Bilgisayar ekranım bir süredir Starz yayını Outlander'ın İskoç ve İngiliz aksanlı muhteşem oyuncularının yemyeşil İskoçya kırsallarında boy göstermesiyle meşgul.
Bir yandan o şiirsel İskoç melodilerini dinliyordum ki işbu yazıyı yazmaya karar verdim. Nitekim -bir iflah olmaz şehir romantiği olarak- ben İskoçya'da olmayı özledim!
“Edinburgh is a great big bastard of a city where there are ghosts of all kinds.” ~ Sara Sheridan
İskoçya'yı nasıl bilirsiniz?
Ben, zihnimde Lost'un Desmond'ından replikler (See ya in anotha life, brotha!), James Mcavoy'ın müthiş eğlenceli aksanından tınılar ve elbette ki Braveheart'tan sahnelerle bindim Londra'dan Edinburgh'a giden otobüse…
Temmuz ayındaydık. Memleketten ayrılırken güneş her yeri yakmaya kararlı gibiydi, Türkiye'de insanlar buharlaşmak üzereydi. Hâlbuki kraliçenin topraklarında güneş doğarken bir mola yerinde duran otobüsten indiğimde sıcaklık 11 dereceyi gösteriyordu ve benim titremekten başka bir seçeneğim yoktu! Puslu bir gökyüzü, çiseleyen yağmur, bütün tonlarıyla insanı büyüleyen yeşil tepeler, sessiz, ıssız yollar…
Yaz mevsiminde titremek de enteresan bir şey diye düşündüm. Bambaşka coğrafyalara hoşgeldiniz, dedi sisler içindeki Edinburgh. Değişiklik iyidir.
Bizim Edinburg dediğimiz şehre İskoçlar Edinbra diye sesleniyor. Zaten sırf o İskoç aksanıyla muhatap olmak için bile İskoçya'ya gidilir (dil sevdalılarına duyurulur). 1437 yılından bu yana ülkenin başkentliğini yapan şehir çoğu özenle bakılan Avrupa kentlerinde olduğu gibi Eski Bölge (Old Town) ve Yeni Bölge (New Town) olarak ikiye ayrılıyor.
UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alan bu bölgeleri gezerken karşınıza bir anda kilt (İskoç eteği) içinde, elinde gaydası ile nefis geleneksel müzikler çalan adamlar çıkabiliyor.
4 İskoç bir gün
Kilt giyen İskoçlar için çeşitli espriler yapılıyor elbette. Rivayet odur ki esaslı İskoç erkekleri (True Scotsman derler kendilerine) eteklerinin altına hiçbir şey giymezlermiş! O buz gibi Temmuz gününde gayda çalan kızıl saçlı, iri yapı Kiltli adamların gerçek İskoç olup olmadıklarını sorgulamadım desem yalan olur hani!
Edinburgh'ta şahane bir Couchsurfer bizi evinde ağırladı. Biz de ona kahvaltıda, aynı sıfatta bir menemen hazırladık (Ben kimyon yerine tarçın koyma gafletinde bulundum ama ev sahibimiz anlamadı, sorun yok!). Geceyi donmadan nasıl atlattık, şimdi anımsamıyorum ama perdesiz evinin camından yağmuru izlemek ayrıca keyifliydi!
Şehre geldiğimizin ertesi günü bir free tour'a katıldık ve şehrin en önemli noktalarını bir grup Alman, Fransız, İtalyan, Amerikan ve Yeni Zelandalı genç turistlerle birlikte dolaştık. Rehberimiz İrlandalıydı ve bize şahane hikâyeler anlattı. Edinburgh Kalesi'nin önünde kaledeki zindanların, üzerine kurulduğu sönmüş volkanın, zalim kral ve kraliçelerin hikâyelerini fonda sokak sanatçılarının müzikleriyle beraber dinlerken resmen kendimi Ortaçağ'da hissettim!
Turun sonunda isterseniz rehbere bahşiş bırakıyorsunuz, başka hiçbir ücret ödenmiyor. Bedava turlar her gün var, sabah saatlerinde belirli bir noktada buluşuluyor. Gideceklere kesinlikle tavsiye ederim.
