Sıcak bir Temmuz öğle sonrası... Avrupa'yı karış karış gezmeye alışkın turuncu sırt çantam ve ben İstanbul'un tipik karmaşası ve kalabalığı içinden sıyrılarak Atatürk Havalimanı'na ulaşıyoruz. Slovenya'ya, ismi zor telaffuz edilen ama "sevilen" gibi güzel bir kelimeye karşılık gelen o şehre gideceğiz: Ljubljana. Elimde pasaportum, biletim ve Paulo Coelho'nun o ünlü romanı var: Veronika Ölmek İstiyor.
Genç ve güzel Veronika, Ljubljana'da yaşamaktadır. Hayattan bıktığı bir anda banyodan çıkıp en güzel elbisesini giyer, yatağına uzanır, birkaç kutu hap yutar ve eline bir dergi alıp ölüm vaktini beklemeye başlar. Dergideki ilk yazıda karşısına çıkan ilk cümle şöyledir: "Slovenya nerededir?"
Veronika'nın içinde ölmek istediği Ljubljana Alpler'in eteğindeki Slovenya'nın küçük, az nüfuslu başkenti ve aslında tam da bir huzur kenti. Şehrin ortasından süzülerek geçen Ljubljanica Nehri'nin çevresinde pek çok Barok bina, şirin kafe ve restoranlar var.
Nehrin üzerindeki Ejderha Köprüsü şehre diğer Avrupa kentlerinden ayrı bir hava katmaya yetiyor da artıyor bile. Açılmış kanatları ve sivri dişleriyle görenleri tatlı tatlı huzursuz etmeyi başaran bu yeşil ejderha aslında şehrin her yerinde; bayrakta, futbol takımlarının formalarında, nehir duvarlarında, köprü motiflerinde...
Ejderhalarla ilgili çeşitli efsaneler var. Biri şöyle; Kral Aeetes'ten kaçan Yunan kahraman Jason Ljubljanica Nehri'nin yatağına gelir. Jason yaşadığı topraklardan kaçarken kralın kızı Medea'yı da kaçırmıştır ve elbette ki kral bu işe çok kızmış, ona tamamlaması için üç görev vermiştir. Jason ve altın arayıcı dostları Argonotlar görevlerini tamamlarken bir ejderha ile karşılaşırlar.
Jason ejderhayı öldürür ve oraya yerleşerek büyük aşkıyla birlikte Ljubljana şehrini kurar. Bir başka hikayede ise Jason aslında Yunanistan'a gitmek isterken yolunu kaybetmiş, buraya gelmiş, burada bir canavarla kahramanca savaşmış ve yerleşmeye karar vermiştir.
Bazı düşünürlere göre de bahsedilen ejderha ve savaş Ortaçağ'ın karanlık düşüncelerini sembolize etmek için uydurulan bir hikayeden başka bir şey değildir.
Slovenyalılar masalları seviyorlar ve bu minik Avrupa ülkesine de masallar gerçekten yakışıyor. Ben de ejderhalara ve şehrin meydanında başımı kaldırıp da tepedeki kaleye baktığımda kendimi bir an için Game of Thrones dünyası içinde hissetmedim değil! Alın size bir başka efsane!
Ejderha Köprüsü'nün yanı sıra şehirde kaçırılmaması gereken diğer yerler Üçlü Köprü (Tromostovje), Belediye Binası, Aziz Nikolaja Kilisesi, Ursulinka Kilisesi, Ulusal Kütüphane, Preseren Meydanı, Tivoli Parkı, Metelkova, Ljubljana Kalesi, açık pazar, ekmek dükkanları, balık pazarı, çiçek pazarı ve elbette ki Ljubljana Kalesi.
Tüm bunları kaçırmanız imkansız zira hepsine yürüyerek kolayca, hızlıca ulaşabiliyorsunuz.
Bir diğer Gezimanya yazarı arkadaşım Zafer Çakırtaş ile birlikte otelimize yerleştikten sonra öncelikle kısa bir gece turu yaptık şehirde. İnsanlar meydanlarda dolaşıyor ve çalan müziklere eşlik ediyor, üniversite ve bir hayli fazla olan Erasmus öğrencileri de nehir kenarındaki cafe-barlarda eğleniyorlardı.
Bazı turistler bot turunda, bazıları da bizim gibi bu Venedik'e yalnızca iki saat uzaklıktaki şehirde lezzetli pizza yeme heyecanı içindeydiler!
Ljubljana her şeyi bir arada barındıran ilginç bir şehir. Bir yanıyla Balkan, bir yanıyla Avrupalı, bir yanıyla da Akdeniz. Geceleri şehri aydınlatan loş ışıklara ve Arnavut kaldırımlı dar sokaklara girdiğinizde kendinizi İtalya'da sanmanız çok olası.
Hele o muhteşem lezzetteki pizza ve dondurmalarını yerseniz, üzerine de espressonuzu içerseniz sizden mutlusu olamaz!
