Yaşlıydı, çok yaşlıydı…
Yaşı sayamayacağımız kadar büyüktü. Önce toprağın derinliklerinde saklanmış sonra tarihin sonsuzluğunda yerini almıştı. Kabarık ve kıvırcık saçları ortadan ikiye ayrılmış ve bir eşarpla bağlanmıştı. İri, zeytin gözleri vardı. Bu gözler hem hüzünlü hem de mutsuz gibiydiler. Elmacık kemikleri hafifçe çıkıktı, alnı yüzyıllara meydan okumuşçasına kırışmamıştı. İhtimaller onun bir ağacın altında oturan, yanında bir veya iki figürün daha bulunduğu bir Maenad’ın (şarap tanrısı Bakus’un başındaki peri) baş kısmı olduğu yönündeydi. Bir villanın süsüydü. Üzerine sütun düşmüştü ve yıllarca, öyle acı içinde kıvranarak yatmıştı toprak üstünde. Bu da yetmezmiş gibi soygundan zor kurtulmuştu; daha da fenası sular altında kalacaktı. Oysa dünya kültür mirasının eşsiz bir parçasıydı.
Adını bilmiyoruz, arkeologlar da bilmiyor, sanat tarihçileri de… Ona görünüşü sebebiyle “Çingene Kızı” demeyi uygun buldular sadece.
Gençti, güzeldi mozaiklere konu olacak kadar… Yaşlıydı bir şehre simge olacak kadar…
Bir süredir, bir müzede o etkileyici gözleriyle ziyaretçilerine bakan ve şehre turist çekme sebeplerinden biri olan Çingene Kızı ve onun yer aldığı Zeugma, tarihin derinliklerinden günümüze görsel bir şölen sunuyor.
Nerede mi? 849 km uzağımızda, Gaziantep’te.
Bugünkü Gaziantep’in Nizip ilçesinin Belkıs köyü, Zeugma antik kenti, Fırat Nehri’nin batı kıyılarında kurulmuş. Kommageneliler, Roma hâkimiyetine girince hızla büyümüş ve o dönemin en zengin ve en gözde şehirlerinden biri olmuş. Varlıklı şehir halkı da işte bu zenginliğin ve gücün simgesi olarak mimaride mozaikleri kullanmış. Günümüzde bu mozaikler, dünyanın en büyük müzelerinden olan Zeugma Müzesi’nde yer alıyor. Bu mozaikler arasında Eros’un, Akhilleus’un, Euphrates’in, Europa’nın muhteşem figürleri var. Üç defa müze değiştiren Zeugma artık 7000 metrekarelik bu alanda sergileniyor. Zemin mozaikleri, mozaiklerin etrafında turlayacak şekilde yerleştirilmiş, mozaikler arasına cam köprüler kurulmuş. Geniş bir merdiven aracılığıyla ikinci kata çıkılıyor ve buradan alt bölüme bakmak gözler için bulunmaz bir şölen. Bu katta villalara göre sıralanmış mozaik panolar yer alıyor. Çingene Kızı da burada, özel bir odada, bekliyor ziyaretçilerini.
Gaziantep, Çingene Kızı ve Zeugma’dan ibaret değil. Öyle bir şehir ki tarih burada her dönemi için ayrı izler bırakmış.
Kentin içinde bulunduğu bölgenin ilk uygarlıklarının doğduğu Mezopotamya ve Akdeniz arasında bulunuşu, her yöne giden yolların kavşağında oluşu, uygarlık tarihinde önem kazanmasına neden olmuş.
Eski adıyla Antep, Türkiye’nin en kalabalık 8. şehri ve dünyanın da en eski kentlerinden biri. İlk Çağ’a ait kaynaklarda Antep adına rastlanmıyor. Bununla birlikte Antep’in 12 km kuzeyindeki Dülük’ün oldukça eski bir merkez olduğu biliniyor. Bugün de Dülük adıyla anılan yere Asurlular Doluk, Romalılar Dolichenus, Bizanslılar ise Tolonbh demekteymiş. Arap coğrafyacılarının eserlerinde Dülük adı sık geçerse de Antep (Ayıntap) adının Araplar tarafından buraya verildiği düşünülüyor. Haçlı seferleriyle ilgili kayıtlarda Hamtap, diğer bazı kaynaklarda ise Hantap, Entap, Hatap gibi isimlere rastlanıyor.
“Şehr-i ayıntab-ı cihan” bugünkü ifadesiyle dünyanın gözbebeği bir kent Gaziantep.