“In Scotland, beautiful as it is, it was always raining. Even when it wasn't raining, it was about to rain, or just had rain. It's a very angry sky.” ~ Colin Hay
Edinburgh (bütün İskoçya gibi) gizemli, mistik bir şehir. J.K. Rowling, Harry Potter'ı yazmaya burada başlamış. Oldukça az parası olan Rowling hikâyesine başladığında birçok kafe dolaşmış ama içlerinden sadece bir tanesi, Elephant Cafe, yazarın tüm gün sadece tek bir kahve içerek içeride kalıp yazmasına izin vermiş. Sirius Black o işletmeciyi kutsasın! Şimdi herkes orada oturmak için can atmakta…
Edinburgh'un yapıları da tabii ki iklimine benziyor; gotik, ürkütücü, esrarengiz ve ilginç. St. Giles Katedrali, Scott Monument, Royal Mile, Calton Hill… Dar sokaklar, koyu renk taşlar, ahşap binalar.. Ama yapılarından çok doğal güzellikleri revaçta şehrin… Birbirinden güzel doğal parklarının yanı sıra Holyrood Park'ın içindeki Arthur's Seat 2000 yıllık geçmişiyle benim gibi Şaman ruhları büyülüyor.
Müze gezmek isteyenlere de Scottish National Gallery'yi öneririm.
Greyfriars Bobby'nin heykeli de Edinburgh'un turistik noktalarından biri. Kendisi 1855-1872 yılları arasında yaşamış Teriyer cinsi bir köpek. Ölen sahibi Jon Gray'i 2 yaşından 16 yaşına kadar mezarı başında beklemiş. Edinburgh sakinleri de bu karşılıksız sevgi ve sadakati onun heykelini yaparak onurlandırmışlar.
Ben gittiğim şehirlerin mezarlıklarını gezmeyi seven bir gezginim. Edinburgh'un mezarlıkları da resmen piknik alanları gibiydi; tertemiz, yemyeşil, ilginç taşlarla dolu. Bir rivayete göre Harry Potter'ı yazarken -benim gibi gotik mezarlıkları seven hastalıklı bir ruha sahip olmalı ki- J.K. Rowling de buralarda dolaşır, mezar taşlarında gördüğü isimleri kitaplarına karakter yaparmış!
The Scotch Whiskey Experince da oradayken gidilmesi gereken yerlerden. Eğlenceli bir yer.
Dev adamların yeme-içmesi
Eğer viski denemek istiyorsanız da gitmeniz gereken yer; The Malt Scotch Whiskey Society.
Burada hem yemek yiyebilir hem de viskileri tadabilirsiniz. Menüsü de inanılmaz eğlenceli. Ama siz siz olun sırf en ünlü yemekleri o diye Haggis sipariş etmeye kalkmayın! Zira koyunun kalbi, ciğerleri (ve ev sahibimin anlatmaya devam ettiği ama benim dinlemediğim diğer organları!) ile yapılan ve sebze ve viski ile soslandırılan bu sakatat ömrümde yediğim en iğrenç yiyeceklerden biriydi!
Haggis: Bir yiyen pişman bir de yemeyen
İskoçya'nın Haggis ve Fish & Chips dışında kayda değer bir yiyeceği yok. Ama içecekleri muhteşem. Böğürtlenli ve çilekli biraları leziz. Patates her menüde bolca var. Ortalama 1.90 olan halkın midelerini doyuracak şekilde de porsiyonlar inanılmaz derecede büyük ve fazla geliyor. (Gerçi gür, kızılımsı saçlarım ve pek de narin olmayan cüssem sayesinde İskoç sanılmamın da gelen porsiyonların büyük olmasıyla ilgisi olabilir sanırım!) Sütlü çay ise Allah'ın emri. Çay deyince hemen ondan geliyor, siyah çay sipariş etmek isterseniz; regurlar tea/black tea diye belirtmeniz gerekli.
21. yüzyıl ve hayaletler yüzünden kapatılan mekânlar
Edinburgh'ta birbirinden enteresan turlar var; hayalet turu, işkence turu, gotik tur, zindan turu, vb.
