“Deniz ve tepelerden başka bir şey görünmeyecek mi, pilot uçağı denize mi indirecek, düz alan yok mu?”soruları ile uçağın kanatları tepelere değdi değecek kaygıları içindeyken bir anda küçük bir havalimanı beliriyor ve tekerlekler yerle temas ediyor. Orta Çağ’dan kalma masal kenti Dubrovnik Temmuz ayında sıcağı ve nemiyle sizi karşılıyor.
Şehre doğru otobüsle giderken virajlar insana “biraz sonra Kaş görünecek” hissi veriyor. Begonviller ise “belki Bozcaada’da ya da Datça’dayız” dedirtiyor fakat burası daha çok bir İtalyan şehrini andırıyor ve sanki bir masal kitabının yapraklarından fırlamış gibi duran şehir; dar sokaklarının koruduğu panjurlu taş evleriyle, duvarlardan fışkıran begonvillerle, çıldırtan lavanta kokularıyla, ağaçlardaki sulu portakallarıyla insanı büyülüyor.
Atilla Dorsay “Yaşam ve Ölüm Kentleri” kitabında: “Bir kenti birkaç yapısıyla değil bir bütün olarak korumanın en güzel örneklerini İtalyan kentleri sergiler.” der. Dubrovnik de İtalyan kentleri kadar bütünün korunduğu kentlerden biri.
Güneybatı Balkanlar’da bir şehir-devlet olarak kurulan Dubrovnik eski adıyla Ragusa, tarihte özgürlüğün tadına varan ilk şehirlerden çünkü dünyada cumhuriyet rejiminin kabul edildiği ilk yer. Kentin kulesi Lovrijenac üzerindeki yazı, bunun göstergesi: “Non bene pro toto libertas venditur auro” (Yeryüzündeki bütün altınlar için bile, özgürlükten vazgeçilemez.)
Kent hakkında kısa bir tarihi bilgi verelim: Özgürlük sembolü Dubrovnik’in ilk göçmen dalgasını Illyrialılar oluşturmuş; Illyrialılar M.Ö. 3. yüzyılda kente Epidaurum adını vermiş. En güçlü Slav kabilelerinden olan Hırvatlar 9. yüzyılda bugünkü Hırvatistan topraklarına sahip olmuşlar ve 1272’de de Ragusa Cumhuriyeti’ni kurmuşlar.
Kent 1667 yılında feci bir depremle yıkılmış ve sonra küllerinden yeniden doğmuş. Yüz yıldan fazla kültür merkezi hüviyetini korumayı başararak da tarihte önemli bir yere oturabilmiş. Ragusa 1806 yılında Napoléon yüzünden cumhuriyete veda etmiş. Fransızlar ayaklanmayla ülkeden kovulsa da Avusturya birlikleri yönetimi ele almış.1. Dünya Savaşı’nın sonunda Avusturya – Macaristan İmparatorluğu yıkıldığı için 1918’de Yugoslavya Krallığı, 1945’te Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyeti idaresi kabul edilmiş. Hırvatistan’ın bağımsızlık savaşı sırasında önemli kayıplar verilmiş. Savaşta yara alan kent, sonradan restore edilerek UNESCO’nun dünya kültür mirası listesine girmiş. Yani insan eli bu kentte de önemli işler yapmış.
Bugün Hırvatistan’ın en önemli şehirlerinden biri ve turizm merkezi olan Dubrovnik "Y" harfine benziyor. Avrupa şehirleri içinde bir Orta Çağ şövalyesi havasıyla duran kentin eski şehir anlamına gelen Stari Grad bölümünü iki kilometrelik surlar kuşatmış; kent bu prestij sembolü gibi duran kale duvarları içinde yaşıyor. Bazen görkem, bazen taş, bazen müze ama daha çok tarihe tanıklık eden bir zırh gibi şehri sarmış olan surların tepesinden eşsiz bir manzara görünüyor: Sonsuz bir yalınlık, sonsuz bir dinginlik… Günün ilk ışıkları surları aydınlattığında insan surların tepesinde çelik bakışlı savaşçılarla karşılaşacağını düşünüyor.
Fotoğraf: www.joewalshtours.ie
Şehrin meydanında özgürlük timsali Fransız Şövalyesi Orlando’nun heykeli bulunuyor. “Özgürlükten vazgeçmeyin.”der gibi bakıyor insana. Meydan birden fazla kapısıyla, ziyaretçilerini sahile ulaştırıyor. Sahile açılan bu kapılardan çıkıldığında Adriyatik Denizi ile göz göze, diz dizesiniz.
Mermer çeşmelerine, dar sokaklarına, taş merdivenlerine, evlerine, kısaca her noktaya tarih sinmiş bu şehirde. Stari Grad’ın her an canlı caddesi Stradun’da kafeler, restoranlar, hediyelik eşya satan dükkânlar yer alıyor. Sokaklar insan kaynıyor, bunların çoğu da meraklı turistler. Akşam karanlığı şehre indiğinde, caddenin her bir köşesinden farklı müzik sesleri meydanın sesleriyle karışıyor.
