Mart 2015’te pasaportumu alır almaz, ilk yurt dışı seyahatimi komşuya yapmaya karar veriyorum. Ekürimin daha önceki deneyimlerine güvenerek hiçbir araştırma yapmadan, Cumartesi sabahı IST-SGK rotalı THY uçağımızla rahat bir yolculuk sonrası Selanik’e varıyoruz. İstanbul’un kapalı havası, komşuda yağmura dönüşüyor ve daha havalimanından şiddetli bir yağmura yakalanıyoruz.Şehir merkezine doğru gelirken, eski binalar ve çatılarındaki bir sürü anten dikkatimi çekiyor. İstanbul’un surlarına yakın mahallerine sinen, yaşanmışlık kokuları geliyor burnuma sanki. Aristotales Meydanı’nda indiğimizde, insanların telaşlarından bakir, sabah sakinliğinde yere düşen yağmur damlalarının sesi karşılıyor bizi. Sanki terkedilmiş gibi geliyor bana şehir, şaşırıyorum. Meydanının ıslak taşlarına, sağlı sollu uzanan beyaz, güzel binaların yansımaları düşmüş, sonundaki açıklıktan bulutlu gökyüzü ve deniz görülüyor. Bu dingin manzara karşısında, tüm yorgunluğum geçiyor.
Deniz kenarına inmeden önce, arkadaşımın sürekli gittiği, meydanda bulunan ve sabahın erken saatlerine rağmen açık olan bir kafeye gidip kahvaltımızı yapıyoruz. İlk yurtdışı deneyimimin ilk kahvaltısı… Burada poşet çay yanında Yunanların bougatsa dediği peynirli börekten yiyorum. Sadece Selanik, yağmur ve biz varmışız gibi, öyle ısıtıcı, öyle samimi bir kahvaltı oluyor benim için. Biz kalkarken birkaç kişi de mekana gelmeye başlıyor. Seyrekleşen yağmur altında, sahile doğru yürümeye başlıyoruz. Ve indiğimizde, kıvrılıp, Beyaz Kule’ye doğru uzanarak giden bu yol bana, eski fotoğraflarda gördüğüm İzmir’in Kordon’unu hatırlatıyor. Sonradan öğreniyorum ki, buraya “Komşunun İzmir’i” derlermiş meğer. Gri deniz ve bulutlu gökyüzü tarafı da bana Karadeniz’i anımsatıyor.
Beyaz Kule’ye vardığımızda erken olduğu için henüz açılmadığını görüyoruz. Biraz üzülmüşken, hemen oradaki durakta bekleyen tur otobüsü gözümüze çarpıyor. İkişer Euro ödeyip biniyoruz otobüse. Nereye gittiği hakkında pek bir fikrimiz yok, öğreniriz nasılsa. İki kişi ile hareket ediyor şoför, içeri de bir de İngilizce anons yapan kız var. Henüz uyanamamış gibi, yavaş yavaş tatlı Yunan aksanıyla anlatmaya başlıyor geçtiğimiz yerleri. Merkezden yukarı doğru tırmanmaya başladığımızda güzel manzaralar çıkıyor karşımıza. Tepede surlara geldikten sonra otobüs aşağı doğru dönmeye başlıyor. Bu güzelliğin tadını çıkarmak için inmeye karar veriyoruz.
“Yukarı Şehir” de sükunet içerisinde karşılıyor bizi; etrafta tembel tembel gezinen kedicikler var. İndiğimiz yerden surlara doğru gidiyoruz ve kuş bakışı Selanik çıkıveriyor karşımıza. Surların dibinden geçen caddede nadiren geçen birkaç araba ile şemsiyeli insanlar görüyoruz. Sur duvarları ile bu kısım bana İstanbul’un Unkapanı’nı hatırlatıyor. Yolun ilerisinde eski binalardan oluşan merkezi, Aristoteles Meydanı’nı, Beyaz Kule’yi ve OTE Kulesi’ni görüyoruz. Deniz mavisinde silik gemiler ve gök mavisinde gri bulutlar ile sonlanıyor manzara. Yağmur altında uzun uzun izliyoruz bu manzarayı. Sonra tekrar, yukarı şehrin dar sokaklarına dönüyoruz.
Buralar yine eski ve sanki terkedilmiş hissi veren, ama perdeleri açık, bacaları tüten evlerle dolu. Her birinin arasından dar, arnavut taşlı sokaklar geçiyor, tepeden aşağı doğru da birçok merdiven iniyor. Çoğu duvarlarda rengarenk grafitiler, yazılar dikkatimi çekiyor, çatılardaki antenler gibi. Sadece taş yığını değil bu mahalle, kedileri, ağaçları, hevenk hevenk bahar çiçekleri var. İnsan göremesek de, evlerin önündeki, birkaç çamaşırdan, paspas sopasından, kapıdaki gazeteden, içlerinde yaşadıklarını tahmin ediyoruz. Çok seviniyorum bize adanmış bu yağmur ve portakal kokan tenha sokaklar, yaşadığım şehirdeki insan selinden sonra bana ilaç gibi geliyor.
Sıcak bir şeyler içmek için, açık gördüğümüz bir kafeye giriveriyoruz. İçerisi ahşap ve çok şirin dekore edilmiş. Cam kenarına oturuyoruz. Yanımıza güler yüzlü bir garson kız geliyor. Biz bir şey söylemeden iki koca bardak suyu önümüze koyuveriyor. Şaşırıyorum. Teşekkür edip iki “Türk” kahvesi sipariş ediyoruz. Meğer Yunanlarda gelenekmiş, gittiğiniz yerlerde su ikram edilirmiş. Çok hoşuma gidiyor bu ince düşünce. Kahvelerimizi yudumlayıp, arkadaşımla konuşurken, arkadan yaşlı bir ses “Şşşt kuklamou” diyor. Nedense dönüp bakıyorum sese, bana "gel gel" işareti yapıyor.
