Edınburg Diye Bir Yer Varmış!

Geçen seneki 9 günlük Barcelona seyahatinin ardından bu sene İskoçya’nın başkenti Edinburgh’a gitmeye karar verdik. Tabi bu kararı vermemizde Edinburgh hakkındaki çok olumlu yorumların yanı sıra THY’nın bu yaz ilk defa direkt Edinburgh uçuşlarına başlamış olması da çok etkili oldu. Hele bir de eşim, kızım ve kendim için gidiş dönüş kişi başı 301 TL fiyatla bilet bulunca;’ yeme de yanında yat oldu’. Düşünsenize THY ile neredeyse 4 saatlik uçuş ve kişi başı 301 TL. Uçak biletlerini 23-31 Temmuz tarihleri için Nisan ayında satın aldım.

İskoçya aslında Birleşik Krallık (Great Britain) olarak bildiğimiz ana karada bulunan üç ülkeden biri. İngiltere, İskoçya ve Galler Birleşik krallığı oluşturuyorlar (İrlanda’nın bir bölümü ile birlikte.) İskoçya ve Galler iç işlerinde bağımsız (birkaç seneden beri kendi parlamentoları bile var) dışişlerinde ise İngiltere’ye tabiler. Yazımın ileriki aşamalarında İskoçya’da gördüklerimi anlatırken bu konuya da tekrar değineceğim.

İskoçya Vizesi Nasıl Alınır?

İşin aslı; ben zannediyordum ki Türkiye’de bir İskoçya büyükelçiliği vardır. Meğersem hiçbir ülkede olmadığı gibi Türkiye’de de yokmuş. Birleşik Krallık Konsolosluğu varmış. İster Galler’e, İster İskoçya’ya, ister İngiltere’ye gidecek olun; vize başvurusu aynı prosedürlerle Birleşik Krallık Konsolosluğuna yapılıyor (Tabi doğrudan konsolosluğa da yapılmıyor. World Bridge isimli bir organizasyon tüm Dünya’da randevu ile başvuruları kabul ediyor. Aynı organizasyon başvurularınızı Birleşik Krallık Konsolosluğu’na iletiyor…)

Araştırmalarım devam ederken gördüm ki; Birleşik Krallık yeşil pasaporta ve dahi kırmızı pasaporta bile vize istiyor. İşte o zaman kendi kendime; “Şimdi yan bastın Ayhan” dedim. Diyeceksiniz ki “Yahu insan gideceği ülkeye uçak bileti almazdan evvel o ülkenin vize rejim tablosuna bir bakmaz mı?” Bakar ama ben bakmadım. Uçak biletlerini çok ucuza aldığımdan ve her ne kadar opsiyonsuz olsa da; KDV’sini geri alabileceğimi bildiğimden, varsın yanarsa yansın dedim. Ne de olsa risk olmadan…

İnternetten bir baktım ki; Yeşil pasaporta vize almak için bile Birleşik Krallık neredeyse bizi nikahına geçirecek. Yani aklınıza ne gelirse başvurunuz esnasında istiyor. (www.ukba.gov.uk) UK Border Agency Home Office (Birleşik Krallık sınır Acentası resmi sitesi) sitesinde tüm detayları bulabilirsiniz. Başka hiçbir kurum ya da vize başvurusu yapalım diyen firmaya güvenmeyin. Birleşik Krallık vizesi için başvuruda kendinizle başbaşasınız. Kimse size yardım edemez. Zira başvuruyu şahsen World Bridge’ten yapıyorsunuz.

Ben Mayıs ayında istenen belgeleri toplamaya başladım. Tabi aynı belgeleri eşim ve kızım için de hazırladım. Booking.com sitesinden Edinburgh Princess Street Caddesi’ne 10 dk yürüme mesafesinde bir apartment kiraladım. Bu rezervasyonun son güne kadar ücretsiz iptal opsiyonu olduğundan sonradan iptal edip başka bir apartment kiralayabilirdim. Ama şimdilik UK vizesi için orada kalacağım yeri gösterir bir rezervasyona ihtiyacım vardı. Haziran ayının başlarına geldiğimizde belgeleri toplamayı neredeyse tamamlamıştım. Şimdi sıra UK Border Agency sitesinden “online başvuru formunu” doldurmaya gelmişti. Bu formu Birleşik Krallığa gidecek herkes için ayrı ayrı dolduruyorsunuz. Küçük çocuğunuz annesinin pasaportuna kayıtlı olsa dahi , onun için de ayrı form dolduruluyor. Form da öyle bir form ki; hem ahiret soruları soruluyor hem de doldur doldur bitmiyor. Nihayetinde kendim eşim ve kızım için ayrı ayrı bu online formu doldurdum. Formu doldurduktan sonra online kredi kartı ile vize işlem ücretini ödüyorsunuz. Ücret o anda ödenmeden form doldurma işlemi tamamlanmış ve yazıcıdan yazdırılabilir hale gelmiş olmuyor. Gelelim vize ücretine. Kişi başı 230 TL civarı tutuyor. Yani ben üç kişi için toplam 700 TL vize ücreti ödedim.

Peki bütün bunları yaptık bitti mi? Tabi ki hayır. Formun yazıcıdan çıktısını alıp onu da World Bridge’e başvuruya giderken götüreceğiniz evrakların arasına koyuyorsunuz. Ayrıca kişi başı 6-7 sayfa olduğunu hatırladığım bu formun son sayfasındaki tarih kısmına World Bridge’e başvuruya gideceğiniz günün tarihini yazıp imzalıyorsunuz.

Sıra geldi World Bridge’den randevu almaya. İstanbul, Ankara, Bursa ve Gaziantep’te World Bridge büroları var. “Online Bavuru Formu” doldurulduktan sonra size bir e-mail geliyor. Size verilen numara ile World Bridge organizasyonunun internet sitesine girip (www.visainfoservices.com) “randevu al” sekmesine tıklayıp size uygun güne randevu alıyorsunuz. Yalnız seyahat tarihinizden bir ay önce randevu almanızda büyük fayda var.

