Birkaç yıl öncesine kadar “İngiliz sistemine göre İngilizcenin en kolay ve en iyi öğrenildiği yer” olduğu dışında fazla bir bilgiye sahip olmadığım bir ada…
Oysa ki, gittikten sonra hakkında belki de hiç söylenmemiş pek çok şey vardı gördüğüm, duyduğum, tattığım, hissettiğim…
Dönüş günü, neredeyse “Dönmeyelim, burada kalalım” dedirtecek kadar…
Orası Malta'ydı…
Sicilya’nın güneyinde, Akdeniz’in ortasında bir Adalar Devleti… Üç büyük ve iki küçük adadan oluşuyor. Malta, Gozo ve Comino…
Altmışlı yılların başına kadar İngiltere’nin egemenliğinde olduğundan, eğitim ve yaşam bire bir İngiliz sistemi ile aynı. Neredeyse hiç dağ olmayan adanın kilometrelerce uzunluktaki kıyılarında harika kumsalları, koyları ve limanları var. Yumuşak kışı ve sıcak yaz ayları ile nefis bir iklime sahip. Ekonomisi oldukça düzgün, nüfusun az olması nedeniyle halkın refah düzeyi yüksek. Gelirlerinin çoğu turizm kaynaklı. Neredeyse bütün mevsimlerde turizme hizmet ediyor. Özellikle dil okullarının bunda etkisi çok yüksek. Elliden fazla dil okuluna dünyanın pek çok ülkesinden gelen öğrenciler sayesinde sokaklar daima cıvıl cıvıl…
Osmanlı’nın aylar süren, binlerce kayıp vererek, bu küçücük ada devletine yenildiği ilk Malta kuşatması esnasında Turgut Reis de burada şehit olmuş… I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul'u işgal eden İngilizler 145 Osmanlı asker ve devlet adamını buraya sürmüşler…
1980 yılında Robin Williams’ın başrolünde oynadığı “Popeye” isimli müzikal film Malta’nın Mellieha şehrinde çekilmiş. Hazırlanan set bir süre atıl durumda kaldıktan sonra genç turistlerin ilgisini çekebileceği düşünülerek eğlence parkına dönüştürülmüş.
Geçmişi tarih öncesi dönemlere kadar uzanan adaya ilk gelenlerin Sicilyalılar olduğu söylense de Maltalılar bunu doğrulamıyor. . Daha sonra Fenikeliler, Kartacalılar, Romalılar, Araplar ve Fransızların hüküm sürdüğü ada en son İngiltere egemenliğindeyken 1964 yılında bağımsızlığına kavuşmuş ve 2004 yılında Avrupa Birliği üyesi olmuş.
Malta’da adanın her yerine ulaşım son derece kolay. Valetta şehrindeki ana terminalden adanın her yanına otobüs kalkıyor.
Adada İngilizce konuşuluyor, ancak Maltaca da günlük hayatta halk tarafından çok kullanılıyor. İtalyanca, Arapça, Fransızca, İspanyolca karışımı bir dil olmasına rağmen ağırlıklı olarak Arapça’dan etkilenmiş. Şehir girişlerindeki levhalarda “merhaba” kelimesi “hoşgeldiniz” anlamında kullanılıyor.
Malta’nın önceki ismi Melita’ymış ve Yunancada ‘Bal adası’ anlamına geliyormuş.
Malta’nın iki sembolü var. Birisi Maltacada “Luzzu” olarak bilinen Malta botları, diğeri şövalyeler tarafından kullanılan Malta Hacı.
Malta'da herkesin ağız tadına uygun yiyecekler var. “Tavşan yahnisi” Malta’ya özgü bir yemek… Ayrıca Malta'da çok sık olmasa da Türk yemekleri yapan restoranlar da var. Cisk, Malta'ya özgü bir bira.
Otel, alışveriş ve eğlence mekanları Sliema’da… İzmir’in Kordon’unu andıran bu şirin mi şirin, küçücük şehirde tur tekneleri ve yatlara ev sahipliği yapan güzel bir koy, denize dik inen, taş döşeli, dar sokaklarındaki Malta taşından yapılmış, iki üç katlı, rengarenk cumbaları ile birbirine bitişik evlerin her birinde farklı hikayeler gizli… Evlerin girişinde, ev numarasının yanı başında, evde oturanların soyadları ya da bir azizin veya azizenin adı yazarken, yanlarında da kabartma seramikten yapılmış figürleri var.