Kahverengi takım elbiseli, başında kasketi olan, gözlüklü, yaşlı, sevimli bir amca beni yanına çağıran... Yunancam çok iyi olmadığı için anlayamıyorum her dediğini, arkadaşım benden daha iyi, Yunanca bilmediğimizi söylüyor. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince, daha bir heyecanlanıyor. Kocaman gülümseyip, aslen İstanbullu olduğunu anlatıyor. Buyur ediyoruz masamıza, çayını alarak hemen kalkıp geliyor Kostas Konstantinis amca. Çat pat konuşurlarken onlar, ben de arada anladığım kelimeler ile onlara bakıp gülümsüyorum. Bir an durup bana yüzümü işaret ediyor ve “omorfo” diyor. Nasıl içten, nasıl tatlı. “Asıl güzel olan senin o sıcacık yüreğin” demek istiyorum ona, diyemiyorum. Fotoğraflar çekiliyoruz beraber, bize adını yazıp veriyor. Yan masaya arkadaşları geliyor sonra, onlar da yaşlı. Bizi işaret edip, İstanbul’dan geldiğimizi söylüyor. Bir sürü insan bakıp gülümsüyor, akraba ziyaretine gelmişiz gibi hissediyorum. Bir süre daha oturup kalkmak için izin istiyoruz. “Gitmeyin, bende kalın” diyor Kostas Amca. Teşekkür ediyoruz, otelde kalcağımızı belirtip. “Yarın yine gelin” diyor. Kavala’ya geçeceğimizi öğrenince öyle üzülüyor ki, sanki torunlarından ayrılıyormuşçasına bulutlar çöküyor gözlerine. Kocaman sarılıyoruz ona. Yine geleceğimize, görüşeceğimize söz verip ayrılıyoruz.
Otobüsle tırmandığımız yolu, aşağı inerken pek sevimli evlere, evlerin önündeki kediciklere, yol kenarlarındaki ağaçlara sevinçle bakıyorum. Selanik’te kendimi hem evimde gibi hissediyorum, hem de yıllardır kalabalık bir metropolde yaşadığım için, bu huzurlu sokaklara alışmaya çalışıyorum.
Merkeze indiğimizde, arkadaşımın önceden kalmış olduğu otele gidiyoruz. Tavanında kocaman melekler resmedilmiş, altın rengi koltukları olan çok şık bir lobisi var otelin. Lobideki beyefendi gayet kibar ve güler yüzlü, işlemlerimizi yaparken yaka kartındaki adına ilişiyor gözüm: “M. Tsafranbolou”. “Aaa Safranbolu” diyorum arkadaşıma, bizi duyup gülümseyerek Safranbolulu olduğunu söylüyor. Yine yabancılık çekmeden, odamıza çıkıyoruz. Buranın da tavanlarında bulutların arkasından poz veren melekler var. Yataklarımıza uzanıp, onları izleyerek uykuya dalıyoruz.
Uyandığımızda havayı kararmış buluyoruz. Fakat dışarısının gürültüsü artmış gibi geliyor. Gerçekten de merkeze indiğimizde insanlar, araçlar, bisikletler, yağmurun sesine eşlik ediyorlar. Yemek yemek için Ladadika denilen, müzik seslerinin yükseldiği, kalabalık restoranların olduğu, Fransız Geçidi’ne benzeyen bir bölgeyi tercih ediyoruz. Çalan şarkıların çoğu “rembetiko” tarzında, en sevdiğim. Stelios Kazantzidis, Stratos Dionisiou, Manos Hacıdakis doluyor önce kulaklarımıza, sonra ruhumuza. Sabahın aksine, oldukça neşeli ve canlı bir gece geçiriyoruz. Öğreniyorum ki; Yunanlar akşam yemeğine 10 gibi başlar ve geç saatlere kadar müzikle beraber, güle eğlene yerlermiş. Biz de büyük bir iştahla yemeklerimizi mideye indiriyoruz. Menüde, chicken souvlaki yani tavuk şiş, gavros yani hamsi, greek salad yani feta peynirli çoban salata, kolokithakia yani kızarmış çıtır kabak ve tzatziki yani cacık var. Yurtdışında ilk akşam yemeği deneyimim de harika oluyor böylece; hem de tadına aşina olduğum fakat farklı birkaç dokunuş ile lezzetlerine lezzet katılmış yemekler ile.
Yan masalardaki kadınların Yunanca konuşmalarını hayranlıkla izliyorum. Konuşurken ellerini kullanmaları, yüksek sesle konuşmaları, yüz ifadeleri, hep tanıdık. Yemekten sonra çay arıyor gözlerim, o vakit anlıyorum memlekette olmadığımızı. Çay yerine, yemekten sonra gelen ikram tatlılarımızı yiyoruz keyifle. Sabah, uçağımıza yetişmek için, erken kalkacağımızdan, bu güzel ortamdan ayrılırıyoruz. Otele doğru yürürken, yağmur dinmiş, hava biraz ılınmış geliyor bana. Selanik, kısacık bir zamanda kocaman yer ediniveriyor gönlümde. İçimden Fikret Kızılok’un şarkısını mırıldanıyorum.
Bir sıcak, sımsıcak bir deniz Kıyısında birbirinden de güzel iki kardeş milletiz.”