Ben randevuyu World Bridge Şişli bürosuna aldım. Randevu günü eşim, kızım ve ben World Bridge’in yolunu tuttuk. Tam randevu saatinde bizi içeriye aldılar. İçerisi banka şubesi gibi. Bir çok kontuar var. Bize verilen numaralı kontuara gidip evraklarımızı teslim ettik. Oradaki genç arkadaş (çalışanların hepsi Türk) evraklarımızı uzun uzun inceleyip bilgisayara geçti. Evraklarımızı kargoyla almak isteyip istemediğimizi sordu. Biz kargo ile gelmesini istedik. Sonunda başvurumuzun sonuçlanmasının üç hafta süreceğini ama daha önce de sonuçlanabileceğini söyleyip; bizi parmak izi için bir odaya yönlendirdi. (World Bridge organizasyonu sadece belgeleri teslim alıp UK konsolosluğuna gönderiyor. Bu organizasyonun size vize verilmesi ya da verilmemesi konusunda hiçbir etkisi yok. ) Parmak izi, fotoğraf ve kameraya çekim işlemlerinden sonra bürodan ayrıldık. (World Bridge’ta işlemlerimiz bir saat kadar sürdü)

Temmuz ayının ilk iki haftası pasaportlarımızı beklemekle geçti. 23 Temmuz’da yola çıkacaktık ama 17 Temmuz’a kadar vize çıkıp çıkmadığından haberimiz olmadı. Neyse ki 17 Temmuz’da evraklarımızın kargoya verildiğini belirten bir mesaj geldi World Bridge’ten. O mesaj da bile vize verilip verilmediği ile ilgili bir ifade yoktu. (Başvurunuzu World Bridge sitesindeki “başvuru takibi” sekmesinden izleyebiliyorsunuz.) Pasaportlarımız ertesi günü kargoyla elimize ulaştı. Kargo poşetlerini açıp pasaportlardaki Birleşik Krallık vizesini görünce ne yalan söyleyeyim sevindim. O kadar emek ziyan olmamıştı..

Aslında bu bir gezi yazısı. Yukarıdaki kısmı bu yazıya eklememin nedeni; UK vizesi için başvuru yaparken bilgi edinmek konusunda çok sıkıntı yaşamış olmam. Google’da İskoçya vizesi dediğinizde; vize verdiğini iddia eden bir takım ticari unsurların siteleri ile karşılaşıyorsunuz. Gerçek bilgiye ulaşmak oldukça zamanınızı alıyor. Umarım yazımın bu kısmı; İngiltere, İskoçya ya da Galler’e seyahat planlayanlara yardımcı olur.

Yolculuğa çıkmadan önce İskoçya’yı internetten araştırdım. Gidip gelenlerin yazılarını ve yorumlarını; soruları ve sorulara verilen cevapları okudum. En çok tereddüt ettiğim şey Türkiye’de cehennem sıcağı yaşadığımız bu temmuz ayında Edinburgh’a giderken nasıl giysiler götürmemiz gerektiğiydi. Yanımıza birer su geçirmez ayakkabı ve birer yağmurluk ve tabi ki şemsiyelerimizi aldık. 

23 Temmuz 2012-07-27

THY Edinburgh uçağı 09:30’da Atatürk Havalimanı’ndan havalandı. Dört saat civarı süren rahat yolculuğumuzun ardından Edinburgh Havaalanı’na iniş yaptık. Edinburgh ile İstanbul arasında 2 saat fark var. Saatlerimizi 2 saat geri aldık. Edinburgh Havaalanı’ndan şehre taksiyle gelmeyin. Taksiler çok pahalı. Niye mi? 1 Pound = 2.8 TL olduğundan (İşte bu da gelişmiş ülke olmakla gelişmekte olan ülke olmak arasındaki fark. Zira Türkiye’de sanırım kişi başı GSMH 8000 civarı. Zira bu rakam İskoçya’da    39 000 )    Türkiye’de 15 Km yol için taksiye 30 TL verdiğinizde içiniz acımayabilir ama burada aynı mesafeye 30 Pound (90 TL) verdiğinizde içiniz acıyabilir) Havaalanı’ndan mavi renkli 100 numaralı çift katlı Airlink otobüsleri var. Bu otobüsler sizi kişi başı 3.50 Pound’a şehre götürüyor. Otobüsün kalktığı yerin yanında gişe var. Bileti oradan alabilirsiniz. Havaalanına dönerken ne yapacağım derseniz o da kolay. Airlink otobüsünün içinde şöföre de ücret ödeyebilirsiniz. Ama tam para atmalısınız. Zira şöförler para üstü veremiyor. Aynı uygulama Edinburgh Lothian Buses şehiriçi otobüslerinde de var. Airlink otobüsü şehir merkezine gelişte çok büyük kolaylık sağlıyor. Oldukça sık aralıklarla kalkıyor.

Edinburgh’a vardığımızda bizi yağmur karşıladı. Bizim buralarda “ahmak ıslayan” dediğimiz türden ince ince yağan keyifli bir yağmur. Sonradan bir çok günü yağışlı geçen bu şehrin yağmurunun hep böyle ince ince olduğunu, öyle bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmadığını öğrendim.

Airlink otobüsüyle şehre gelirken İskoçların ne kadar yardımsever ve güler yüzlü insanlar olduğunu gösteren ilk tecrübemizi yaşadık. Otelimize gitmek için hangi durakta inmenin en iyi olacağını sorduğum İskoçlu bir genç cep, telefonundan adresi iyice inceleyip Haymarket Durağı’nda inmenin en iyisi olacağına karar verdi en sonunda.

Haymarket İstasyonu Durağı’nda indikten sonra sora dairemizin bulunduğu Morrison Street’ı bulmaya koyulduk. İşte o zaman yazılarda ve seyahat tecrübelerinde çok okuduğum İskoçyalı misafirperverliği, yardımseverliği ve güler yüzlülüğü ile karşılaştım. Birine yolu sordum. O tam olarak bilmediğini söylerken yanımıza kırklı yaşlarda bir İskoç hanımefendisi geldi ve nereyi aradığımızı sordu. Güler yüzlü bir şekilde bize yolu tarif etti. Ben, eşim ve kızım hanımefendinin bu nazik tavrına ona defalarca teşekkür ederek karşılık verdik
  
Morrison Street üzerinde kiralamış olduğum apartment’ı kolayca bulduk. Kredi kartıyla 9 günlük ücreti ödeyip anahtarı alıp dairemize çıktık. Dairemiz bizi hayal kırıklığına uğratmadı. Mutfak, salon, bir yatak odası, banyo, küçük bir antre…Mutfak oldukça donanımlıydı. Kurutuculu çamaşır makinesi (bu kadar çok yağmur yağan bir yerde kurutma makinesi zorunluluk oluyor), bulaşık makinesi, mikro dalga fırın, ocak, fırın, ekmek kızartma makinesi, kettle, buzdolabı…

Dairemize yerleştikten sonra; bu tür seyahatlere geldiğimizde her zaman ilk yaptığımız şeyi yaptık ve evden dışarı çıkıp yakın muhiti araştırdık. Bir market bulup dolaba koymak için bir şeyler almalıydık.  Nerede market var diye ona buna sorarken; seksenli yaşlarda bir İskoç Hanımefendisine rastladık. Aynı soruyu ona da sorduk. O bize bir yerleri tarif etmeye çalıştı. Ama o anlatırken biz de anlamaya çalışırken oldukça zorlandık. Teşekkür edip az sonra yanından ayrıldık. Arka bloğa geçtik. Biraz sonra aynı hanımefendi tekrar karşımıza çıkmasın mı. Meğer bizim yanlış yöne gittiğimizi görüp arkamızdan gelmiş.  İskoç insanının bu samimi yaklaşımı bir kez daha yüzümüze tebessüm kattı. İşte o anda doğru yerde olduğumuzu anladık. Eşim ve ben göz göze geldik…Sonunda bir market bulup, gerekli şeyleri alıp dairemize döndük ve istirahate çekildik. Bu gün için bu kadar yorgunluk yeterdi.

