Bir Fotoğrafın Peşinde: Hallstatt

O fotoğrafı ilk kez bilgisayar ekranıma ekran koruyucu ararken gördüm. Fotoğrafa, yüksekçe bir yerden vizöre bakan kişi bir manzarayı hapsetmişti. Gördüğüm anda “Bu fotoğrafı çekebilmeyi isterdim.” tümcesi geçti içimden. Sonra yıllarca o fotoğraf bilgisayar ekranımda durdu. Bir gün, “Acaba burası neresi?” diye merak ettim ve biraz araştırmadan sonra o güzel manzaranın Avusturya’nın kasabalarından biri olduğunu öğrendim ve o an yaz tatilimde oraya giderek o fotoğrafın aynısı olmasa da benzerini çekme fikri ile doldu içim. Çünkü fotoğraf ve gezme meraklısıydım.

Günümüzde bilgiye ulaşmak tek tuşa baktığından sadece nasıl gideceğimi, nerede konaklayacağımı değil, fotoğrafı nereden hangi açıyla çekeceğimi bile öğrendim. Yaz tatili gelmeden aylar önce uçak biletimi almış, otel rezervasyonlarımı yapmıştım. Geçireceğim her saniyeyi planlamıştım.

Uçuşum Salzburg’aydı. Avusturya’nın Mozart ile ünlenen bu kenti öyle küçük ki… Ama Salzburg’u konu etmeden uçaktan gördüğüm manzaraları anlatmakla başlamalıyım işe. Uçak alçalmaya başladıkça mavi ve yeşil tonların huzurlu birlikteliği ilk dikkati çekendi. Göller sanki biri bir resim yapmış da tablonun orasına burasına serpiştirmiş gibi büyüklü küçüklü manzaraya egemen oluyordu. Göllerin çevresini saran evler ne manzarayı bozuyordu ne de çevre kirliliği yaratmıştı. Bildiğiniz Monet tablosuydu sanki aşağısı. Uçak minik bir piste, sessizliğin, insansızlığın ortasına indi. Sisli bir sabahın içinden havanın açacağını müjdeleyen bir güneş yükselmeye çalışıyordu. Hava serin, uzaktan görünen dağlar cezbediciydi. Salzburg’u ilk böyle gördüm.

Özgür ve heyecanlıydım. Önümde uzanan koca üç gün vardı ve ilk işim bu minik kenti tanımaya başlamak oldu ama hakkında o kadar çok yazı okumuştum ki İstanbul’un bildiğim bir semtini geziyormuş gibi her yeri elimle koymuş gibi buldum. Ne kadar müze varsa gezdim, her sokağı keşfettim.

Ama asıl heyecanımı fotoğraftaki kasabaya saklıyordum. Gezimin dördüncü gününde oraya gitmeyi planlamıştım. Sabah hava daha aydınlanmadan uyanmış, hazırlanmış ve odamın penceresinden bineceğim otobüsün ilk seferini bekler olmuştum. Sanırım gidecek tek kişi bendim çünkü gördüğüm kadarıyla in cin top oynuyordu. Kahvaltıya indim, odaya tekrar çıkıp sırt çantamı ve fotoğraf makinemi aldım ve otelden çıkıp durağa doğru birkaç attım. O da ne? Durak, Çinli turist kaynıyordu. Her Türk gibi kalabalık otobüse nasıl binilir konusunda “master degree” yaptığımdan endişelenmemeliydim. Fakat açıkçası sakin bir gezi planlamıştım; kalabalık, küçük ve çekik gözlü arkadaşlar hesapta yoktu! Zar zor nefes alacağımız bir otobüse sığdık hepimiz. Otobüste yolcular sıklıkla değişti (Çinliler benim izimdeydi) yol boyunca gördüğüm durakları anlatmak için başka yazılar yazmalıyım sanırım çünkü her biri başka güzel. Otobüs bizi tren istasyonunda bıraktığında yolculuğumun daha ilk basamağını tamamlamıştım. Tren biletimi aldım, istasyonda kısa süreli beklemeden sonra yolculuğumun ikinci etabına geçtim. Cam kenarına oturmuş değişen manzarayı seyrediyordum ve sanırım kendi kendime konuşuyordum çünkü vagondaki diğer insanların bakışını üzerimde hissettim. Hayır, kendi kendime konuşmak gibi bir çılgınlığım olmamıştı bu yaşa kadar ama… İnsanlar bana bakmakta haklıydı - gördüğüm doğa manzaralarını anlatmaya edebiyatımın yeteceğini sanmıyorum - çünkü “uuuuu, yok artık, bu ne, offf!” gibi birtakım ünlemlerle hayranlığımı dile getiriyor olabilirdim!

Tren inmem gereken istasyona varmıştı, vagondan dışarı adım attım, trenden inen diğer insanları takip ettim yokuş aşağı bir müddet indik ve…

Hallstatt'a kavuşma

Ağzımdan ilk çıkan tümce “Cennet’te miyim?” oldu. Evet, kendi kendime konuşuyordum! Edebiyatçı kişiliğim bir kez daha sınıfta kalmıştı! Nasıl betimleyebilirim manzarayı hâlâ bilmiyorum. Güzel, inanılmaz vb. sıfatlar çok klişe. Gözlerimin gördüğünü sanatsız, günlük sözcüklerle özetleyeyim: Göl, dağlar, kuğular, tekne, iskele, karşı kıyıda rengârenk birkasaba… Mavi, yeşil, lacivert, koyu yeşil, beyaz, … Sükûnet, temizlik, saflık, huzur, dinginlik, …

Son etap olan tekneye büyülenmiş gözler ve nutku tutulmuş bir dille bindim. Fotoğraf makinem her kareyi yakalama peşinde, gözlerim hiçbir ayrıntıyı kaçırmama niyetindeydi. Gittikçe yakınlaşan bilgisayar ekranımdaki kasaba artık benim de vizörümün ucundaydı: “Merhaba Hallstatt.”

Hallstatt. Yukarı Avusturya’da Salzkammergut’da bir köy. Hallstätter Gölü kıyısında, tarih öncesi çağlardan kalma tuz üretimi ile biliniyor. Dünya tarihinin en eski tuz madeni burada yer almakta ve UNESCO Dünya Miras Alanı içinde.

Çinliler burayı o kadar beğenmiş ve benimsemişler ki, - bu bilgiyi yolda tanıştığım bir Çinliden öğrendim, anlattığı hikâye inanılası değildi, ben de internette aradım, doğruymuş - 2 Haziran 2012 tarihinde, Çin’in madencilik şirketi Minmetals CorporationÇin’in Guangdong eyaletinde Huizhou’da tüm köyün tam ölçekli bir kopyasını inşa etmiş! Yani Hallstatt’ın kopyasını çıkarmışlar! Ne diyelim Çin malı kasaba!

Çakmasını bilmiyorum ama HallstattAvrupa’da gördüğüm pek çok yerden daha büyüleyicigeldi bana. Her noktasını keşfettim, Tuz Madeni'ne çıktım, Kurukafa Kilisesi’ne girdim. Havasını soludum ve asıl orada olma amacımı gerçekleştirdim. Bugün bilgisayar ekranımda kendi çektiğim Hallstatt fotoğrafı var ve o fotoğrafa her baktığımda içime yeni yerler keşfetme isteği bir de Avusturya’nın beni cezbeden vizörüme gülümseyecek dağ köylerinin hayali fotoğrafları doğuyor. Yeni fotoğraflar beni bekliyor!