Gündüz ise Barok binalarla bezenmiş tertemiz caddelere, bisikletleriyle sakince işe giden çalışkan insanlara bakarsanız kendinizi Batı Avrupa'nın göbeğinde sanabilirsiniz. Bir meydandan gelen akordeon sesi ve köşe başında satılan Bürek (börek benzeri bir yiyecek) ve bal ise sizi bir anda Balkanlar'a götürebilir.
Hatta karşınıza bize olduğu gibi Kovboy dansı yapan gençler bile çıkabilir, şaşırmayın. Alpler'in eteğindeki bu minik şehir misafirlerine kendini hiç yabancı hissettirmemeye kararlı, hepsinin sebebi bu!
Ljubljana'daki ikinci günümüzde meydanları, pazarları gezdik. Ünlü Sloven mimar Plecnik şehre pek çok eser kazandırmış ve çok sevilen bir şahsiyet. Slovenyalıların bir diğer sevgilisi de şair France Preseren. Paralarının arkasını süsleyen, yazdığı şiir Zdravljica ülkede milli marş olarak bestelenen şairin oldukça hüzünlü bir hayat hikayesi olduğu, çok sevdiği aşkı Julija'ya kavuşamadığı söylenir. Şehir merkezindeki meydana ismini veren Preseren'in heykeli karşı binadaki bir başka kadın heykeline taş soğukluğunda bakar. Mutlu aşk yoktur demiş ya Aragon, belki de gerçekten öyledir.
Ljubljana'da o pazar senin, bu galeri benim gezerken yorulursanız eğer füniküler ile kaleye çıkıp oradaki restoranlarda şahane yemekler yiyebilirsiniz. Biz öyle yaptık. Aynı zamanda kaleden şehri kuşbakışı izleyebiliyorsunuz.
Şehrin ilginç başka noktalarından biri de Metelkova.
Bir zamanların Yugoslavya ordu kışlası, şimdilerin hippi öğrenci mekanı! İçinde pek çok kafe, bar, stüdyo, galeri bulunan bu mekanı uzun uzun incelemek, o gitar çalan gençlerin arasına karışmak, onlarla birlikte sanat yapmak, hayatı tartışmak lazım. Velhasıl tekrar öğrenci olmak lazım yoksa bu kıskançlıkla hayat geçmez!
Eğer Ljubljana'ya yolunuz düşmüşse mutlaka Bled Gölü'nü de görmeniz gerekir.
Şehre 45 km uzaklıktaki Bled kasabası gelenlere cenneti vaat ediyor dersem hiç de abartmış olmam.
Bahçesinde rengarenk çiçeklerin olduğu müstakil evleri, içinde yüzülebilen, kano ve yelkenli yapılabilen, etrafında bisikletle dolaşılabilen gölüyle Bled kasabası rüya gibi bir yer.
Gölün yukarısındaki kaleye çıktığımızda bir düğünle karşılaştık ve öğrendik ki burada evlenmek pek hayırlıymış, eğer damat gölün ortasındaki o minik adacıkta bulunan kiliseye gelini kucağında taşırsa harika bir evlilik hayatları olurmuş.
Gelecekte Bled'e gelmek için bir sebep daha!
Bled'e trenle, otobüsle veya araba kiralayarak gidebilirsiniz. Rehberimizin söylediğine göre bazı çılgın Ljubljanalılar bisikletlerle bile buraya gelip gidiyorlarmış hafta sonları.
Bled'e gelmişken biraz daha yukarı tırmanıp Vintgar Gorge'ye gidebilir, Triglaski Marodni Ulusal Parkı'nda Slovenyalı ailelerin çoluk çocuklarını alıp yaptıkları gibi kanyon yürüyüşü yapabilirsiniz. Buz gibi suları, kuş sesleri, muhteşem doğası ile park en az Bled Gölü kadar insanı büyülüyor.
Ljubljanalılar hiç üşenmeden hafta sonları buraya gelip ailecek yürüyüş yapıyorlar. Zaten şehirde spor yapmayan insan yok. Kışın kayak, yazın bisiklet, yürüyüş, hiking derken ortaya sağlıklı ve mutlu, hayattan zevk alan bir toplum çıkması şaşırtıcı değil elbette.
Biz Bled dışında Piren kasabasına da arabayla gittik. Hem tarih, hem deniz-kum-güneş atmosferini aynı günde yaşama fırsatı bulduk.
Yüzölçümünün yarısından fazlasının ormanla kaplı olduğu bu ülkede herkes dışarıda, doğada, hayatla ve kendileriyle barışık, sakin, huzurlu bir şekilde yaşayıp gidiyor. Bize de iç çekmek düşüyor!
Siz de trafikten, kalabalıktan, gürültüden bunaldığınız bir anda uçağa atlayıp bu küçük ama çok şey vaat eden huzurlu ülkeye gelebilirsiniz. Türk Hava Yolları'nın Cuma öğleden sonra gidiş ve Pazar akşamı dönüş Ljubljana uçuşları bu kaçış için biçilmiş kaftan.
Hem Veronika da ölmekten vazgeçti zaten. Yaşamak güzel. Gezip görüp keşfetmekse en güzeli!