24 Temmuz 2012 Salı

İşte Edinburgh sabahına uyandık. Yağmur yok. Dairemizde kendi hazırladığımız kahvaltımızı edip, yanımıza yağmurluklarımızı da aldıktan sonra dışarı çıktık. İlk dikkatimizi çeken şey Edinburgh’un temiz havası. Buraya gelmeye ilk karar verdiğimizde burası ile ilgili çok olumlu şeyler duymuştuk doğrusu. Ama ciğerlerimizin bu kadar bayram edeceğini hiç düşünmemiştik. Yolda yürüdükçe insanların mutlu yüzleriyle karşılaşıyoruz. Burada yaşayan insanlar mutlu. Koşuşturmaca yok. Sağımızdan solumuzdan; uzak doğudan, Avrupa’nın diğer şehirlerinden gelmiş turistler geçiyor. İskoçları ve İngilizleri onların içinden hemen ayırt ediyorsunuz. Sıcaklık 18 derece olmasına rağmen insanlar kısa kollu tişörtler ve şortlarla dolaşıyorlar. Ten renklerinin beyazlığından, bu insanların yıl içerisinde ne kadar az güneş aldıklarını daha iyi  anlıyorsunuz. Güneşin gökyüzünde kendini gösterdiği anlar onlar için bayram anı. Hemen yağmurluklar çıkıyor. İnsanlar vücutlarını güneşe ikram ediyorlar. O anda kendinizi Edinburgh’ta değil de 40 derece sıcak altında kavrulan bir tatil beldesinde zannediyorsunuz. Güneşi gören İskoçlar kendilerini hemen cennet parklarındaki yeşillikler üzerine bırakıyorlar.

Princess Street’e doğru olan yürüyüşümüz devam ediyor. Her sokak, her cadde tarih kokuyor. Geçmişten bu güne bu kadar bakir kalmış bir şehir olabilir mi? Tarihin içinde kaybolmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Dört bir tarafınızı güzel parklar, tarihi binalar, yemyeşil bahçelerle sarıyor. Sanki geçmişe yapılan bir seyahat gibi…

Lothian Caddesi’nden aşağı inip caddenin sonuna ulaştığınızda sağa döner dönmez meşhur Princess Strett karşılıyor sizi. Arabalar ve otobüsler için gidiş geliş olarak bölünmüş bu caddenin sağ yanı Princess Street Gardens. Princess Street Gardens (harikulade bir park) Princess Street boyunca uzanıyor. Princess Street Garden’ın arkasında kayaların üzerinde muhteşem Edinburgh Kalesi. Caddenin sol yanı boyunca mağazalar uzanıyor, ta ki Waverley Train Station’a kadar. Bu caddeyi sonra gezeceğiz. Mağazalarında da uzun uzun vakit geçireceğiz. Ama şimdi değil. Bugünkü hedefimiz Edinburgh’un en meşhur sembollerinden biri olan Edinburgh Kalesi’ni ziyaret etmek.

Princess Street Gardens’ın içine giriyoruz. Her yerde rengarenk güller. Bu kadar az güneş alan bir şehirde bu gülleri nasıl yetiştiriyorlar acaba diye sormadan edemiyor insan kendine.  Anlaşılan 9 gün kalacağımız bu şehirde bir çok kez uğrayacağız bu parka. Parkın içinden kaleye doğru çıkan yolu takip ederek kalenin girişine ulaşıyoruz. Gişelerde çok kuyruk var. Dünya’nın her yerinden insanlar Dünya’nın en muhteşem kalelerinden biri olan bu mekanı görmek için adeta akın etmişler. Ama çok fazla gişe personeli olduğundan 15 dakikada sıra geliyor. Yetişkin: 16 pound, 5-15 yaş arası çocuk 9.20 pound. Toplam 41.20 pound ödüyoruz kaleye girmek için. Bu kaleyi bir günde binlerce insan ziyaret ediyor. Turizm doğru yapıldığında, şehriniz marka şehir olduğunda ülkenize ne kadar katma değer kattığını daha iyi anlıyorsunuz burada. Keşke diyorsunuz, keşke benim ülkemde de turizm doğru yapılsa…

Kale manzarası muhteşem. Edinburgh şehrine 360 derecelik yukarıdan bakış atıyorsunuz.  Bu manzaraya söylenecek kelime bulmakta zorlanıyorum. Hayranlık içerisinde kaleden şehri seyrediyor ve tabi bol bol fotoğraf çekiyorum. Kuzey istikametinde Kuzey denizini görüyorsunuz. Kuzey Denizi’nden kaleye doğru gelen martılar gökyüzünü şenlendiriyorlar. Burada martılar bile şehri çok seviyor. Martılar insanların arasında dolanıyor. İşte bir martı bir çocuğun elinden bisküvi yiyor.

İstemeden de olsa kendimizi muhteşem kale manzarasından kurtarıp kaleyi gezmeye başlıyoruz. Toplar yerli yerlerinde duruyor. “One O’clock Gun” diye, tekerlekli kaide üzerinde bir top var. Bu topla her gün saat tam 13:00’da bir atış yapılıyor. Edinburgh’ta dolaşırken sonraki günlerde bu topun sesini duyuyoruz. Kale içerisindeki yapıları geziyoruz. Bu yapılar içerisinde; savaş müzesi, savaş esirlerinin hapsedildiği savaş hapishanesi, kılıç ve zırhların olduğu bölümler ve  birkaç bölüm daha var. Savaş esirlerinin hapsedildiği hapishaneler ve dehlizler bizi çok etkiliyor. 