Daracık sokaklarda yürürken, bir anda kaybolduğunuzu sanıyorsunuz. Döndüğünüz her sokakta sizi başka bir güzel ev, rengarenk kapılar, çeşit çeşit tokmaklar, renkli cumbalar ve pencereler karşılıyor. Aralarında da çok sayıda kilise var. Sliema’nın sahilinde yürürken karşı kıyıdaki Valletta manzarası ise öyle büyüleyici ki... Tekne turları, gezi otobüsleri ve Valletta feribotu buradan kalkıyor. Valetta başkent olmasına rağmen Sliema da turizmin merkezi.
Hava kararmaya başladığında Sliema'da hareket başlıyor. Masaları kaldırımlara taşımış restoranlarda şık giyimli insanlar yemeklerini yerken, kafe ve barlarda gençlerin yoğunluğu dikkati çekiyor.
Sessizliğin sesi Mdina’da… Sliema’dan otobüse binip, yarım saatlik bir yolculuk sonrası Mdina’da otobüsten indiğimizde sanki kendimizi zaman tünelinden çıkmış gibi hissediyoruz. Her şey öylesine yüzyıllar öncesinden kalma ki; modern giyimli insanlar ve arabaları kaldırsanız kendinizi ortaçağda zannetmeniz işten bile değil… Sanki film seti gibi bir büyüleyici şehir…
Şehrin derinliklerine doğru ilerlemeye başlamadan önce önümüze ilk çıkan köşe başındaki kafede bir kahve içerek, soluklanmak istiyoruz ve içeri girip, “iki kahve” derken, tezgah arkasındaki bey bize nereden olduğumuzu soruyor. “Türkiye” deyince de Türkçe olarak, “Ne demek, size evimde bile kahve ikram ederim, kapıdan girdiğiniz anda doğduğum topraklardan bir esinti geldi sanki” diyerek, oturmamız için yer ayarlıyor. Daha sonra “Size buraya özel, içinde rakı ve karanfil olan bir kahve ikram edeceğim. Beğenmezseniz içmezsiniz. Bir de baştan söyleyeyim, kahveler benim ikramım” diyor. O kadar cana yakın ki; Can’ı kırmıyoruz. Kahveyi de çok beğenerek içiyoruz. Biz kahvelerimizi içerken, Can bize Malta’ya geliş hikayesini anlatıyor, on yıldır burada olduğunu ve çok mutlu olduğunu söylüyor. Daha sonra içeri giriyor. Can’ın kafesinin adı Ta’doni, adını yakınındaki kiliseden almış. Kahvelerimizi bitirip, lavaboya doğru giderken, gözüm Can’ın hazırladığı, yuvarlak tombik ekmekli, ton balıklı sandviçe takılıyor. Hazırlanışını izlerken ağzımın suyu aksa da, yeni kahvaltı ettiğimiz için “dönüşte yemek için uğrarız” diyerek Can’dan ayrılıyoruz.
Mdina’nın ara sokaklarında kaybolmak belki de hiç o kadar korkulacak bir şey değil… Çünkü her döndüğümüz sokakta karşımıza çıkan şehre özgü rengarenk çiçekler ile bezenmiş sokakları, özenerek dizayn edilmiş, renkli kapı ve pencereleri, kapı tokmaklarını gördükçe bir sonrakinde karşınıza ne çıkacağını merak ederek, taş döşeli, labirente benzeyen daracık sokaklarda ilerliyorsunuz.
St. Jean Şövalyeleri Malta’ ya gelinceye kadar başkent olan Mdina’nın geçmişi 4.000 yıl öncesine gidiyor. Fenikeliler tarafından kurulmuş olan Mdina adanın en yüksek tepesi üzerinde yer alıyor. 18. Yüzyılın başında tüm şehir yenilenmiş olmasına rağmen Ortaçağ’a ait karakteristik özelliklerini kaybetmemiş.