“Antepliler silahşor olur, uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı art ayağından vururlar
ve Arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sıcak, Antep çetin yerdir.” diyor Nazım Hikmet.
Çünkü:
17 Aralık 1918: İngilizler Antep’i işgal eder. 29 Ekim 1919: İngilizler Antep’ten çekilir. 30 Ekim 1919: Fransızlar Antep’i kuşatır. 30 Mart 1920: Antep’i kuşatan Fransızların sayısı 6000’i aşar. Yerli halka yapılan zulüm akıl almayacak boyutlara ulaşır. 1 Nisan 1920: Antep’te halk isyan eder. Fransız askerleriyle sokak savaşları başlar.
Şehir, düşmana ve işgale kendi gücüyle 10 ay dayanır. İşte bu direniş, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 8 Şubat 1921’de ödüllendirilir ve kente Gazilik unvanı verilir.
Gaziantep, sadece tarihiyle değil, ticaret merkezi oluşuyla da önemli bir yere sahip. Böyle olunca da karşınıza her adım başı bir han çıkıyor. Bu hanların tarihi ayrı bir hikâye, içindeki hayatlar ayrı bir hikâye… Onlardan birisi olan Yenihan’ın içindeki Kaleoğlu Mağarası geçmişte kesme taş ocağıymış mesela. Şimdi ise hem turist çekiyor hem de yöre halkının buluşma mekânı görevini görüyor ve burada közde kahve içmek de bu buluşmaların kırk yıllık hatırasına dönüşüyor dostlar için…
Darendeli Hüseyin Paşa tarafından yaptırılan 18. yüzyıl eseri Zincirli Bedesten, halk arasında “Kara Basamak Bedesteni” olarak anılıyor. Acılar, özlemler, öyküler barındıran bu iklimde her bedestenin de bir öyküsü olsa gerek. Bunlardan bir tanesine Kara Basamak denildiğine göre… Uzun yıllar kasaplara ev sahipliği yaptığı için et hali olarak kullanılmış bu tarihî yapı. Sonra Vakıflar Bölge Müdürlüğünün yaptırdığı restorasyon çalışmalarıyla 73 dükkân hizmet vermeye başlamış bu bedestende; çoğu da baharatçı bu dükkânların.
16. yüzyılda Osmanlı dönemi ticaret hayatı içerisinde bakırcılık önem kazanmış Gaziantep’te. Bakırcılık, bakır ve bakırla çinkonun karışımından elde edilen pirinç tabakalarının işlenmesi ile oluşan el emeği, göz nuru bir zanaat… Bugün bu zanaat, Bakırcılar Çarşısı’nda devam ediyor. Çarşı içinde, kemerli girişlerle sokağa açılan dükkânlarda, ustalar bakırı dövüyor modern çağın işletmelerine kızarcasına. Çekiç sesleri tarihî dükkânların içinde yok olmaya yüz tutmuş bir sanatın türküsünü söylüyor gelen geçene.
Bir de sedefçilik var. Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul’da çok yaygın olmasına rağmen günümüzde sadece Gaziantep’te kalan bu zanaat bakırcılık gibi ömrünü tamamlamamak için direniyor. Sedefçilik de dikkat, sabır ve emekle yoğruluyor. Ceviz ağacı üzerine çeşitli motiflerde çukurlar açılıyor önce. Sonra buralara teller yerleştiriliyor. Tellerin içinde kalan ahşap oyuluyor; deniz kabuklarından elde edilen sedef buralara yapıştırılarak yerleştiriliyor. Ahşap yakılarak koyu rengi verilince de üzerine cila çekiliyor.
Gaziantep’te müzeler, hanlar, bedestenler gezilecek yerlerin başında yer alıyor. Ayrıca her Anadolu şehrinde olduğu gibi bu şehrimizin de tarihî bir kalesi var. Hikâyesi mi?
Efsane şöyle: Kaleyi yaptıran zengin bir kadın, bir gün sokakta kalabalık insan topluluğunun bir cenazeyi taşımasına şahit olmuş. Yanındaki uşağına dönerek, “Bu nedir?” diye sormuş. Uşak, “Efendim, insanlar bir gün gelir ölürler, ölülerini de böyle tabut içinde taşıyarak mezarlığa götürür ve toprağa gömerler. Gördüğünüz tabutun içinde dün bizim gibi canlı olan bir insan var.” demiş. Bunun üzerine zengin kadın uşağıyla beraber geri dönmüş ve kaleyi yapan ustaları yanına çağırarak, “ Bırakın kale yarım kalsın, ben ölümü hiç düşünmedim çünkü.” demiş.