Kaleden çıkar çıkmaz meşhur Royal Mile yolu başlıyor. Kaleden aşağıya birkaç kilometre uzanan parke taşlı bu yolun asıl adı High Street. Ama İskoçlar bu yola Royal Mile diyorlar. Yol boyunca sokak sanatçıları (gayda çalanlar, eski İskoç köylülerini ve askerlerini canlandıranlar) sağlı sollu sıralanmış ve turistlerin dikkatlerini çekmeye çalışıyorlar. Royal mile kalabalık ve hayat dolu. Yol boyunca restoranlar, publar, hediyelik eşya satan dükkanlar, turistler için etkinlik yapan yerler var. Royal Mile turistler için çok popüler bir yer.

Royal Mile’ı dolaştıktan sonra geriye doğru dönüp; Princess Street’in bitiminde bulunan Waverley Tren İstasyonuna gidiyoruz. Burası Edinburh’un ana istasyonu. Buradan Birleşik Krallık Ana karasının her yerine trenler kalkıyor. Birleşik krallıkta bir çok tren yolu işletmesi var. Birleşik Krallığın bizim gibi bir marşı var mı bilmiyorum ama, onlar gerçekten bütün ülkeye demir ağlarla sarmışlar. Bu işlerin lafla, marşla değil, icraatla olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Waverley’e gelme maksadımız Türkiye’de internetten 26 Temmuz tarihi için satın aldığım Stirling tren biletini makineden almak. Bilet makinesinde dokunmatik ekrandan “pre-payment” sekmesine tıklayıp, ardından internetten size verilen referans numarasını giriyor, parasını daha önce ödemiş olmanıza rağmen kredi kartınızı hazneye koyuyorsunuz. Ardından “tüm yolcuların biletlerini yazdır” sekmesine tıklıyorsunuz ve işte biletleriniz hazneye düşüyor. Diyeceksiniz ki; biletleri Edinburgh’a geldiğinde alamaz mıydın, niye internetten günlerce önce aldın? Cevabı; bu şekilde daha ucuz alabiliyor olmanız. Bir de olası yer bulamama riskini ortadan kaldırıyorsunuz.

Biraz da Princess Street’te bir iki mağaza gezdikten sonra bu günkü gezimizi bitirip eve dönmeye karar veriyoruz. Saat 18 civarı ve Princess Street’te mağazalar kapanmaya başlıyor. Biz eve doğru yürürken çok şık giyinmiş genç kızları ve erkekleri görünce Edinburg için iş ve alışverişin bittiğini, eğlence saatinin başladığını anlıyoruz. Dairemize gitmeden önce bir markete uğruyoruz. Akşam yemeği için bir şeyler alıyoruz. Kendimize güzel bir akşam yemeği hazırlayıp günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışıyoruz.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Sabah 09:00’da kalkıyoruz. Yağmur yok. Dairemizde hazırladığımız kahvaltımızı ettikten sonra Edinburgh Hayvanat Bahçesi’ne gitmek üzere kaldığımız yerden ayrılıyoruz. Dairemiz Haymarket Station’a 200 metre mesafede. Haymarket Station otobüs durağına kadar yürüyüp hayvanat bahçesine gitmek üzere 25 nolu otobüse biniyoruz. Edinburgh’ta şehiriçi otobüslerini “Lothian Buses” şirketi işletiyor. Otobüse bindikten sonra şöförden bilet alabiliyorsunuz. Şöförün eli paraya değmiyor. Bir hazneden paranızı atıyorsunuz ve yan taraftan bu paranın karşılığı olan bilet çıkıyor. Ancak para üstü verilmiyor. Onun için bilet tutarı ne kadarsa ona karşılık gelen parayı atmalısınız. Lothian Buses şirketinin birkaç  noktada bilet satış ofisi de var. Ama bunların sayısı pek fazla değil. Onun için binişinize denk gelen bozuk parayı hazırlayıp otobüse öyle binmenizde fayda var. Bir yetişkin 1.40 pound, 5-15 yaş arası çocuk 70 Penny. Otobüslerde bir de günlük bilet (Daily Ticket) diye bir uygulama var. Siz o gün 2 kereden fazla otobüse binecekseniz, daily ticket almalısınız. Bu durumda otobüse bindiğinizde daily ticket istediğinizi şöföre söylemelisiniz. Daily Ticket bir yetişkin 3.50 Pound, çocuk 2 pound. Günlük bilet aldığınızda o gün için akşama kadar dilediğiniz sayıda otobüse binebilirsiniz (güzergah fark etmez).

Hayvanat bahçesine varıyoruz. Neredeyse 200 metre uzunluğunda bir kuyruk olduğunu söylesem abartmış olmam herhalde. Ama o kadar çok gişe var ki ; Burada her yerde (alışveriş mağazalarında da ) aynı uygulama var. Bir tek sıra var ve onlarca gişe var. Hangi gişe boşaldıysa dahili anons sistemiyle numarası anons ediliyor ve sıranın en başındaki kişi süratle o gişeye yönlendiriliyor. İnanır mısınız 200 metrelik o kuyrukta 10 dakika sonra biletimizi aldık. Hayvanat bahçesi yetişkin: 15.50 Pound, çocuk: 11 Pound.

Hayvanat bahçesine girer girmez bir kuyruk dikkatimizi çekiyor. Dilerseniz bu kuyrukta bekleyip tüm hayvanat bahçesini bir tur aracıyla gezebilirsiniz. Ama biz her zamanki gibi yürüyerek gezmeyi tercih ediyoruz. Çok büyük bir hayvanat bahçesi. Şimdiye kadar diğer Avrupa şehirlerinde gördüğüm hayvanat bahçeleriyle kıyasladığımda; en dikkat çekici tarafı; tamamıyla ormanlık ve tepe bir alan içerisine kurulmuş olması. Burada sanki balta girmemiş bir ormandasınız. Doğa muhteşem. Tertemiz bir hava. Hayvanlar için çok geniş yaşam alanları ayrılmış. Mesela zebraların yaşam alanının en az 50 dönüm olduğunu söylesem, ne demek istediğimi anlarsınız sanırım. Hayvanat bahçesinde yukarı doğru çıktığınızda “Top Hill” diye bir tepeye ulaşıyorsunuz. Yemyeşil bir alan. İnsanlar çoluk çocuk çimlerin üzerine yayılmışlar; kimi bir şeyler yiyor, kimi güneşleniyor. Biz de bu çimlerin üzerine bırakıyoruz kendimizi. Sırt çantamızdan, eşimin sabahleyin evde hazırladığı sandviçleri çıkartıp afiyetle yiyoruz. Oraya gelen bir safari jeepinin arkasına bir römork takılmış ve insanlara bu muhteşem doğa içerisinde safari keyfi yaşatıyor.

