Toros dağlarınınn yamaçlarından eteklerine, oradan da denize doğru yayılan kasaba daha yaklaşırken uzaktan bizi kucaklamaya hazır görünüyor.
Berrak, billur gibi pırıl pırıl bir deniz, güneş, yeşil, mavi ve turkuazın bütün tonlarını görebileceğiniz, doğa ile tarih adete kucaklaşmış, bütünleşmiş, Akdeniz'in inci tanelerinden, ve cennet ülkemden cennet bir köşe daha. M.Ö. 4. yüzyılda Phellos un limanı olan Kaş ta Likya kalıntılarını her adımda görebilirsiniz, kaya mezarları, sarnıç, anıt mezar ve antik tiyatro.
Dev begonviller taş evlerin balkonlarına tırmanmış, daracık sokaklarda çiçekler içindeki tarihi evlerin ve bahçelerinde yer alan küçük kafeler, restoranlar var, hepsine girip bir kahve içmek yada yemek yemek geliyor insanın içinden, yemekler lezzetli, balık bol. Hediyelik eşya satan dükkanlar rengarenk, cıvıl cıvıl.
Dar sokakların ortasındaki bir meydanda içtiğimiz kahve müthiş bir sunumla ikram ediliyor. Limanda yatlar, balıkçı tekneleri ve gezi guletleriyle dolu. Sıra sıra otellerin bulunduğu yarımadada plajlar kayaların üzerine yapılmış. Deniz, torosun karlı tepelerinden inen kaynak suyu ile karıştığından yer yer buz gibi.
Kaş'a gelmişken Kekova'ya ve Üçağız köyüne gitmeden olmaz elbette. Buralara ulaşım sadece denizden olduğu için bir tekne alıp Kaş'dan hareket ediyoruz, oldukça yakındaki bir Yunan adası olan Meis adası yakınından geçerek '5 Adalar'a geliyoruz, dibi görünen tertemiz, yeşil-mavi sulara kendimizi atarak biraz serinliyor ve yola devam ediyoruz.
Üçağız Köyü ve Kaleköy'e yaklaşırken ilk olarak binlerce yıllık tarih ve kalıntılar karşılıyor bizleri, küçük bir balıkçı köyü olan Kaleköy ise daha uzaktan doğallığı ve tabiatı ile yatlar için doğal bir liman olmuş, kıyıdaki salaş balık restoranları, begonvilleri ile öylesine şirin görünüyor ki.
Yaklaştıkça tepedeki kale, tarihi binaların sevimliliği artıyor. Tekneden doğal taşlardan yapılmış iskeleye inerek köye doğru ilerlerken ayaklarımız ara ara deniz sularına batarak serinliyor, tam bir doğal, ilkel bir taş iskele.
Tarihi Simena kalesinin eteklerinde kurulmuş olan köye indiğimizde bu şirin köyün turistlerin de ilgisini çektiğini görmek sevindirici. Daracık köy sokaklarında sevimli, güler yüzlü köylü kızlar, analar, nineler el emeği yazma, elbise, takı, tamamen doğal kekik, adaçayı, keçiboynuzu, pekmez gibi ürünler satıyorlar, bir yandan da gölgesinde oturdukları incir ve keçiboynuzu ağacının yemişlerini ikram ediyorlar. O kadar cana yakınlar ki onlara az da olsa katkıda bulunmadan geçmiyoruz elbette. İlerliyoruz ve karşımıza denizin içinde bir lahit çıkıyor, depremle denizin içinde kalmış bir eser.
Köyde lüks otel, motel yok ama pansiyonlar begonvillerle oldukça sevimli görünüyorlar, "beach" yerine doğal plajlardan kendinizi tertemiz sulara bırakabilirsiniz. Kıyıdaki balıkçılarda denizle iç içe oturup keyif yaparken, taptaze, her sabah kendi tuttukları balıkları yiyebilirsiniz.
Tepede kalenin biraz ilerisinde güzel ama köyün doğallığıyla uyumlu bir taş ev dikkatimizi çekiyor, Rahmi Koç'un evi olduğunu, köydeki evlerden birkaçını alıp restore ettirdiğini, hatta bu evlerden birinde de Antika dükkanı açtığını öğrenince hem şaşırıyor hem de çok takdir ediyorum. Köye karadan ulaşım olmadığı için bir de helikopter pisti yaptırmış. Binlerce yerli ve yabancı turistin yanısıra, Rahmi Koç, Demi Moore gibi ünlüleri de misafir etmiş bu şirin köy.
Kaleköy'den ayrılıyor ve köy ile Üçağız açıklarındaki küçük, kayalık bir ada olan Kekova'ya doğru ilerliyoruz. Uçağız (Teimiusa) ve Kale (Simena) köylerinin tam karşında bulunan Kekova (Likya dilinde Dolchiste/Dolikisthe) ince uzun 4.5 km² büyüklüğünde bir ada ve burada yaşam yok.
Bu iki köy ve Kekova adasının oluşturduğu bölgeye "Kekova" deniyor. Bizans döneminde yeniden kurulup gelişmiş fakat gelişmesi Arap istilaları yüzünden devam edememiş, İtalyan işgalinden sonra adanın hangi ülkeye ait olacağı konusunda Türkiye ve İtalya bir süre uzlaşamamış, daha sonra ada 1932 yılındaki anlaşma ile Türkiye'ye bırakılmış.
Ülkemizin her köşesinde rastlanan olağanüstü güzellikte, değişik tarihi doku burada bir başka güzel, ama ıssız, buruk bir güzellikte, kanımca yeterli ilgiyi görmemiş, oysa biraz daha bakım ve özenle dünyaya gururla duyurulacak bir tarihi değerimiz.
Deniz ile tarih iç içe, 2. yy. da meydana gelen bir deprem ile ada üzerindeki yerleşimin suların altına doğru kayması sonucu kıyıdaki bir kilisenin kapısı, bir evin duvarlarının yarısı sular altında, yada kıyıdan başlayan bir merdiven denizin içine hatta dibine doğru inmekte. Böyle bir yerin bir eşi dünyada varmı bilmiyorum.
Ada ancak 1990 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından sit alanı ilan edilmiş, hiçbir yaşam olmayan ada çevresinde durmak, yüzmek ve dalmak yasaklanmış. Geç de olsa koruma altına alındığını öğrenince memnun oluyorum.
Simena'yı, Batıkşehiri, Theimusa'yı, Aperlai'yi görmediyseniz ve yolunuz Antalya yada Fethiye, Kaş taraflarına düşerse, dünyanın en nadir yörelerinden biri olan Kekova'yı mutlaka görmenizi, ülkemizin bizlere sunduğu bu güzellikleri görerek yaşamanızı öneririm.
Dönüş yolunda "akvaryum" dedikleri, birkaç adacık ortasında oluşan adeta bir havuzda son bir yüzme molası verip bu eşsiz güzellikteki sularda bir kez daha kendimizi mavi, turkuaz sulara bırakarak serinliyoruz. Burada oldukça güçlü bir akıntı var, hatta diyorlarki, kendinizi bırakırsanız kendinizi 15 dakika sonra Antalya'daki bir başka tarih zenginliğimiz Demre de bulursunuz.
Dört günlük keyifli gezimizden güzellikler ve hoş anılarla Kaş'dan ayrılıyoruz.
--
Kaş'ta keyifli ve huzurlu bir tatil için Delos Beach Hotel'de yerinizi ayırtmayı unutmayın.http://www.delosbeachhotel.com/