Bu isimler bile ülkenin tarihi ve kültürü hakkında az çok bir şeyler anlatıyor, değil mi? Şehrin eski zindanları bugün kafe ve bar olarak işlev görüyor. Bir zamanların işkence odaları artık loş ışıklar altında eğlenceli müziklere ev sahipliği yapıyor. Ziyaretçilere de karanlık çağın çılgınlıklarıyla eğlenmek kalıyor! İçlerinden birinde sinema gösterimi yapılıyordu ben oradayken. Yüzüklerin Efendisi'nin gösteriliyor olması da ayrı bir güzellikti. Ortama fazlasıyla uymuştu.
Free tour ile dolaşırken rehberimiz bize bir hikâye anlattı. İskoçya'da bir zamanlar açık hava hapishaneleri varmış. İnsanlara hem işkence eder, hem de karda kışta dışarıda bırakırlarmış! John Mckenzie isminde ünlü bir işkenceci tarihe geçecek barbarlıklar sergilemiş. Rivayete göre Mckenzie'nin hayaleti öldüğünden beri oralarda dolaşıyormuş. Bu rivayet başını öyle almış yürümüş ki birkaç yıl öncesine dek ziyarete açık olan hapishaneye belediye kilit vurmuş, çünkü turistlerden bir kaçı hayalet gördüklerini ve fenalaştıklarını iddia etmişler!
Grassmarket
Şehrin en güzel noktalarında biri olan Grassmarket Royal Mile ve Ulusal Müze'ye yürüme mesafesinde. Ortaçağ atmosferini hissedebileceğiniz alanda zamanında takas ve alış verişin yanı sıra idam törenleri de yapılırmış! Gayrimeşru doğan çocuğunu nehre salan ama suçüstü yakalanan Maggie isimli bir kadın bu meydanda asılmış ama ipten alınıp mezara götürülürken Maggie uyanıvermiş! Yasalara göre aynı cezaya iki kez çarptırılamayınca da özgür kalmış. Bugün onun anısına meydanda bir pub bulunmakta.
William Burke ve William Hair isimli iki kafadarın da sonu bu meydan olmuş. Bu arkadaşlar zamanında şehre büyük korku salmışlar. Ünlü Edinburgh Üniversitesi'nde incelenmek üzere sahipsiz ölülerin kadavralarını bilime sunan gençler kadavra başından para kazandıklarından zamanla kurnazlaşıp yaşlıları, kimsesizleri öldürmeyi kendilerine iş edinmişler!
İlk klonlanan canlı olan koyun Doly'nin mumyası da Edinburgh'ta!
İrlandalı rehberimiz bize shitface drunk tabirinin de bu topraklarda türediğini anlattı. Kanalizasyon sisteminden yoksun İskoçlar her gün aynı saatlerde camlarını açar, tuvalet sularını sokağa boşaltırlarmış. Boşaltma zamanı çan gibi bir şey çalınırmış. O saatte de sokakta yürüyen sarhoş İskoçlar sesi duyup gayri ihtiyari kafalarını yukarı kaldırınca da shitface olurlarmış!
Edinburgh'tayken bir komedi gösterisi de izleme şansı buldum. Bir pubta iki İskoç sahnede o ünlü İngiliz komedilerini sergiliyorlardı. Yani benim bir türlü gülmeyi beceremediğim, soğuk bulduğum komedi. Ellerinde devasa biralarıyla gülmekten katılan insanlar gördüm. Acaba onlar da Cem Yılmaz'ı mı iplemezler acaba diye düşündüm, durdum.
Edinburgh'ta sadece iki gün kaldım ama aklım bu yabanıl, güzel topraklarda kaldı. Kesinlikle yeniden gitmem gereken yerlerden biri. Zaten ben bir şehir romantiği olduğumdan her gittiğim yere geri dönmem farz, farkındayım.
Belki bir dahaki sefere gerçekten bir hayalet de görürüm, belki William Wallece Gaelic aksanıyla “Freedom” diye fısıldayıverir kulağıma bir gece vakti, kim bilir.
Gotizmden kim ölmüş?