Birkaç saatimizi geçirdiğimiz hayvanat bahçesinden güzel hatıralarla ayrılıyoruz. Özellikle 9 yaşındaki kızımın değmeyin keyfine. Ama içimde bir burukluk var. Benim güzel ülkemin güzel çocukları göremiyorlar böylesi güzellikleri. Çünkü onların ülkesinde hayvanat bahçesi denebilecek bir yer yok. Adına hayvanat bahçesi denen yerlerinde aslında birer havyan cezaevi olduğundan haberleri bile yok.

Hayvanat Bahçesinin önünden otobüse binip Princess Street’e gidiyoruz. Oradan otobüse binip Ocean Terminal’e gidiyoruz. Günlük biletimiz olduğu için her otobüste ücret ödemek zahmetinden kurtuluyoruz.  Ocean Terminal Büyük bir alışveriş merkezi. Fort Nehri’nin Kuzey Denizi’yle buluştuğu yerde yer alıyor. 36 numaralı otobüs son durak olan Ocean Terminal’in hemen önünde bizi indiriyor. Burada pahalı mağazalar var. Buradan alışveriş yapmıyoruz. Ama Edinburgh’a geldiyseniz buraya gelmenizi tavsiye ederim. Çünkü burada güzel bir teras var ve içerideki bar ve restoranlardan bir şeyler alıp Kuzey denizi ile Fort Nehri’nin buluştuğu bu yerde enfes bir manzara eşliğinde bir şeyler yeme şansını elde ediyorsunuz.

Dönüşte dairemizde kendi hazırladığımız yemeğimizi yiyoruz. Bu seyahatlerin bize en keyifli gelen tarafı her zaman bu olmuştur. Bütün gün gezip yorulduktan sonra; akşam dairemize gelip beraber yiyecek bir şeyler hazırlayıp ailecek güzel bir akşam yemeği yemek. Çünkü yabancı bir ülkeyi tanımak sadece gittiğiniz yerin sokaklarını arşınlamak, tarihi mekanlarını gezmek görmek değildir. O kültürü tanımak demek; aynı zamanda orada yaşayan insanların yemek alışkanlıklarına da ortak olmak demektir. İşte biz bunun için mütevazi bir dairede kalmayı otelde kalmaya her zaman tercih ederiz. Bu şekilde hem ev rahatlığını yaşarız hem de gittiğimiz ülkenin yemek alışkanlıklarını dairedeki mutfakta tatbik eder,  kültürün vazgeçilmez öğesi olan lezzetleri tadarız.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Bugün 09:33’te Stirling trenimiz hareket ediyor. Waverley istasyonundan biniyoruz trene. Stirling Edinburgh’a 80 Km mesafede bir yerleşim birimi. Trenle 40 dakikada ulaşılıyor. Buraya gitmekteki asıl maksadımız William Wallace anıtını görmek. William Wallace İskoçya’da bir kahraman. Cesur Yürek (Brave Heart) filminden hatırlarsınız. İngilizleri yenerek büyük başarı kazanan bu kahraman İskoçlar için tam bir idol.

Çok keyifli bir tren yolculuğunun ardından Stirling istasyonuna varıyoruz. Biz indikten sonra trenimiz yoluna devam ediyor. Burada da meşhur İskoç yardımseverliğine tanık oluyoruz. William Wallace Monument’a nasıl gidebiliriz diye sorduğumuz 60 yaşlarında bir İskoç beyefendisi oraya otobüsle gidebileceğimizi izah ettikten sonra peşine takılmamızı işaret ediyor. İskoçyalı önde biz arkada, Stirling tren istasyonunun hemen yakınında bulunan Stirling otobüs terminaline doğru ilerliyoruz. Bizi otobüs terminalinin danışmasının önüne kadar götürüp, kaç numaralı otobüsün oraya gittiğini sorabileceğimizi söylüyor. Beyefendiye teşekkür ettikten sonra danışmaya yöneliyoruz. 62 nolu otobüsün William Wallace anıtından geçtiğini ve otobüsün 10 dakika sonra kalkacağını öğreniyoruz. 62 nolu otobüsün bulunduğu durağa ilerleyip otobüsümüze biniyoruz. Gidiş dönüş (return)  bilet ücretini otobüs  şöförüne ödüyoruz. Az sonra otobüsümüz Stirling şehir merkezinden çıkar çıkmaz; uzaklarda heybetli bir kule görünüyor. Yemyeşil ormanlık bir alanın içinden gökyüzüne doğru uzanan bu muhteşem kulenin William Wallece anıtı olduğunu öğrendiğimizde heyecanımız bir kat daha artıyor.

Otobüsümüz az sonra Stirling Üniversitesi’nin kampüsüne giriyor. Kampüsten çıkar çıkmaz ilk durakta iniyoruz. Bir tabela bize anıtın istikametini gösteriyor. Anıta doğru yemyeşil ormanlık  bir alanın içinde yürüyoruz. İnanılmaz temiz bir hava. Ciğerlerimiz bayram yapıyor. 10 dakikalık keyifli bir doğa yürüyüşünün ardından anıtın giriş kısmına varıyoruz. Burada bir bilet satış ofisi, hediyelik eşya mağazası, kahve içebileceğiniz bir kafeterya ve tuvaletler var. Yetişkin 8.25, çocuk 5.25 Pound. Biletlerimizi aldıktan sonra anıta varmak için tırmanışa geçiyoruz. Ormanın içinden patika bir yoldan muhteşem William Wallace Anıtı’na doğru yürüyerek çıkıyoruz. Anıta çıkan asfalt bir yolda var. Dilerseniz bilet ofisinin önünden kalkan bir araç sizi yukarıya çıkartıyor. Ama bu harikulade güzergaha yürüyerek çıkma keyfinden mahrum kalmak istemeyiz. Ürüyüşümüze devam ederken, patika yoldan yukarıya ya da yukarıdan aşağıya doğru koşan insanları görüyoruz. Bu ülkede nereye gitsek herkes spor yapıyor. Sürekli koşuyorlar. Obez insana neredeyse hiç rastlamıyorsunuz.