Caddeye açılan labirent sokaklarda yer alan panjurlu evler, bir pizza dükkânıyla ya da bir kafeyle komşu. Salatanızı ya da pizzanızı yerken bu evlerin sahipleri ile karşılaşmak mümkün. Dar, ince, uzun, kısa, merdivenli, merdivensiz sokaklar… Sokaklar bu şehrin farklı yüzlerini turistlere sunuyor. Mermer çeşmeler yaz sıcağında bunalan insanların buluşma noktası, çeşmelerden akan suyu güvercinlerle beraber yudumlayan turistler o anı fotoğrafla ölümsüzleştiriyorlar.
Fotoğraflara konu olan, şehri "şehir" kılan tarihî eserleri değil midir? İşte Dubrovnik’te de fotoğrafı çekilecek yerlerden biri adını şehrin koruyucusu piskopos Vlas’tan alan Aziz Vlas Kilisesi... Meydanın güneyindeki merdivenlerin tepesinde yer alan kilisenin içi vitraylarla bezeli.Yine meydanın güney tarafında yer alan Sponza Sarayı tüm haşmetiyle turistlerin ilgi odağı.Yağmur sularının toplandığı sarayın adı sünger anlamına gelen Latince bir sözcükten “spongia”dan geliyor. Bu saray, gümrük ofisi ve depo olarak kullanılmış. Sarayın ilk katındaki arşiv de dünyanın en geniş arşivlerinden biri olma özelliğinde. Sarayın sağında 31 metre yükseklikteki Gradski Zvonik bütün görkemiyle gökyüzüne uzanıyor. Kuleyi yapan mimar, sanki Maro ve Baro isimli iki küçük adam figürünü, zamanın derinliklerinden geldiği düşünülen çan seslerini duyurmak için her saat başı çana vurmakla görevlendirmiş.
Maro ve Baro; çana, herhalde bir dönem keşişlere zamanı duyurmak için vurmuşlar. ÇünküStradun Caddesi’nin bir ucunda yer alan Dominiken Manastırı hem Aziz Domingo’nun müritlerine korunak olmuş hem de hazine dairesi olarak kullanılmış.Günümüzde müze özelliği de kazanmış olan manastır Dubrovnik’in dinsel motifli ürünlerine ev sahipliği yapıyor. İçeride en dikkati çeken yapı zafer takı... Takın üstünde İsa, Meryem ve Aziz Yahya’nın tasviri göz kamaştırıyor.
Surlar, saraylar, kuleler, manastırlar derken 18. yüzyılda inşa edilmiş olan Meryem’in Göğe Yükselişi Katedrali’ni de atlamamak gerek… Depremde zarar gördüğü için 1713 yılında yerel bir mimar tarafından tamamlanmış katedrali özel kılan yer ise hazine dairesi. Burada kentin altın ve gümüşçülerinin işlediği değerli eşyaları bulmak mümkün. Efsaneye göre hazineler çok özenle korunmuş. Öyle ki üç farklı kişi üç farklı anahtarla kasa dairesini açabilirmiş. Ancak depremde hazineler de zarar gördüğü için yıkımdan günümüze yaklaşık yüz eser ulaşabilmiş. O eserlerin içinde ayrı bir öneme sahip olan Aziz Vlas’ın başı, şimdilerde turistlerin meraklı bakışlarına maruz kalıyor.
Bir şehri tanımanın en kolay yolu onun siluetini oluşturan manzarayı bilmekten geçer. Dubrovnik deyince de akla kentin siluetini oluşturan yapılardan biri Eski Liman’ın doğu ucunda yer alan Aziz Yahya Kalesi geliyor. Kalenin zeminindeki küçük akvaryumla, önündeki yürüyüş yolu bu kaleyi ziyaretçiler için ilginç kılıyor. Yürüyüş yolunu uzatırsanız sıra sıra kafe ve restoranların önüne çıkabilir ve değişik tatları keşfetme sırrına ulaşabilirsiniz. Bu tatların başında tabii ki kabuklu deniz ürünleri var. Kabuklu deniz ürünleri “buzzara” denilen bir yöntemle pişiriliyor. Buzzara; şarap, sarımsak, kıtır ekmek, maydanoz ve domates soslu bir karışım.Dubrovnik’in adaları da kendisi kadar meşhur. Özellikle Lokrum Adası. Eski Liman’dan kalkan teknelerle ulaşılan ada, bitki örtüsünün yoğunluğu ile dikkat çekiyor. Kayalıklar yüzmek isteyenler için ideal bir mekân. Adanın arka tarafında görülmeye değer iki yapı yer alıyor. Bu yapılardan biri manastır kalıntıları diğeri Fransızların inşa ettiği kale. Günümüzde manastır harabelerinin karşısında botanik bahçesi de bulunmakta. Elaphite Adaları kentin kuzey tarafında yer alıyor. En popüler günübirlik gezi merkezi bu üç yerleşim adası. En büyüğü Sipan, en küçüğü Kolocep adındaki adaların arasında uzanan ise Lopud Adası. İnsan, kelebeklerin uçuştuğu adalarda Dubrovnik’le denizin kucaklaşmasını doya doya yaşayabiliyor.
Dalmaçya kıyılarında görülmesi gereken yerlerden biri olan Dubrovnik, İtalyan şehirlerinden esinlenmiş ama özgünlüğünü de kaybetmeden tüm tarihî şehirlerde olduğu gibi müzeleri, kiliseleri, sarayları, evleri, sokakları ve adalarıyla ilgi çekiyor. Zamana inat yaşlanmıyor, eskimiyor. Orta Çağ’daki zarafetiyle fotoğraflarınızda yer almayı bekliyor.