bir zaman kazandırdı. Notre Dame (şu meşhur Belle şarkısıyla hep kulağımda olmuştur), Sacre Coeure bölgesi (68 kuşağı ve tabi ki Cem Karaca’nın mekanları), Louvre Müzesi (gerçi bunu biliyordum ama ne kadar zaman ayırmalı, hangi saatlerde açıktır gibi bilgileri hap gibi almış oldum bir telefonda) hep not aldıklarım. Böylece hızlı bir Paris turu oldu, son derece verimli. Bence bir kenara not alın, telefonun ucunda birilerinin sizin için plan yapması süper oluyor, hatta dilerseniz seyahat programınızı mail olarak da size gönderiyorlar : )
Bu plana göre hareket edince ikinci gün ilk durağım Quasimodo’nun evi Notre Dame Kilisesi oldu. Yapımına 12. yüzyılda başlanan ve 200 yılda biten kiliseye geldiğinizde ise artık gerçek Paris’e gelmişsiniz demektir. Paris, ilk olarak bu adada ‘İle de la Cite’de kurulmuş. Kiliseye giriş ücretsiz ancak 387 basamak tırmanır, üzerine bir de para veririm derseniz 13 tonluk Emmanuel Çanı’nı da görebilirsiniz.
Paris’in dünyaca ünlü sanat mekânları ve tiyatrolarına da gidemezseniz üzülmeyin çünkü bana göre burası, sokaklarıyla yaşayan bir şehir. Etrafınızı saran kalabalık, yeteneğini sergileyeler ve diğer yanda da fırçasıyla yüzyıllara damgasını vuran ressamlar tüm sanat ruhunuzu doyuruyor. Voltaire, Rousseau, Emile Zola, Marie Pierre, Victor Hugo, Sartre, Diderot, Balzac ve daha nicelerinin isimleri kâh sokak tabelalarında kâh metro istasyonlarında yazılı.
Yolu Paris’e düşenlerin görmesi gereken filmlere konu olan dişinin geleceği içininse geçmişi yansıttığı mutlak mekânlardan birinde, Louvre Müzesi’ndeyim. Bugün dünyanın en çok gezilen müzesi olan Louvre’un, sanatkâr Parisliler’e aslında ne çok şey borçlu olduğunu görüyorum. Daha müze girişindeki Mısır piramitlerini andıran 21 metre boyundaki cam piramit aklınızı başınızdan almaya yetiyorken içeride neler göreceğinizi siz hayal edin. İçeride hiç kuşkusuz müzenin en çok ilgi çeken eseri Leonardo da Vinci’nin tablosu Mona Lisa. Girişlerin ücretli olduğunu belirtmek lazım. Her bölümü gezmek için idealde 3-4 gün ayrılması gerektiğini düşünüyorum.
Turumu Paris’in tek yokuşlu yolunun sonunda ulaşacağım Sacre Coeure Kilisesi’ne doğru devam ettiriyorum. Paris’in tek tepesini oluşturan Monmartre üzerine oturtulmuş bembeyaz bazilika, eşsiz bir manzara sunuyor. Aşağıya inmek için geçeceğim sanatçılar sokağı aslında turumun en eğlenceli kısmıydı. Portrelerini birbirleriyle yarışırcasına çizen ‘görüp görebileceğim en hızlı ressamlar’ ve rengârenk hediyelik eşya dükkânları, pazarlığa oldukça müsait. Portre başına istedikleri fiyatı pazarlık yaparak yarıya indirmenin hiç de zor olmadığını söylemekte fayda var.
Paris aslında düzayak olmasından dolayı yürümeye oldukça müsait bir kent. Dünyanın en eski ve en büyük metrolarını da unutmamak lazım. Başta çok karışık gelse de, yönlendirmelerle oldukça basit ve kaybolma ihtimalinin olmadığı bir metro sistemine sahip Paris.
Artık gezimin son durağındayım, dünyanın en geniş caddesi olan Champs Ellysees’ye [ O “Şanzelize” diye adını bildiğiniz caddenin Fransızca yazılışı böyle işte :) ] doğru yola koyuluyorum. Eiffel’i arkama alıp, Trocadero’yu soluma aldıktan sonra bir müddet yukarı ve sonra devamlı sağa doğru yaptığım uzun olmayan yürüyüşün sonunda, Zafer Takı ile karşı karşıyayım. Napolyon’un zaferlerini kutlamak üzere yapılmış bir anıt bu, Eiffel kadar olmasa da kentin önemli sembollerinden biri aslında.
Dünyanın en ünlü markalarına ait mağazaların ve çeşitli kafelerin bulunduğu Champs Ellysees’ye gidip alışveriş yapmamak olmazdı ya da bir kahve içmeden dönmek benim için imkânsızdı ama o kadar heveslenmeyeyim çünkü herkesin harcı değil burada alışveriş yapmak. Ben de o çok sevdiğim Arnavut kaldırımlarını yürüyüp ışıltılı vitrinlerine bakmakla yetindim. Paris ile özdeşleşen parfümlerden satın alamasanız da denemek bedava. Mağazalara girip denemek mümkün ama fazla karıştırmamanızda da fayda var.
Paris’e gelip elimin boş dönmesi olmazdı. Hemen her sokakta parmaklarına dizdikleri Eiffel anahtarlıklarının 4 tanesini makul bir fiyata satan yabancıları yakalamaya bakın. Polisten kaçmaya çalıştıkları için alışverişinizin alış ya da veriş kısmı sekteye uğrayabiliyor. Fiyatı büyüklüğüne göre değişen Eiffel’li çantalardan alabilirsiniz ama bence en uygunu aklımdan çıkmayacağına emin olduğum şehri, gözümün önünden bir an olsun ayırmamak için bir kartpostal alıp odamın bir köşesine asmak.