Biraz sonra muhteşem William Wallece Anıtı’nın önündeyiz. Tepenin başındaki düzlüğe varır varmaz kendimizi muhteşem manzarayı seyretmek için yan yana konulmuş birkaç banktan birine bırakıyoruz. Birkaç dakika boyunca oturduğumuz banktan ağzımız açık bir şekilde manzaraya bakıyoruz. Aşağıda muazzam Stirling şehri, ovalar, platolar…

Bitti mi? Tabii ki hayır. Şimdi sıra onlarca metre yükseklikteki bu anıtın içinden dolanan merdiveni kullanarak yukarıya çıkmakta. En yukarıya çıkana kadar üç tane salon var. 50 civarı merdiven çıktıktan sonra yeni bir salona ulaşıyorsunuz. Bu salonlardan birinde William Wallace’ın hayatı anlatılıyor  ve kılıcı sergileniyor. Birinde İskoçya’nın diğer kahramanları tanıtılıyor. En yukarıya çıkana kadar 200’den fazla basamak saydım. Merdivenler dar. Aşağıdan çıkanla yukarıdan gelen karşılaştığında, genelde yukarıdan gelen duvara iyice yaslanarak aşağıdan gelene yol veriyor.

200’ün üzerinde basamak tırmandıktan sonra, nihayet anıtın en tepesine ulaşıyoruz. Aman Allahım! Bu nasıl bir manzara. İşte bunu anlatmaya hiçbir yazarın gücü yetmez. Görmek lazım derim başka bir şey demem. Muhteşem bir manzara , baş döndüren bir yükseklik. 360 derecelik  bir görsel şölen…

27 Temmuz 2012 Cuma

Bugün biraz tembellik yapıp; Edinburgh’u bir de tur otobüsüyle gezmeye karar veriyoruz. Edinburgh’un şu tarihi dokusunu bir de üstü açık tur otobüslerinden, yani tepeden seyreyleyelim.  Edinburgh’ta beş tane Hop on hop off tur otobüsü firması var. Edinburgh Tour, City Sightseeing, Mac Tours, Majestic Tour,Edinburgh World Heritage Tour. Bunların tamamı turuna Waverley Train Station’dan başlıyorlar. İstediğiniz tura binebilirsiniz. İsterseniz biraz fazla para ödeyip bu tur otobüslerinin tamamını kullanabilirsiniz. Biz City Sightseeing firmasının turunu kullandık. İlla Waverley tren  istasyonunun önünden binmek zorunda değilsiniz. Turunuza bu otobüslerin durduğu herhangi bir duraktan binip ücreti şöföre ödeyebilirsiniz. Şöförün verdiği biletleri saklayın. Zira bütün gün boyunca bu tur otobüslerine her bindiğinizde bu biletleri göstereceksiniz. (otobüste “change” para üstü verilmediğini tekrar hatırlatırım.)

Princess Street Mac Donald’s durağında City Sightseeing turuna dahil olduk. Aile bileti 28 Pound. Bu tur toplam 11 durak dolaşıp tekrar Waverley tren istasyonunun önüne geliyor. Akşama kadar istediğiniz yerde inebilir, istediğiniz yerde binebilirsiniz.

Şanslıydık. Yağmur yağmadı. Tur otobüsünün üst katında saçlarımızı okşayan Edinburgh rüzgarı bize ev sahipliği yaptı. Akşama kadar tur otobüsüyle turladık. İskoç Parlamentosu’nun ve Palace of Holyroodhouse’un önünden geçtikten az sonra 9 nolu durağa geliyorsunuz. Otobüsten iner inmez Our Dynamic Earth adında camdan yapılma bir bina sizi karşılıyor. Burası daha çok çocukların ilgisini çeken bir plenatoryum. Daha önce birkaç kez plenatoryuma girdiğimizden buraya girmiyoruz.

Böyle bir şehir olabilir mi. Bu bölgede şehir sanki kalemle çizilmiş gibi bitiyor. Ne bir kulübe, ne bir görüntüyü bozan obje. Önümüzde yemyeşil bir parkur uzanıyor. İnsanlar koşuyor, yürüyor. Az ileride bir tepe. İnsanlar tepenin hemen kenarından patika bir yoldan bu tepeye tırmanıyor. Durur muyuz. Biz de tırmanıyoruz. Çık çık bitmiyor. Bu arada patikanın kenarı uçurum. Hiçbir güvenlik kordonu yok. Ama insanlar kah koşarak, kah yürüyerek; kimi aşağıya iniyor, kimi yukarıya çıkıyor. Aşağıya doğru bakıyoruz. Muhteşem bir Edinburgh manzarası. Hava açık. Edinburgh bu müthiş rüzgarlı tepeden bütün çıplaklığıyla kendini sergiliyor. Bir kez daha Edinburgh’a aşık oluyoruz.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Bu gün serbest dolaşacağız. Planladığımız yerlerin bir çoğuna gittik. Bu gün Edinburgh’u yaşayacağız. Bu şehrin yaşayanı olsak, bir günümüzü nasıl geçirirdik. Tabi ki Prencess Street’te alışveriş yapar, yorulduğumuzda Princess Street Garden’ın cömert yeşilliklerine kendimizi bırakır ve çimlerin üzerinden, bazen kendini cömertçe gösteren, bazen bulutların arkasına saklanan güneşin altında muhteşem Edinburgh kalesini seyreylerdik. Biz de tam öyle yapıyoruz. Princess Street’teki neredeyse tüm mağazaları dolaşıyoruz. Dönüş vakti yaklaşıyor. Biraz da alışveriş yapmak lazım.

Princess Street üzerinde alışveriş yapabileceğiniz giyim mağazaları var. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi, kurdan dolayı bizim için pahalı. Ama biz bir mağaza keşfediyoruz. Princess Street’in hemen üzerinde “Primark” isimli bir giyim mağazası var. 5 katlı bu mağazada giysi fiyatları çok uygun. Hem de kaliteli. Buradan muhakkak çorap almalısınız. İskoç çorapları çok kaliteli. İskoç yünü tüm dünyada meşhur. Şahane İskoç kazakları var. Ancak oldukça pahalı ( 100 pound civarı) Primark mağazasından çok uygun fiyata, Türkiye’den bile ucuz; yağmurluk, çorap, atkı, ayakkabı, mayo, elbise, çocuk giysisi, iç çamaşırı vb. alabilirsiniz.