Dönüşte Can’ın sandviçini yiyerek, etrafı surlarla çevrili Rabat’a surların hemen bitiminde başlayan hendeğin üzerine kurulmuş bir kapıdan giriyoruz. Rabat'ı Mdina'dan bir park ve parkın hemen bitiminde başlayan bir yol ayırıyor. Girişinde küçük bir meydan, meydanın ortasında bir havuz, havuzun ortasında suyun etkisiyle dönen bir küre var. İçeriye doğru girdiğimizde yine bizi Malta'nın karakteristik, renkli kapı ve cumbalı sarı binaları selamlıyor. Yerlerde bir tane çöp olmadığı gibi, tahminime göre şehir her sabah şakır şakır yıkanıyor. Kelime anlamı ile Arapçada “kenar mahalle” olan Rabat eski zamanlarda Mdina’nın bir mahallesiymiş. Sessiz şehirde gözümüze çarpan hiç yeni bina yok. Ortaçağ'dan kalma binalar özenle korunmuş. Şehrin dar, ara sokaklarında yürüyerek gezerken, sık sık karşılaştığımız renkli faytonlar turistleri rehberlik yaparak gezdiriyor.
Malta’nın kuzeydoğusunda büyük bir sahil köyü olan Bugibba, otel, restoran, kulüp ve barları ile özellikle İngiliz turistlerin ilgisini çeken bir yerleşim. Kıyı şeridi biraz kayalık olmakla birlikte güneşlenilebilecek düz kayalar da var. Yumuşak kaya yapısı nedeniyle sahilde büyüklü küçüklü havuzcuklar oluşmuş. Eğlence seçenekleri oldukça fazla olan Bugibba’da şehrin hareketli gece hayatının yanı sıra sinemalar, bingo salonları, karaoke barlar ve hatta bir kumarhane turistlerin oldukça ilgisini çekiyor.
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Valetta, Malta'nın Başkenti… Valetta’nın 1622 yılında Kanuni Sultan Süleyman Rodos'u ele geçirdiği zaman, Rodos’tan ayrılıp, Malta'ya sığınan Hospitalier (St.Jean) Şövalyeleri'nden Büyük Usta Jean La Valetta tarafından kurulduğu söyleniyor. Burası tarihiyle, yapılarıyla, müzeleriyle, denize dik inen, taş döşeli, daracık sokaklarıyla Malta’nın en güzel şehri… Küçük bir yarım adada bulunan, etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevrili şehri gezmeye “Tritan Fontain” tarafında bulunan “City Gate”den girerek başlıyoruz. Kapının açıldığı Republica Caddesi, kentin en önemli caddesi. Yaklaşık iki buçuk kilometre olduğu söylenen cadde giriş kapısından başlayarak “Fort St. Elmo'”ya kadar uzanıyor. Valetta'da görülmesi gereken yerlerin çoğu bu cadde üzerinde yer alıyor. Bu arada “Grand Masters Palace” (Büyük Üstatlar Sarayı) , aynı zamanda Malta Parlamentosu’na ev sahipliği yapıyor.
Yol üstündeki aşağı Barraca Parkı’na uğramadan olmaz… Ortasındaki havuzun etrafına dizilmiş yemyeşil ağaçların altındaki banklarda soluklanıp, teras kısmına çıktığınızda karşılaştığınız “Three Cities” manzarası oldukça etkileyici. Parkın hemen yakınında bir çan kulesi ve önünde yatan bir adam heykeli olan “Siege Bell”( Kuşatma zili) anıtı var. Anıttan birkaç yüz metre ilerde ise, “Three Cities”i rahatlıkla görebileceğiniz, daha büyük Yukarı Barracca Parkı var. Park'ın manzarası harika, burada da güzel bir seyir terası var. Terasta bir yere oturup, limana giren ve çıkan büyüklü küçüklü gemileri izlemek çok keyifli. Burası denizden yüksek bir yarımada. Cadde ve sokakların bir birlerini kestiği köşelerdeki renkli büfeleri, kafeleri, hediyelik eşya dükkanları, büyüklü küçüklü dil okulları ile çok özel bir şehir…
Vittoriosa, Cospicua ve Senglea’ dan oluşan ve Büyük Liman’ a bakan bölge “Three Cities ” olarak biliniyor. Osmanlı Kuşatması sırasında Malta’nın savunulmasında önemli rol oynamış olan bu bölge de surlar ile çevrili.