Kalenin adına ilişkin efsaneye gelince... Bu efsaneye göre kaleyi, bölgenin sahibi olan bir kız yaptırıyormuş. Kalenin yapım masrafını karşılamak için çok kıymetli bir taştan yapılmış yüzüğünü satmış. Bunun için kaleye, Yüzük Kalesi anlamında “Kala-i Füsus” adı verilmiş.
Gaziantep Kalesi, Türkiye’de ayakta kalabilen ender kalelerden… Hem ihtişamı hem de bir sır olan tarihiyle şehir merkezinde, yaklaşık 25 m yükseklikte Gaziantep’i koruyor, kolluyor hâlâ.
Kalenin M.S. 5. yüzyılda Roma döneminde bir gözetleme kulesi olarak yapıldığı ve zaman içerisinde genişletildiği yapılan arkeolojik kazılar sonucunda anlaşılmış. Evliya Çelebi’ye göre kalenin 36 burcu varmış. Günümüzde ise bunların yalnızca 12 tanesi ayakta. Memluklar, Dulkadiroğulları ve Osmanlılar kaleyi onarmışlar ve buna dair de onarım kitabeleri koymuşlar. Ana kapı üzerindeki kitabeden, ana kapı ve kulelerin Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1557 yılında yeniden yaptırıldığı anlaşılmış. Kalede Gaziantep Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülen arkeolojik kazılar sonucunda, Osmanlı dönemine ait bir hamam ile bir cami ortaya çıkartılmış.Gaziantep denince akla sadece tarih, el sanatları gelmiyor; bir de zengin bir mutfak var ki işte onu betimlemek zor zanaat: katmerler, kebaplar, baklavalar, şöbiyetler, fıstıklar, biberler… Lezzet Antep’te fıstığa bürünmüş, biberle yoldaş olmuş; baklavayla, kebapla damaklarda zevke dönmüş. Birini anlatsak öbürü eksik kalacak, birine muhteşem desek diğerine sıfat kalmayacak!
Küşlemeden başlayalım: Koyunun omurgasının iki tarafından uzanan yaklaşık 15 cm uzunluğunda bir et parçası ki sinirsiz olduğu için en yumuşak koyun eti olarak biliniyor, sadece tuzlanarak mangalda pişiriliyor. Size düşen bölüm, çatalın ucuna batırıp mideye indirmek oluyor.
Katmer mi? Fıstık fıstık olalı böyle bayram yeri görmemiştir; yaklaşık 2 mm kalınlığında açılan hamurun içinde iğne atsan hamura düşmeyecek kadar fıstık…
Baklava mı, şöbiyet mi? Fıstık, fıstık adıyla anılalı böylesi bir lezzete dönmemiştir; yumurta, su, sıvı yağ, un, nişasta, şeker fıstıklı ahenkle bu derece kaynaşmamıştır. Fıstığın hamurla imtihanı hiçbir yerde bu derece başarıyla sonuçlanmamıştır.
Kebap mı? Alinazik. Patlıcanların fırınla veya küllenmiş közle dansı, sarımsakla ve süzme yoğurtla kaynaşması… Kuşbaşı veya zırh kıyması etin patlıcanla randevusu, hiçbir yemekte bu derece ateşli olmamıştır.
Acı biber mi? Dile değdiğinde değil, mideye ulaştığında dili yakan bu tat, yemeklere acının da tada dönüşeceğini anlatan bir illüzyonist değil de nedir?
Ve zahter… Kokusu ve tadıyla kekiği andıran, kahvaltıda denedikten sonra bir daha vazgeçemeyeceğiniz bu çeşni, zengin damak zevkimizin bir başka hikâyesi, bir başka efsanesidir.
Pirpirim piyazını, beyranı, lebeniye çorbasını, menengiç kahvesini saymadık bile…
Özlü sözün dediği gibi, “Macera yorar fakat monotonluk öldürür.” Dilinizi, midenizi, gözünüzü, gönlünüzü, kültürünüzü monotonluktan kurtarmaya ne dersiniz? Efsane sever misiniz? Tarih sever misiniz? Lezzetli bir yolculuğa çıkmak istemez misiniz? 849 km öteye uçmaya ne dersiniz?