Princess Street Caddesi üzerinde üç dört tane turistik eşya mağazası var. Mağazalara yaklaşırken gayda sesinden, tursitik eşya mağazasına yaklaştığınızı hemen anlıyorsunuz. Ben bu mağazalardan bir tanesini tavsiye edeceğim size.  Zira fiyatları diğerlerine göre daha uygun. Bu mağazanın adı THE WORKS. Buradan dönüşte götürebileceğiniz her türlü hediyelik ve hatıra eşyayı diğerlerine göre daha uygun fiyata alabilirsiniz. İskoçların meşhur kurabiyelerini, Haggislerini, traditional Fudgelarını başka yerlerde aramayın. Zira bu tür ürünler de bu hediyelik eşya mağazalarında satılıyor. Benim size tavsiyem Türkiye’ye dönüşte muhakkak shortbread denen kurabiyelerden getirin. Shortbread bizim un kurabiyesi tadında ve İskoçların Highlandlerinde yapılan bir ürün. Ayrıca İskoçların Fudgeları meşhur. Viski yanında yenilebilen Fudgelar farklı farklı yapılıyor(karamelli vs.) Ayrıca bu mağazalarda meşhur İskoç kaşmirinden yapılma atkılar ve kazaklar bulabilirsiniz. Ve tabi ki küçük viski şişecikleri ve setleri…

Alışveriş bizi oldukça yoruyor. Ayaklarımız bizi Princess Street Garden’a götürüyor. Kendimizi çimlerin üzerine bırakıyoruz. İskoçlar güneş çıkar çıkmaz kendilerini güneşin kollarına bırakıyorlar. Gölgede oturan bir tek İskoç göremiyoruz. Ağaç gölgelerinde oturanlar sadece turistler. Anneler küçük çocuklarını getirmişler parka. Çocuklar çimlerin üzerinde yuvarlanıyor. Daha önce de yazmıştım. Martılar sosyal hayatın içinde. Çimlerin üzerinde martılar dolaşıyor. İnsanlara o kadar yaklaşıyorlar ki, elinizi uzatsanız neredeyse tutacaksınız. Ayrıca bir çok güvercin dolaşıyor çimlerin üzerinde. Kızım kendisi için hazırladığımız sandviçini martılara ikram ediyor. Martılar bir lokmada yutuyor kızımın onlara attığı kırmızı İskoç peynirli ve çilek marmelatlı sandviç parçalarını.

Başımızı biraz yukarıya kaldırdığımızda muhteşem Edinburgh kalesi tüm ihtişamıyla manzaraki yerini alıyor. Arada bir bulutlanan gökyüzü Edinburgh Kalesi’ni bir masal kalesine çeviriyor. Sanki burada değiliz. Sanki bir masalın içerisindeyiz. Neredeyse eşime beni çimdiklemesini söyleyeceğim. Gürültü yok. Huzur var. İnsanlar mutlu ve sağlıklı. Az ileriden yine parkın içinden güzel bir müzik sesi geliyor. Anlaşılan yine bir müzik gurubu Princess Street Garden içindeki açık konser alanında izleyicilerine ücretsiz müzik ziyafeti çekiyor. Bu rüya hiç bitmesin istiyorum…

29 Temmuz 2012 Pazar

Bu gün için yapılabilecek en iyi şeyin Royal Botanic Gardens’a gitmek olduğunda karar kılıyoruz. Evimizden Princess Street’e kadar yürüyerek gidiyoruz. 27 nolu otobüse binip Royal Botanic Garden doğu girişinde iniyoruz. Burası şehrin içerisinde ve çok büyük bir alana kurulmuş bir botanik bahçesi. Dünya’nın her bölgesinden gelmiş her türlü bitki bu bahçede yerini almış. Her bitkinin bir etiketi var ve menşei bu etiket üzerinde yazılıyor. Royal Botonic Garden haftanın yedi günü ziyaretçilere ücretsiz olarak açık. Seraların olduğu bir bölüm var. Burada yağmur ormanlarını gezebilirsiniz.

Devasa ağaçlar, kuşlara ev sahipliği yapan küçük bir gölet, devasa yapraklı bitkiler… Proje bahçeleri dikkatimizi çekiyor. Burada ilkokul öğrencileri proje bahçeleri yapmışlar. Değişik bitkiler yetiştirip o bitkilerin gelişimini takip ediyorlar. Cennet dedikleri yer böyle bir yer olsa gerek.

Labirent şeklinde yapılmış ve İngiliz şatolarında gördüğümüz bahçeler. Yeşilin her tonu. Yeşilin bu kadar çok tonu olduğunu bilmiyordum. Görsel ve işitsel bir ziyaret. Zira şimdiye kadar hiç duymadığımız değişik kuş sesleri duyuyoruz. Parkta gezintimizi sürdürürken sincaplar geçiyor önümüzden arkamızdan. Bir şehir düşünün doğayla barışmış. Her canlıya yaşam alanı tanımış. Bir şehir düşünün; içinde onlarca devasa bahçe. Bir şehir düşünün her yer yeşil. Bir şehir düşünün yılın tamamı yağmurlu ama ayakkabınız çamur olmuyor. Hayal edin, böyle bir şehir var; Edinburgh…

Temmuz ayının Edinburgh’a geliş için en ideal tarih olduğu söylenir. Bütün bir yıl yağmur alan bu şehir diğer aylarda daha da soğuktur. Burada Temmuz sıcaklıkları 20 derece civarı gider. Geceleyin ise sıcaklık 10 dereceye kadar düşüyor. Diyeceksiniz ki Temmuz ayında gece 10 derece sıcaklık ve siz üşümediniz mi? Hayır üşümedik. Çünkü burada yılın 12 ayı geceleyin kaloriferler yanıyor. Bizim dairemizde 4 petekten sadece bir tanesini yakmışlardı ve o da evin sıcaklığını konforlu tutuyordu. Yani üşümek konusunda hiçbir sıkıntı yok.  Gündüzleyin insanlar gayet rahat giysiler giyiyorlar. Ancak bir çok insan giymese de yanında bir yağmurluk taşımayı ihmal etmiyor. Hatta burada mağazalarda küçük bir çantaya sığan ve kancasıyla pantalonunuzun ya da çantanızın kenarına takarak yanınızda taşıyabildiğiniz yağmurluklar satılıyor. Ne zaman yağmur yağacağı, ne zaman güneş açacağı ya da gökyüzünün ne zaman tamamen bulutlarla kapanacağı belli olmayan bu şehirde; yağmur yağdığı anda o küçük çantadan yağmurluğu çıkartıp giyebiliyor ve yağmur diner dinmez yağmurluğunuzu tekrar çantasına geri gönderiveriyorsunuz.