Vittoriosa (Birgu) bu üç şehir arasında en önemli ve ilginç olanı. St.Jean Şövalyeleri Rodos’ tan ayrılıp Malta’ ya geldiklerinde ilk olarak burada yerleşmiş ve ilk kalelerini, kiliselerini, hastanelerini ve hanlarını burada yapmış, Büyük Kuşatma sırasında Şövalyeler’ e ait karargah merkezi burada kurulmuş. Vittoriosa’nın en ilginç yerlerinden biri de Ziya Gökalp, Şemsettin Sami gibi önemli Türk aydınlarının da sürgün edildiği St.Angelo Kalesi…
Senglea ise Malta’ da seçilen ilk Büyük Üstat olan Jean Claude De La Sengle tarafından kurulmuş olması nedeni ile onun adını taşıyan küçük bir yarımada şehir. Malta’nın en güzel gözetleme kulesi olan “Gardiola” burada bulunuyor ve Büyük Liman’ın en güzel göründüğü yerlerden biri burası.
Cospicua (Kalkara) Malta'nın hemen her yanında görebileceğiniz taş binaların çevrelediği küçük bir koydan ibaret.
Marsaxlokk, Malta’nın güneyinde yer alan, geleneksel bir balıkçı köyü… Yine Valetta’dan otobüse binip, yol üzerindeki küçük yerleşim yerleri ve bahçelerin arasından geçerek, yarım saat içinde köye ulaşıyoruz. Sakin bir köy olan Marşaxlokk, Pazar günleri sahile kurulan, gıda ve tekstil pazarı nedeniyle oldukça kalabalık oluyormuş. Luzzu olarak bilinen, sarı, mavi, kırmızı, beyaz ve yeşilin canlı tonlarıyla boyanmış , ön taraflarına koruyucu olduğuna inanılan iki göz resmi çizilmiş tekneler köye renk katıyor. Bazıları turistik olarak kullanılsa da teknelerin çoğu balıkçılık için kullanılıyor.
St. Gullian, küçük koyları, sahil yolu, beş yıldızlı lüks otelleri, şık restoranları, gazinoları, barları ile tam bir eğlence merkezi konumunda. Sahil yolunda güzel bir yürüyüş sonrası, deniz kenarındaki bir kafede içilen kahvenin tadına doyum olmuyor.
Sessiz, sakin bir ada Gozo… Adanın en yüksek yerinde adanın başkenti Rabat (Victoria) kalesi, katedrali, adalet sarayı ve piskoposluk sarayı ile yükseliyor. Gozzo’daki Azure Window gerçekten görülmesi gerekli bir doğa harikası. Akdeniz'in güçlü dalgaları, kıyıdaki kayalara yüzyıllarca çarparak kayaları bir oya gibi işlemiş. Dalgaların, kayaların üstünde açtığı çukurlara dolan deniz suları ise küçük gölcükler oluşturmuş. Tekne ile grottolar (mağara) arasında dolaşırken kırmızı mercan kayaları ilgimizi çekiyor.
Comino ülkenin üçüncü ve en küçük adası. Tüm tekneler ve gezi turları buraya yanaşıyor. Comino Adası vardığımızda bizi eşsiz bir plaj karşılıyor. Açıkçası birkaç ev ve sadece bir kıyı otelinin yer aldığı bu ıssız adada “Blue Lagoon” Malta’daki tüm plajlara göre mavisi en güzel olan muhteşem bir plaj…
Malta ve Gozo ile karşılaştırıldığında el değmemiş bir ada. Yerleşim merkezi ve taşıt aracı yok. Yüzyıllar yıllar önce Romalılar’ın burada yaşadığı söyleniyor. Ancak Şövalyeler gelene kadar pek de önemi olmayan Comino Adası, şövalyeler zamanında hem avcılık hem de Osmanlı’ya karşı savunma amaçlı kullanılmış. Yıllar sonra yeninden kendi ıssızlığına terk edilen ada altmışlı yıllarda turizme açılmış.
Akdeniz’in ortasındaki bu cennet adanın bende yarattığı etkiyi sizler ile paylaşırken, bir kez daha kendimi oralarda hissetmekten kendimi alamadım. Belki sizler de bir gün bu güzellikleri gördüğünüzde benim yazdıklarımı hatırlarsınız… Ne
dersiniz…