Akdeniz çoğumuzun tatil yeri olarak bellediği bir yer malumunuzca. Tatil deyince hep akla Temmuz - Ağustos gelir. Güneye iner, havlu koyacak yer bulamadığımız plajlarda kendimize bir yer edinip, Akdeniz’in çoktan ısınmış suyunda serinlemeye çalışırız. Oysa ki, Eylül bambaşka. Bilmem, belki Karadeniz çocuğu olduğumdan, denizin anlamı benim için “serinlemek için girilen ve girildiği zaman kulaç atacak yer bulunabilen sudur”.
Eylül’de ne yapayım diye sorarken kendime Akdeniz dedim. Peki neresi, tabii ki Kaş. Türkiye’nin dalış açısından en zengin bölgesi. İstanbul’dan çıkanlar için araba yolculuğu hayli uzun, o nedenle ben de uçak yolculuğu tercih ettim. Dalaman veya Antalya üzerinden Kaş’a ulaşım olası, ben Dalaman daha yakın olduğundan burayı tercih ettim.
Cuma akşam saatlerinde kiraladığım arabama atlayıp yola koyuldum. Dalaman Kaş arasının 160km olduğuna bakmayın yol oldukça virajlı olduğundan 3 saate yakın sürebiliyor. Fotoğraf çekmeyi sevenler için ise daha da uzun sürüyor. Özellikle Kaş’a yaklaşık 30 km mesafede olan Kalkan’dan geçerken, tepeden şehrin manzarasına kayıtsız kalmak olanaksız.
Kaş’a vardıktan sonra, daha önce rezervasyon yaptırdığım otelde rezervasyon tarihi ile ilgili bir sıkıntı olduğundan dolayı kendimi sokaklarda otel ararken buldum. Belki deniz insanı olduklarından, belki de çoğunun deyimiyle sezon sonu olmasından arabayı park ettiğim otopark görevlisi sayesinde bir yer bulabildim.
Otele yerleşip her şey bittikten sonra ufak çapta bir şehir turu yaptım kendimce. Etraftaki yasemin kokusu sayesinde İstanbul’un stresini üstümden atabildim.
Yaseminin en azından benim için ifade ettiği şey; çocukluğumun tatil kokusu. Ciğerlerimi yasemin ile, midemi 1 kadeh şarap ile doldurduktan sonra ertesi güne hazırım.
Sabah saat 10’da tekne hareket edecek. Çeyrek kala teknede yerimi alıyorum ve ünlü Biber Hoca ile tanışıyorum. 20 yılı aşkın aynı işle meşgul, suyun üstünden ziyade altını daha iyi biliyor. Giderek Akdeniz’de canlılığın azaldığından bahsediyor. Üzülerek dinliyorum. 5 sene önce gelmiş olsaydım, belki çok daha fazlasını görebilecektim. Ama yine de elimdekiyle yetinmek zorundayım.
İlk dalış noktası Camel Reef, 6 kişilik ekip olduktan sonra dalışa geçiyoruz. Görüş alanı mükemmel, orfozlar yanımıza geliyorlar, belli ki Biber Hocaya alışkınlar. Bize sürtünerek geçip, Biber Hocaya gidiyor hepsi. Suyun 40 metre altındayım ve hiç olmadığım kadar özgürüm. Akciğer kapasitem azalmış, üstümde tonlarca suyun ağırlığı var, ama hayır ben suyun altında özgürüm. Azot’un verdiği keyifle görüntü şöleni birbirine karışıyor, ve sonuç: Kaş’ta dalmak, nefes almak, yaşamak…
Saat 13.00 gibi dönüyoruz sahile. Öğleden sonra 2. Dalış için 15.00’e kadar vaktim var, biraz çarşının içini geziyorum. Öğleden sonraki dalış ise 1 numara, Kanyon. Kanyon’da dalmanın nasıl bir şey olduğunu anlatabilmeyi çok isterdim, fakat henüz bu durumu tarif edebilmek için yeterli kelimeleri bulamıyorum. Önce sığ suda tırmanış, sonra kanyona iniş, doğanın yüceliğini hissetmek, çaresizlik, saygı duymak, kendini küçücük hissetmek, deniz altında batan bir tekneyi görmek, daha da çaresiz hissetmek, mağaralardan geçmek, azotun yarattığı sersemlik hissi, orfozları sevmek, ve dünyaya geri dönmek… tekrar suyun altında olmayı istemek, sonsuza kadar kanyonun dibinden 35metre derinlikten gökyüzünü seyretmeyi istemek…
Tekneye çıktıktan sonra Biber Hocayla sohbetimiz devam ediyor. “Kaş’ta eylül aşk ayıdır” diyor. “Bu tarihlerde kalabalık gitmiştir, sadece dalgıçlar gelir, hava güzeldir, biraz hüzünlüdür, ama aşk’ın ayı eylül’dür”… Tatile yalnız geldiğimden dolayı bu fikre pek katılamasam da, itiraz etmedim Biber hoca’ya, bir bildiği var demek ki. İlgilenenlere duyurulur.
Tekneden indiğim gibi güneş batımına denk gelmesi için koşturarak Antik Tiyatroya gittim. Antik tiyatro deyince aklınıza öyle devasa yapılar, sütunlar, heykeller falan gelmesin. Gayet mütevazi küçük bir antik tiyatro. Biraz tepede yerleşmesinden dolayı bir tarafta kaş manzarası, bir tarafta gün batımıyla güzel kareler yakalayabileceğiniz bir alan.
Akşam otele dönüp hazırlandıktan sonra yine ufak bir şehir turu yapıyorum. Azıcık alışveriş ve ardından Kaş manzarasını biraz tepeden gören restoranlardan birinde akşam yemeği… Harika Akdeniz mutfağı ve olmazsa olmaz zeytinyağı.
Akşam uçağım olduğundan Pazar sabahı dalış yapamayacağım için, daha önceden adını duyduğum Derya Beach’e gidiyorum. Gerçekten dedikleri kadar var, kahvaltı muhteşem, deniz muhteşem… Öğlen geri dönüş için toplandıktan sonra yapılacak tek bir şey kaldı, tabii ki Kaş ve Kalkan arasındaki Kaputaj plajına uğramak. Bu bölgede falezli yapı olduğundan dolayı, maalesef öyle havlunuzu serip uzanabileceğiniz kumsal yok denecek kadar az. Bu falezlerin arasındaki uzunluğu 500 metreyi geçmeyen Kaputaj hariç. Son defa bırakıyorum sulara kendimi, sırtüstü yatıp gökyüzüne bakıyorum.
Bunları yaşayabilmek için çalışmak gerekli, hadi bir ay daha sadece, bakalım sonra nerede soluğu alacaksın. Yolda benzinim bitse, madur olsam, uçak rötar yapsa şöyle 1-2 gün kadar, olmaz mı??? Dönmesem, kalsan burda ben de, bu suyun içinde, altında gökyüzüne bakarak, özgürce…
Havaalanından olmazsa olmaz Yenigün reçellerini dolduruyorum çantama, kaç çeşit varsa hepsinden birer tane. Bütün seneye yetmeli, yedikçe tekrar yaşamalıyım Akdeniz’de olmanın keyfini…
Kaş, sen çok güzelsin, çok özelsin. Fazla ortaya çıkarma güzelliğini, herkes bilmesin, herkes gelmesin. Bu kadar güzelsin, nazlı ol hep olduğun gibi, yolların virajlı olsun, sana ulaşmak zor olsun. Gelmesin, herkes bilmesin güzelliğini, zahmetli ol hep böyle. Hep böyle kal, sen hep Eylül’de kal…