30 Temmuz günü alışverişle ve dönüş hazırlıklarıyla geçiyor. 9 gün geçiriyoruz Edinburgh’ta. Bu şehri hiç unutmayacağız. Eşim de kızım da çok seviyor Edinburgh’u. Belki bir gün fırsat olur ve tekrar geliriz. 31 Temmuz günü ayrılacağız bu şehirden. Biliyoruz ki hatıraları hiçbir zaman bırakmayacak peşimizi…

EDINBURGH’TA SEVDİKLERİM

1)    Tam anlamıyla bir turizm şehri. Kendini ranta ve rantiyeciye teslim etmemiş.2)    Her yerde tuvalet var ve ücretsiz. Tuvaletleri tertemiz ve sürekli sıcak su akıyor.
3)    Neredeyse hiç polis görmüyorsunuz. Turizm polisleri var ve bunlar sivil.
4)    Otobüsleri çok temiz ve konforlu. Dakikasında kalkıyor.
5)    Bazı turizm şehirlerinde (özellikle İstanbul’da) olduğu gibi seyyar satıcılar, turiste zorla bir şey satmaya uğraşanlar ya da onları dükkanlarına davet edenler yok.
6)    İnsanlar inanılmaz güler yüzlü. İster tezgahtar olsun, ister otobüs şöförü olsun, ister yolda yürüyen herhangi bir vatandaş olsun; tebessüm ettiğinizde hemen size tebessümle karşılık veriyor.
7)    İnsanları çok yardımsever.
8)    Şehirde trafik sıkışıklığı denen bir şey yok (metro çalışmaları olduğu halde)
9)    Bu kadar yağmur olan bir yerde ayakkabınız çamur olmaz mı? olmaz.
10)    Tarihi Dokusu muhteşem
11)    Bahçeleri
12)    Müzisyenleri

EDINBURGH’TA SEVMEDİKLERİM

1)    İskoçların aksanı. Bazen İngilizce değil de başka bir dil konuştuklarını zannediyorsunuz ☺.
2)    Çok pahalı. Kur yüksek olunca hayliyle…

Marketler: Edinburgh tarihi bir şehir olduğundan, merkezinde bizim şehir merkezlerinde olduğu gibi devasa marketler ya da AVM’ler bulamazsınız. Bir dairede kalıyorsanız, market alışverişlerinizi bizde ki makro market türü market zincirlerinden yapabilirsiniz. TESCO, THE CO- OPERATİVE, SAINSBURY’S Edinburgh’ta sıklıkla bulabileceğiniz marketler. Marketler pahalı ama 2 for 3 gibi promosyonları takip ederseniz uygun fiyata alabilirsiniz. (3 tanesi 2 tane fiyatına ya da 1 tanesi 1.35 Pound 2 tanesi 2.30 pound…)

Alışveriş: Ocean Terminal Fort Nehri kıyısında büyük bir AVM. Princess Street üzerinde 36 nolu otobüse binip 15 dakika içerisinde ulaşabilirsiniz. Princess Street ve Royal Mile (High Street) üzerindeki hediyelik eşya ve viski dükkanlarında aradığınızı bulabilirsiniz. Princess Street üzerindeki THE WORK’u ve PRIMARK’ı tavsiye ederim. Burası İskoçya, viskinin ana vatanı deyip aldanmayın. Zira viski çok pahalı.

Ulaşım

Metro ağı yok. Ama yapılıyor. Zaten göründüğü kadarıyla ihtiyaç ta yok. Harika bir otobüs ağı var. Çok sık otobüs geliyor. Otobüslerin neredeyse tamamına yakını çift katlı. Otobüsler boş ve konforlu. Özürlüler için otobüslerin çoğunda asansör sistemi var.
Nelere dikkat etmeli: Trafik soldan işlediği için karşıdan karşıya geçerken Türkiye’deki gibi sola değil sağa bakmalısınız. Araç kullananlar gayet kibar ve yayalara karşı diğer bir çok Avrupa kentinde olduğu gibi çok saygılı. Otobüs duraklarının oturma kısımları yola değil kaldırıma doğru bakıyor. Yani siz durakta koltuğa oturduğunuzda sırtınızı yola vermiş oluyorsunuz.

Ne yemeli

İskoçya pahalı bir şehir. Marketlerinde bizdeki kadar bol ve ucuz yeşillik bulamazsınız. Balığın bol olduğunu düşünmüştüm. Ama mevsimsel mi bilmiyorum, dondurulmuş birkaç çeşit dışında balık da göremedim. Hatta bir ara yahu bu İskoçlar yemek yemiyorlar mı acaba diye düşündüğüm oldu. Çünkü marketlerde çeşit az. Kırmızı İskoç Peynirini biz çok beğendik. Ekmekleri çok lezzetli. İskoç dondurmasını deneyin. Marketlerde büyük kutularda satılıyor. Bizde ki AOÇ dondurmasına biraz benziyor. İskoçya’da dana kıyması ucuz. Sütler 4 pins plastik şişelerde satılıyor (2,2 lt) ve fiyatları çok uygun. Sütlerinin çok lezzetli olduğunu söyleyebilirim. Burada tavuk ürünleri çok pahalı. Tavuk eti ve yumurta ateş pahası. Her Avrupa şehrinde olduğu gibi dışarıda yemek yemek için alternatifiniz çok. Pahalı restoranlardan; döner, pizza, hamburger tarzı sunum yapan küçük işletmelere kadar farklı fiyat aralıklarında karnınızı doyurabilirsiniz. 

Neler yapmalı


1)    İskoçya’da muhakkak tren yolculuğu yapın
2)    Ocean Terminale gidip Fort Nehri’ni seyredin
3)    Kendinizi Princess Street’in çimlerine bırakıp Edinburgh Kalesi’ni seyredin.
4)    Edinburgh Kalesi’ni ziyaret edin
5)    Tur otobüsüyle Edinburgh’u dolaşın
6)    Royal Botanic Gardens’ı gezin
7)    Princess Street’te alışveriş yapın.
8)    Viski müzesini gezin
9)    Royal Mile üzerindeki Camera Obscura’ya gidin
10)    The Edinburgh Dungeon’a gidin, korkuyu yaşayın.
11)    Highland turuna katılın
12)    Edinburgh Hayvanat Bahçesi’ni ziyaret edin
13)    William Wallace Monument’ı muhakkak görün
14)    Yağmurda yürüyün
15)    Çimlerde yuvarlanın
16)    Scott Anıtı’nı görün
17)    Kaşmir kazak alın
18)    Princess Street Garden’daki ücretsiz Açıkhava konserlerine gidin
19)    National Museum’un yanındaki küçük meydandaki sokak sanatçılarını görün
20)    Royal Mile’da yürüyün ve sokak sanatçılarını görün
21)    Martılara ekmek verin

22)  Gayda dinleyin

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
Ayhan Gümüş

Yazar Hakkında

Ayhan Gümüş

Ailemle birlikte gezmeyi çok seviyorum. Yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak, yeni lezzetler tatmak...Her sene yıllık iznimizde farklı bir yurt dışı güzergaha seyahat etmeye çalışıyoruz.